es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
Bugün -Medine-i Münevvere'de- bir arkadaşım bana güzel bir hadis kitabı hediye etti. Büyük bir alimin yazdığı bir hadis kitabı. Ben oradan Sevâbü'l-ameli's-sâlihe inde fesâdi'z-zaman; "Zamanın bozulduğu sırada iyi ibadet, kulluk, amel-i salih işlemenin mükâfatı" diye bir bölümden üç hadîs-i şerîf okumak istiyorum.
Zaman, Allah'ın yarattığı bir varlık. Onun bozulmasından maksat, fesâdü'z-zaman'dan maksat; "o zaman içinde yaşayan insanların dindarlıklarının bozulması, davranışlarının bozulması" demek. Yoksa zamanda bir şey yok. "Zaman fesada uğradı!" demek, "o zamanda yaşayan insanlar kötü oldular." mânasına gelir.
Bunlar; insanların iyi olmaları gerektiği halde iyi olmayıp da kötü oldukları zamanda amel-i sâlih işlemenin, yani Allah'ın sevdiği güzel işler yapmanın sevabını anlatan hadîs-i şerîfler olacak.
Birincisi Ma'kıl b. Yesâr radıyallahu anh'ten rivayet olunmuş ki Resûlullah sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlar:
el-İbâdetü fi'l-herci ke-hicretin ileyye. "Herc zamanında ibadet, bana hicret gibidir."
Aynı kelimelerle tercemeyi bir çerçeve olarak yapayım, sonra açıklamasını yapmaya çalışırım.
Bu hadîs-i şerîfi Müslim rivayet eylemiş. İmam Müslim hadis alimi, Sahîh-i Müslim'in yazarı.
el-İbâdetü fi'l-herc. Herc; re harfi sükunlu olarak. Yani herec değil, herc; "İhtilaf ve kıtal" demek. "Karışıklık ve birbirine aykırı hareket etme" mânasına geliyor. "Herc ü merc" diye de Türkçe'de az çok tanıdığımız bir kelime.
"Dinî duyguların, dindarâne yaşantının, ilmin irfanın, hatta toplumun örfünün, âdetinin karıştığı ve fitnelerin zuhur ettiği bir zamanda Allah'a güzel ibadet etmek, kulluğu güzel yapmak." Ke-hicretin ileyye. "Bana hicret etmek gibidir." diyor Peygamber Efendimiz.
Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz hâl-i hayâtındayken Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicret oldu. Kendisi hicret ettikten sonra da müslümanların onun etrafında toplanması için hicret etmeleri âyet-i kerîmelerde emrolundu. Hicret etmeyip de kâfirlerin, müşriklerin sultası, baskısı altında duranların eğer kendileri güzel amel işleyememişlerse sorumlu olacakları, hicret edip ibadeti güzel yapabilecekleri yere gitmeleri tavsiye ediliyordu.
Mekke-i Mükerreme fetholunduktan sonra da Peygamber Efendimiz;
"Artık hicret yoktur. Bundan sonra madde hicreti, yani bir şehri bırakıp bir başka yere göç etmek yoktur. Bundan sonra hicret, mânevî mânasıyla kötülüklerden, günahlardan hicret etmek, onları bırakıp iyi şeylere yönelmek olarak kalmıştır. Maddî olarak hicret yoktur. Çünkü Mekke de fethedildi, küfrün kalesi de böylece müslümanların eline geçmiş oldu." diye buyurmuştur.
Tarih boyunca müslümanların; İslâm'ın ilk ortaya çıktığı zamandaki sıkıntılarına benzer, hatta daha şiddetli sıkıntılara uğradıkları zamanlar da olmuştur. Her devirde oluyor. Tarihin bazı zamanlarında olmuş. O sıkıntılı zamanlarda insanın, Allah'a kulluğu güzel yapabilmesi için Allah'a güzel kulluk yapmasının engellendiği, baskı altında olduğu yerden güzel tarafa hicret etmesi yine olur.
Hatta bizim ülkemizde de Bulgaristan'dan, Yugoslavya'dan gelen kimselere "muhacir, muhacirler" deniliyor. Çünkü oralarda artık İslâmî yaşam zorlaşıyor, idarî baskılar artıyor, ibadetler engelleniyor, günahları işlemeleri için zorlanıyorlar. Onun için onlar da;
"Bizim için önemli olan âhirettir, Allah'ın rızasını kazanmaktır." diye ülkemize geliyorlar, muhacir oluyorlar.
Demek ki hicret etmek bizim yaşadığımız zamanda da gerçekleşen bir olay...
Peygamber Efendimiz'in zamanını düşünün. Gözünüzü yumun ve Peygamber Efendimiz'in bulunduğu şehre gitmeyi düşünün. Oraya hicret etmeyi, Efendimiz'in yanında yer almayı, etrafında halkalanmayı düşünün. Ne kadar güzel bir şey olduğunu düşünün. Peygamber Efendimiz buna benzetiyor; "fitneli, karışık zamanda, karışıklıkların çok olduğu zamanda, kulluğu güzel yapmanın, Peygamber Efendimiz'e hicret etmek gibi güzel, sevaplı bir şey olduğunu" beyan buyuruyor.
Bu hadîs-i şerîften benim çıkardığım şu oluyor:
Hayat bir imtihan olduğu için müslümanların başına sıkıntılar gelebilir. İşte Keşmir, işte Balkanlar, işte Kafkasya, işte Kosova, işte Bosna, işte daha başka diyarlar... Sıkıntılar olabiliyor. Ama sıkıntı ne kadar büyük olursa olsun müslümanın Cenâb-ı Hakk'a kulluğunu güzel yapmakta gevşememesi lazım.
Çünkü hayat bir imtihandır. Belki sonunda, alın yazısında şehitlik vardır. İmtihanın nasıl bir şekilde geçeceğini insan bilemez. Bazı yazılar yazılmıştır. Sıkıntı olabilir ama sıkıntı zamanında, baskı zamanında dahi İslâm'a sımsıkı sarılmak, ibadetini yapmak, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği sevaplı işleri işlemek, Cenâb-ı Hakk'ın yasakladığı günahlı işlerden kaçınmak, bozulmuş topluma uymamak, bozuk toplumun içinde iyi bir insan olarak yaşamak, Peygamber Efendimiz'e hicret etmek gibi sevaptır." diye Efendimiz söylemiş.
Allahu Teâlâ hazretleri hepimize imanda ve İslâm'da; dinde salâbet-i dîniyye sahibi olmayı, sebat sahibi olmayı nasip eylesin. İmtihanlardan; fırtınalardan, zelzelelerden, çeşitli sıkıntı ve baskılardan dolayı İslâm'a uymayan, imana yakışmayan, mü'mine yakışmayan işleri yapar duruma gelmekten, gevşemekten, bozulmaktan, vazifelerini ihmal eden insan durumuna düşmekten korusun. Kendisine daima, her zaman rızasına uygun ibadet etmeyi nasip eylesin.
Peygamber Efendimiz'in "Çok kıymetli bir duadır." diye methettiği ve tavsiye buyurduğu bir duası var; hep yapıyoruz:
Allâhümme einnâ alâ edâi zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik. "Yâ Rabbi! Seni zikretmekte, sana şükretmekte ve sana güzel kulluk etmekte bize yardım eyle, tevfîkini refîk eyle!"
Böyle dua edelim. Cenâb-ı Hak bizi öyle eylesin; zikrini şükrünü yapan, ibadetini güzel icra eden mü'minlerden eylesin.
İkinci hadîs-i şerîf:
Taberânî rivayet etmiş. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten; isnadı kusursuz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
Men temesseke min sünnetî inde fesâdi ümmetî fe-lehû ecrün şehîd. "Ümmetimin bozulduğu zamanda, benim sünnetime sıkı sarılan, tutunan, yapışan, ihya eden, uygulayan kimseye şehit sevabı vardır."
Şehit olmak "çok yüksek bir rütbeye ermek" demek. Çünkü Cenâb-ı Hak şehitlere daha kanının ilk damlası yere damladığı zaman cennetteki makamını gösteriyor. Cennetlik olacak, âhiretin tehlikelerinden kurtulacak. Şehit olmak çok güzel!
Ama savaşmadan, kanı dökülmeden de Cenâb-ı Hak o sevapları veriyor.
Nasıl?
Toplum bozulsa bile hatta müslümanlar bozulsa bile. Çünkü imanlarının zayıflaması, ibadetleri bırakmaları ve günahlara, şeytana, nefse uymaları dolayısıyla müslümanların da bozulması bahis konusu olabilir. Allah korusun, Allah etmesin ama olabiliyor. Olduğunu şu devirde de görüyoruz.
İşte böyle ümmetin bozulduğu bir zamanda Peygamber Efendimiz'in sünnetine tutunan; onu tutan, uygulayan kimseye şehit sevabı veriliyor. Şüphesiz Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz, sözleriyle hareketleriyle, davranışlarıyla bizim için en güzel numunedir. Bakarak kendimizi ayarlayacağımız en güzel insandır. Onun sünnetine sarılmak insanı kurtarır; dünya ve âhiret saadetine erdirir.
Bir müslüman için en önemli ilk nasihat, en önde söylenecek şey, Kur'ân-ı Kerîm'e sarılması; ikincisi de, Peygamber Efendimiz'in sünnetine sarılmasıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Allahu Teâlâ hazretlerinin kelâmıdır. Peygamber Efendimiz'in sünneti de "Kur'ân-ı Kerîm'in hayata uygulanışını bize gösteren tatbikatlar" demektir.
Onun için bir insan Kur'an ehli olmak istiyorsa yani "Ben Kur'an-ı seviyorum, Allah'ın kelâmına uyacağım, hayatımı ona göre sürdüreceğim!" diyorsa mutlaka Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine sarılması lazım. Bunun dışında kendisi eğer başka zihniyetler ortaya koyuyorsa… O sünnetten ayrı fikirler koyma gibi şeylere "bid'at" deniyor. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerifinde;
"Her bid'at dalalettir ve dalaleti çıkaran kimse cehennemliktir." buyuruyor.
"Bid'at ehli cehennemin köpekleridir!" diye de şiddetli bir hadîs-i şerîf var.
Demek ki müslümanın sünnete sarılmaktan başka kurtuluş yolu yok. Bir tek yol var, tek doğru yol var; o da Peygamber Efendimiz'in sünnetine sarılmak!
Hakikaten, Peygamber Efendimiz'in sünnetini hadîs-i şerîf kitaplarında gördüğümüz, okuduğumuz, izlediğimiz, dinlediğimiz, öğrendiğimiz zaman, hayatın teferruatlarını Peygamber Efendimiz'in bize ne kadar güzel öğrettiğini görüyoruz.
Peygamber Efendimiz'in sünnetine sarılan müslüman; Pakistan'da da olsa Hindistan'da da olsa Malezya'da da olsa Avrupa'da, Amerika'da da olsa dünyanın neresinde olursa olsun iyi müslüman oluyor. Sünnet-i seniyyeden uzaklaştıkça, bid'atlere bulaştıkça; başka zihniyetlere, başka akımlara, başka yollara ayağı kaydıkça adım adım kötüleşiyor, gaddarlaşıyor, zalimleşiyor, insafsızlaşıyor. Haram helal ayırmaz oluyor. Başkalarının gözyaşından kalbi yumuşamaz oluyor. Sırf kendisini düşünen bir insan oluyor. Her türlü kötülük ondan çıkıyor.
Peygamber Efendimiz her türlü sıkıntının karşısında nasıl davranmamız gerektiğini de hadîs-i şerîflerinde bize öğretmiş. Çünkü evveli ve âhiri bilen Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri ona istikbale ait bilgileri de vermiş. "Âhir zamanda şunlar olacak, şunlar olacak, şu olaylar zuhur edecek." diye birçok hadîs-i şerîfde, sahih hadislerde bize bunları bildirdiğini de hatırlarsınız.
Peygamber Efendimiz -dikkat edilirse- burada da ümmetin fesada uğrayacağını ifade etmiş oluyor. Halbuki bazı hadîs-i şerîflerde de sahâbe-i kirâmı teşvik ediyordu, teselli ediyordu:
"Üzülmeyin! Bir zaman gelecek, siz Kisraları'n saraylarına, Kayserler'in saraylarına, Bizans'a, Sâsâni İmparatorluğu'na hâkim olacaksınız." diyordu.
Oldu. Hatta "Bu bayrak, bu İslâm, denizleri aşacak, okyanusların ötesinde dalgalanacak." diye bildirmişti. Oldu, Endülüs'e geçti, Avrupa'ya geçti. Malta adası, Sicilya adası, İtalya'nın bir kısmı, İsviçre'nin bir kısmına kadar, Fransa'nın yarısına kadar Avrupa İslâm'la tanıştı. Arapların fütuhatı devrinde mücahitler oralara kadar gittiler. Endülüs'te bir İslâm devleti kuruldu. Kalıntılarını, saraylarını, medenî eserlerini ziyaretçiler hâlâ hayranlıkla izliyorlar.
İslâm her tarafa yayıldı. Peygamber Efendimiz onu da söylüyor ama ondan sonra bir bozulma olacağını da söylüyor. Bu da Peygamber Efendimiz'in hak peygamber olduğunun nişânesidir. "Ümmetim âhir zamanda bozulacak." diyebiliyor.
Ümmet bozulacak!
Hakikaten çevremize bakacak olursak bu durumu anlarız. "Müslümanım." diyen milletlerin, devletlerin çoğunu gezdim; Sudan'a gittim, Libya'ya, Mısır'a, Bosna'ya, Orta Asya ülkelerine, Pakistan'a gittim. Birçok ülkeyi dolaştım. Türkiye'yi biliyorum, tabi sizler de biliyorsunuz. Kur'ân-ı Kerîm'i okuyoruz, Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini biliyoruz, fıkıh kitaplarını okuyoruz:
Nerede tarif edilen müslüman, nerede karşımızda olan, hâl-i hazırda yaşayan insan?
Her ülkede çok iyi insanlar var, kesinlikle çok temiz insanlar var.
Onlar bu temizliği nereden almışlar, nasıl temiz olarak yaşıyorlar?
Çünkü Kur'an'a ve Sünnet'e sarılıyorlar.
Çok da bozulmuş insan var. Bir müslüman ülke diyorsunuz; bakıyorsunuz gayrimüslim bir ülkeden hiç farkı kalmamış. Sokakta baktığımız zaman da anlaşılıyor. Tabi iyi insanların bulunduğu yerlerde ararsanız iyi insanları da görebiliyorsunuz.
İşte o umumi bozulmadır, ümmetin fesadıdır. Çünkü bir zamanlar umumi olarak iyiydi. İslâm hayatın her yerine damgasını vurmuştu. Her şey güzeldi, ahlâk güzeldi. Şimdi ahlâksızlık tabii karşılanıyor ve çok büyük ahlâksızlıklar gözler önünde işlenebiliyor. Peygamber Efendimiz; "İşte o zamanda." diyor, o zamanı, o ilerideki zamanı söyleyerek sünnete sarılmanın önemini anlatıyor:
"Benim sünnetime sarılan kimseye şehit sevabı vardır." buyuruyor.
Muhterem kardeşlerim!
Onun için toplumumuz ne durumda olursa olsun; istersek Amerika'da veya Avustralya'da veya Avrupa'da nerede olursak olalım, çevremiz nasıl yaşarsa yaşasın, biz Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine sarılmalıyız!
Bunun çaresi nedir?
Sahih bir hadis kitabını, herkesin baş tâcı ettiği, öpüp başına koyduğu bir hadis kitabını almak, okumak, okuduğunu da uygulamaktır. Bunun tek başına yapılabilecek, en güzel kullanma şekli budur.
Daha güzel şekli; İslâm'ı güzel bilen ve güzel yaşayan insanlarla bir araya gelip bir İslâmî toplum oluşturmaktır. O zaman çok daha rahat olur. Hanımlar, çocuklar rahat ederler, büyükler rahat ederler. Çünkü beraberlikten çeşitli faydalar, feyizler, bereketler hâsıl olur.
Üçüncü hadîs-i şerîf, Ebû Ümeyye eş-Şa'bânî rahmetullahi aleyh'ten rivayet edilmiş:
Seeltü Ebâ Sa'lebete'l-Huşeniyye. İsmini saydığım bu şahıs; "Ben Ebû Sa'lebe el-Huşenî'ye sordum." diyor.
Yâ Ebâ Sa'lebe, keyfe tekûlü fî hâzihi'l-âyeh?
Kur'ân-ı Kerîm'de bir âyet-i kerîmenin parçası:
Aleyküm enfüseküm lâ yedurruküm men dalle ize'htedeytüm. "Siz kendi nefsinize dikkat edin, kendinize bakın. Siz hidayet üzere olursanız sapık olan insanlar size zarar veremezler." buyuruluyor.
"Bu âyet-i kerîmeyi nasıl izah edersin? Ne demek bu?" diye Ebû Ümeyye isimli şahıs Ebû Sa'lebe'ye bu âyet-i kerîmeyi soruyor:
O da cevap vermiş:
Kemâ va'llâhi le-kad seelte anhâ habîran. "Allah'a yemin olsun ki sen bu soruyu bu konuyu bilen bir kimseye sormuş bulundun." demiş.
Demek ki kendisi bunu biliyormuş.
Nereden biliyormuş?
Anlatıyor:
Seeltü anhâ Resûlallah sallalahu aleyhi ve sellem. "Ben de Peygamber Efendimiz'e, ‘Bu aleyküm enfüseküm ne demek?' diye sormuştum. O cevabını vermişti. Sen de bana sordun."
"Vallahi bu konuyu bilen bir kimseye sormuş oldun." diye kuvvetli bir üslupla anlatmış.
Ebû Sa'lebe el-Huşenî Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
İ'temirû bi'l-ma'rûfi ve'ntehû ani'l-münkeri hattâ izâ raeyte: Şuhhan mutâan ve heven müttebean ve dünya mü'sereten ve i'câbe külli zî re'yin bire'yihî ve aleyke bi-nefsike veda' anke'l-avâm. Fe-inne min verâiküm eyyâmen essiabiru fîhinne mislü'l-kâbıdı ale'l-cemri, li'l-âmili fîhinne mislü ecri hamsîne racülen ya'melûne misle amelihî.
Peygamber Efendimiz'in sözü burada bitiyor. Peygamber Efendimiz'in bu sözlerini İbn Mâce ve Tirmizî rivayet etmişler, "hadîs-i hasen" demişler. Ebû Dâvud da -o da büyük bir hadis alimi- biraz daha bir ilave ile açıklama yapmış:
Kîle: Yâ Resûlallah! Ecrü hamsîne racülen minnâ ev minhüm. "Yâ Resûlallah! Bizden elli adam mı, onlardan mı?"
Kâle: Bel ecru hamsîne minküm buyurmuş.
Bu hadîs-i şerîfi açıklayalım, ana çerçeveyi "başı sonu belli olsun" diye söyledikten sonra açıklamaya geçelim:
Peygamber Efendimiz ne buyurmuş?
İ'temirû bi'l-ma'rûf. "Aklın ve şeriatin güzel ve doğru bulduğu, mâruf denilen işleri emredin; emr-i mâruf yapın!" Ve'ntehû ani'l-münker. "Aklın ve şeriatin çirkin, kötü olarak değerlendirdiği çirkin olan, kötü olan şeyleri nehyedin, yaptırmayın."
Hangi ölçeğe göre çirkin ve kötü?
Dinimize göre kötü, akla göre kötü olan... Çünkü bizim dinimize göre kötü olan bir şey bir gayrimüslimin ülkesinde tabii karşılanabilir; ama bizde kötü. Bir kâfire göre tabii karşılanabilir ama mü'mine göre yanlış. Onun için "Akla ve İslâm'a göre güzel olan şeyi emredin, akla ve İslâm'a aykırı olan şeyi de engelleyin, yapmayın, yaptırmayın. Emr-i mâruf, nehy-i münker yapın." demek.
Hattâ izâ raeyte şuhhan mutâan "Peşine takılıp gidilen bir cimriliği; ve heven müttebean ve nefsin hevâsına uymayı, ve dünya mü'sereten ahiret bırakılıp da, dünyanın tercih edilmesini görünceye kadar."
Şimdi burda hattâ edatı, şu oluncaya kadar demek. Yâni bunları görünceye kadar:
Ve i'câbe külli zî re'yin bire'yihî "Her akıl sahibinin, fikir sahibinin, oy ve görüş sahibinin kendi oyunu beğendiği zamana kadar emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapın."
Nasıl emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapacak insan? Konuyu bilecek, "Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor, Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde böyle buyuruyor." diyecek ama; toplum bozuldu, cimrilik var, herkes hevâ-i nefsine uyuyor, ahiret unutulmuş, dünya tercih ediliyor ve herkes kendi fikrini beğeniyor, "Benim görüşüm doğru..." diyor. O zaman artık sen ayet okusan, hadis okusan adam ayeti, hadisi kabul etmiyor ki, yâni onlara uymaya niyeti yok ki. "O durumu görünceye kadar emr-i ma'ruf, nehy-i münker yap!" buyurmuş Peygamber Efendimiz muhatabına.
"Ama bu durumu gördüğün zaman, fealeyke binefsike o zaman sen kendine bak. Yâni başkalarına emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapıyorsun, dinlemiyorlar, burunlarının doğrusuna gidiyorlar, İslâm'a aykırı işler yapıyorlar. O zaman sen kendine bak, kendine hâkim ol. Ve da' ankel-avâm Avâmı artık terk et. Söyledin, dinlemediler; sen vazifeni yaptın.
Feinne min verâiküm eyyâmen Çünkü sizin arkanızda öyle günler vardır ki, essàbiru fîhinne mislül-kàbıdı alel-cemri o zaman sabredenler, İslâm'a sarılanlar sanki ellerine kor ateşi tutmuş gibi olacaklar." Yâni eli yanar ateşi tuttuğu zaman. İşte öyle sabır günleri gelecek ki. İslâm'a tutunanlar eline ateş tutmuş gibi, avucunun içi yandığı gibi, cayır cayır yanacak. Yâni müslüman olmak, müslümanca yaşamak zor olacak.
Li'l-âmili fîhinne. "O günlerde İslâm'ı uygulayan, ibadetlerini yapan kimseye." Mislü ecri hamsîne racülen. "50 adamın ecrinin karşılığı verilir."
Bir kişiye 50 kişinin sevabının karşılığı veriliyor. Kendi amelini yapan daha 50 insan varmış gibi onların hepsinin yaptığı sevaplar kadar sevap veriliyor.
Demek ki o sabır günlerinde, zor günlerde ibadet ve taati yapan kimselere 50 kişilik sevap veriliyor.
Şimdi o alim Ebû Dâvud rahmetullahi aleyh'teki ilaveye gelelim:
Bu sözleri duyunca sahabe-i kirâm, Peygamber Efendimiz'e sordular:
Kîle: Yâ Resûlallah! Ecrü hamsîne racülen minnâ ev minhüm. "Biz sahabilerin içinden 50 adamın ecri kadar mı ecir verilir? Yoksa o devirdeki insanların 50 tanesinin sevabı gibi mi sevap verilir?"
Sahabe nedir?
Hayru'l-kurûni karnî. "Devirlerin en hayırlısı benim asr-ı saadetimdir ve benimle beraber olan insanlardır, yani sahabedir." Sümme'llezîne yelûnehüm. "Sonra onlardan sonra gelenlerdir, yani tâbiîndir." Sümme'llezîne yelûnehüm. "Sonra onlardan da sonra gelenlerdir, yani tebe-i tâbiîndir." buyurulmuştur.
Hadîs-i şerîflerde bu kesin. Asr-ı saadetin müslümanları en kıymetli insanlardır. Hiçbir kimse onların derecesine yükselemez. Çünkü onlar Peygamber Efendimiz'i yüz yüze, dünya gözüyle gördüler, sohbetlerini dinlediler, öyle feyz aldılar. Onlar kıymetli.
"Yâ Resûlallah! Biz sahabilerden 50 kişi mi, yoksa o devirdeki o insanlardan, o müslümanlardan 50 kişi mi?" diye sorunca; Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
Bel ecru hamsîne minküm. "Hayır, sizin öteki söylediğiniz gibi değil! Aksine sizden, sahabeden 50 adamın sevabı kadar sevap verilecek." diye Peygamber Efendimiz müjdelemiş.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Demek ki müslümanlar bulundukları ülkede dindarlıklarından dolayı sıkıntıya uğrarlarsa sabredecekler. Veyahut fitne, fesat, aksine propaganda, reklam, şeytanî şaşırtmacalar, kışkırtmacalar veyahut çevredeki herkesin dünyaya dalması karşısında şaşırıp da; "Herkes yaparken bir elin aptalı ben miyim?" deyip onlara kapılmak, toplumun akışına kendini kaptırmak gibi şeyler olabilir. Müslüman öyle yapmayacak. Kur'ân-ı Kerîm'e sarılacak, Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine sarılacak; öyle yaşayacak!
Müslüman öyle yaşadığı zaman kendisine sahabeden 50 kişinin sevabı kadar sevap veriliyor, Peygamber Efendimiz'in etrafında hicret etmiş insan gibi sevap kazanıyor; şehit olmuş, kanını, canını Allah yoluna feda etmiş insan gibi sevap kazanıyor.
O halde ne yapmamız lazım?
Bu güzel hadîs-i şerîfler bir bakıma müjde, bir bakıma bize yol gösteren hadîs-i şerîfler.
Bu hadîs-i şerîfleri duyduktan sonra ne yapmamız gerekiyor?
İslâm'ı güzel öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri İslâm'ı bize en büyük nimet olarak gönderdi. İslâm olmasaydı diğer toplumlar gibi dünyanın başka ilkel kabileleri, vahşiler, kötü âdetleri yapan, uygulayan milletler var; hayret ettiğimiz, dudak ısırdığımız onlar gibi olabilirdik.
İslâm en büyük nimet ve Peygamber Efendimiz'in gelmesi mü'minler için rahmettir. Peygamber Efendimiz'in mescid-i saadetinde mihraba yakın yerde şöyle yazılmış; Peygamber Efendimiz'in isimlerinden birisi de rahmetün li'l-mü'minîn; "mü'minlere rahmet"tir.
İslâm, mü'minler için insanlar için rahmettir. Kur'ân-ı Kerîm bizler için rahmettir. Bizzat Peygamber Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem, bizler için rahmettir.
Biz o rahmetlere, nimetlere mazhar olmuş insanlar olarak ne yapmalıyız?
Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenmeliyiz, Peygamber Efendimiz'i tanımalıyız, hadîs-i şerîflerini öğrenmeliyiz ve böylece Allah'ın nasıl insanı sevdiğini; nasıl düşünüp nasıl davranan insanı sevdiğini doğru olarak algılamalıyız. Çünkü bu devir de fikirlerin çoğaldığı devir. Herkesin kendini beğendiği, kendi fikrini doğru sandığı devir. Herkes başkalarını da o tarafa çekmeye çalışıyor. Ama basiretli, bilge, bilgin bir insan yanlış olduğunu çok açık olarak uzaktan görüyor:
"Bunlar yanlış yapıyor." diyor ama söz dinletemiyor.
O halde biz ne yapacağız?
Kur'ân-ı Kerîm'i bu günden itibaren, bu sözleri duyduğumuz günden itibaren daha iyi bir öğrenmeye gayret edeceğiz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini daha bir uygulamak aşkı ve şevkiyle dikkatle dinleyeceğiz, okuyacağız ve hayatımıza uygulayacağız. Allah'ın sevdiği, salih, hâlis, muhlis, âbid, zahid, âşık, sâdık bir kul olmaya gayret edeceğiz.
Böyle yaşayacağız ki hayat bir imtihandır. Böyle yaşayıp Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna vardığımız zaman sevenin sevdiğine kavuştuğu gibi bir kavuşma günü olsun, şeb-i arûs olsun. Cenâb-ı Hak kendisini seveni sever. Kendisinin rızasını düşünenden razı olur. Kendisinin rahmetini umanı rahmetine erdirir. Kendisinden cenneti isteyeni cennete sokar. Kendisine cehenneme atılmaktan sığınanı, atılmamayı isteyeni de cehennemden korur. Hadîs-i şerîflerde bu müjdeler verilmiş.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi cehenneminden, kahrından, gazabından, azabından, ikâbından uzak eylesin. Rahmetine erdirdiği, sevdiği, razı olduğu kullarının zümresine dâhil eylesin. Hem salih insanlar olarak yaşayalım hem de bundan daha güzel bir rütbe var; "muslih insan" olalım! Yani "başkalarını da ıslah etmek, doğru yola getirmek için başkaları da salih insan olsun" diye çalışmak. O daha yüksek bir mertebedir.
Daha cevval, daha faal olalım, İslâm'a daha çok hizmet edelim. Önümüzdeki günler, önümüzdeki çağlar -inşaallah- İslâm çağıdır. İslâm'ı insanlara götüren insanlardan birisi de biz olalım, o sevapları biz alalım.
Allahu Teâlâ hazretleri; gayretinizi, aşkınızı, şevkinizi ziyade eylesin. Sevdiği şekilde yaşamanızı nasip eylesin. Sevdiği işleri yapmanızı nasip eylesin. Hayırlı uzun ömürlerle muammer eylesin. Âhirete irtihal ettiğiniz, göçtüğünüz zaman cennetlik eylesin. Arkanızda da sevap kazanmanızı devam ettiren hayırlı evlatlar, hayırlı eserler, hayırlı müesseseler, hayrât u hasenât bırakmayı nasip eylesin. Cümlenizi rıdvân-ı ekberine vâsıl eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh