es Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı hem dünyada hem âhirette sizlerle olsun, sizin olsun. Cenâb-ı Hak cümlenizi sevdiklerinizle iki cihan saadetine erdirsin.
Selman radıyallahu anh'ten -ki o mübarek sahabiyi çok seviyorum, Allah şefaatine cümlemizi erdirsin- bir hadîs-i şerîfle sohbetime başlıyorum.
Önce mübarek metnini okuyalım:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
Mâ min şey’in ehabbü ila’llâhi azze ve celle min şâbbin tâibin ve mâ min şey’in ebgadu ila’llâhi min şeyhin mukîmin alâ meâsîhi ve mâ fi’l-hasenâti hasenetün ehabbü ila’llâhi min hasenetin tu’melü fî leyleti’l-cumuati ev yevmi’-cumuati ve mâ mine’z-zunûbi ebgadu ila’llâhi min zenbin yu’melü fî leyleti’l-cumaati ev yevmi’l-cumuati.
Mâ min şey’in ehabbü ila’llâhi azze ve celle. "Pek azîz ve pek celîl olan Allahu Teâlâ hazretlerine daha sevimli hiçbir şey yoktur."
Kimden?
Min şâbbin tâibin. "Tevbekâr, tevbe etmiş, doğru yolda yürüyen bir genç çocuktan, bir delikanlıdan."
Ve mâ min şey’in ebgadü ila’llâhi. "Ve Allah'ın en çok kızdığı, daha başka, daha çok kızdığı bir şey yoktur." Min şeyhin mukîmin alâ meâsîhi. "Yaşına rağmen Allah’a isyanda devam eden, ısrar eden, yapmayı sürdüren yaşlı kimseden."
Hadîs-i şerîfin öbür taraflarını açıklamadan önce bunu açıklayalım:
Birinci cümlede "tevbekâr gencin Allah'ın en sevgili kulu olduğu" belirtiliyor; "Ondan daha sevgilisi yoktur." diye bildiriliyor. İkinci cümlede de "günahta ısrar eden ihtiyarın Allah’ın en çok kızdığı kimse olduğu" bildiriliyor.
Şâbbün; "delikanlı, erkek çocuk" demek ama "hanım kız" için de, "yeni yetişme kız" için de hüküm aynen öyledir.
İkinci cümledeki şeyh; Arapça’da "saçı başı ağarmış, yaşlı kimse" demek: "Saçı başı ağardığı halde hâlâ günahlarda ısrar ediyor; tevbe etmemiş, Hak yoluna dönmemiş, Cenâb-ı Hakk'ın rızası istikametine yönelmemiş, hâlâ günahları yapan" demek.
Demek ki gençlerimiz günahlardan uzak durursa hatta günah işlemişse bile tevbe eder de; "Yâ Rabbi! Bundan sonra yapmayacağım, senin iyi kulun olacağım!" derse Allah’ın en sevgili kulları arasına giriyor, en sevdiği kişi oluyor. Ondan daha çok sevdiği yok.
Neden?
Çünkü o delikanlının, o gencin arzuları kuvvetli. Cibilliyeti, yaratılışı, tabiatı gereği, delikanlılık çağı; bir cevherli çağ, heyecanlı çağ. Hayat tecrübesi daha az, duyguları da çok kuvvetli. O zaman o delikanlı kendisini tutarsa kendisini günahlardan alıkoyarsa veyahut ayağı bir kaydı, yanıldı, şeytana uydu da günah işlediyse bile "Yâ Rabbi! Ben bir kusur işledim, beni affet!" diye tevbe ederse -ki burada tâib deniliyor, tevbe eden- Cenâb-ı Hakk'ın yoluna dönerse, girerse Allah'ın en sevdiği kimse oluyor.
Demek ki gençler Cenâb-ı Hakk'ın yolunda yürümeye gayret etmeli! Hata etmişse bile hemen tevbe edip Cenâb-ı Hakk’ın yoluna girmeli! Cenâb-ı Hakk'ın sevgisini kazanmak kolay değil. Allah indinde en sevgili insan olmak çok zor bir şey! Gençler kolayca o makamı yaklayabiliyorlar.
Onun için umumiyetle bizim derslerimizi dinleyenler genç delikanlılardır, üniversite öğrencileridir, istikbâlin çok büyük hizmet yapacak kimseleridir, genç kızlardır; Allah hepsinden razı olsun. Hepsine çok büyük saygı duyuyorum, dualar ediyorum.
Demek ki onlar tevbekâr olur, hatalardan günahlardan uzak durur; delikanlılık çağında başkalarının yaptığı yaramaz işleri, yaramazlıkları, günahları, hataları yapmazlarsa çok sevap kazanacaklar, Allah’ın sevgili kulu olacaklar, evliyâsı olacaklar. Çok güzel bir şey.
Hatırlıyorum, ben lisede okurken sanki divan edebiyatında, Osmanlı edebiyatında şarabı, selvi boylu güzelleri metheden şiirlerden başka şiir yokmuş gibi hep onları okuturlardı. Ben de kızardım. Sonra halk edebiyatından okuta okuta illa vaizeye, hocaya, dine çatan, vaizi kötüleyen şiirleri okuturlardı. Ona da kızardım!
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aslında bunlara müdahale etmesi lazım: "Burada bizim mesleğimize, din adamları mesleğine karşı saygısızlık var. Bu metinler konulmasın!" diye Diyanet'in Millî Eğitim Bakanlığı’na müracaat etmesi lazım, benim görüşüme göre. Çünkü orada vaizi kötülüyor.
"Vaiz cehennemi anlatmış."
Tabi anlatacak; çünkü Peygamber Efendimiz bildiriyor, çünkü Kur’ân-ı Kerîm bidiriyor. "Günah işlerseniz cehenneme gidersiniz!" diye ikaz etmek bir vazife. Onunla alay ediyor! Veyahut "İçki içmeyin! Karşı cinsle gayrimeşru ilişkilere girmeyin!"demiş; onunla alay ediyor. Bu konuların çıkarılması lazım.
Eski edebiyatımızda; divan edebiyatımızda, halk edebiyatımızda gençlere güzel yönler gösterecek, ufuklar açacak çok daha güzel nice parçalar bulunabilir. Ama maalesef Millî Eğitim Bakanlığı da bunları ayıklamamış, bizlere okutturmuşlardı. Ben şahsen o zaman üzülürdüm. Onları söyleyenleri sevmezdim, kızardım. Sanki dinle, camiyle, vaizle alay etmek hünermiş gibi öğretiliyor. Sanki şarap, içki içmek teşvik ediliyor. Sanki gayrimeşru arkadaşlar edinmek matahmış gibi anlatılıyor; edebiyat dersinin içinde öyle öğretiliyor gibi oluyor.
Halbuki usta eğitimcilerin, ustaca bu konuları çıkarıp güzel konuları, gençlere yüksek ülküler aşılayacak parçaları seçmeleri ve öğretmeleri lazım! Mesela bu hadîs-i şerîf öyle güzel bir şey:
Bir gencin tevbe etmesine, tevbe ettiği zaman kazanacağı güzel mükâfatlara dair bir konu. Bunları anlatmak lazım ki çocuğun ayağı kaymasın, annesine babasına isyan etmesin, okuldan kaçmasın, yaramazlık yapmasın, tembellik yapmasın, terbiyeli bir aile çocuğu olarak yetişsin; sonra namusuna leke düşürmesin.
Mesela Türkiye’deki bazı kardeşlerimiz övünürler. Bazı zümrelerin mensupları; "Biz eline, beline, diline sağlam insanlarız!" diye söylerler. Onlar da öyle söylüyor, biz de öyle söylüyoruz; din, akıl ve mantık da öyle söylüyor. İyi bir vatandaş olmak için de öyle olmak lazım. Binaenaleyh onların teşvik edilmesi lazım.
Yanlış teşviklerin de sessizce veya seslice; "Bunlar yanlıştır." diye çıkarılması gerekir. Edebiyat dersleri meyhane kokmamalı, içki kokmamalı, gayrımeşru ilişkilerin teşviki olmamalı! Her şey tabii çizgi içerisinde, edep ve ahlâk dairesinde olmalı.
Tabi gencin arzuları çok kuvvetlidir. Başında kavak yelleri eser. Radyoda, televizyonda, gazetede müstehcen yayınlar vesaire ile teşvikkâr da olunursa o ortamda tamamen bozulur. Ailesi çok üzülür. Topluma zararlı olur, başarılı olamaz, iyi bir iş tutamaz. Anasının, babasının parasını yer. Araba yarışı yapar, arabayı çarpar, birbirleriyle tokuşturur. Bunları hep gazetelerden okuyorsunuz.
Onun tevbekâr olması çok önemli! Siz siz olun tevbekâr delikanlılar, genç kızlar, hanımlar, genç beyler, -buranın tabiriyle- centilmen beyler, kibar kişiler olun. Allah'ın sevgili kulu olmayı da kazanın.
Bir de yaşlanmış, saçı sakalı ağarmış adam hâlâ günahta ısrar ediyor. Bu da çok çirkin bir şey.
Neden?
Çünkü zaten yaş yaşamış, eğriyi doğruyu öğrenmiş. Zaten duygularının esintili çalkantılı zamanları geçmiş, durulmuş, sakinleşmiş. Bunun hâlâ günahta ısrar etmesi, gençlere kötü örnek olması ve kendisini toparlayamaması toplum için büyük zarar, son derece kötü bir şey. Onun için Allah ona da çok kızıyor. Günahta ısrar edip devam eden saçı başı ağarmış adam, Allah'ın en kızdığı kimsedir.
Herkesin bunu da göz önünde bulundurması lazım. Günah işleyen kişilerin kendi kendisine demesi lazım ki: "Şu yaşa geldin, emekliliğin yaklaştı, saçın başın ağardı. Çocukların evlendi, torunlara kavuştun, karıştın. Hâlâ bu gidiş nereye? Nereye doğru gidiyorsun? Nedir bu senin hâlin?" diye kendi kendisine ciddi ciddi sorması lazım!
Böyle işleri yapanların, önce kendi kendisine aklını başına devşirmesini telkin etmesi, söylemesi lazım. "Vazgeç bu yoldan, ne zaman uslanacaksın ey deli gönül? Doğru yola gel, Cenâb-ı Hakk'ın kızdığı kul olmaktan yakayı paçayı kurtar! Allah’ın sevdiği kul olmak varken en kızdığı insan durumunda olup da huzuruna böyle bir halde gitmek ne kadar yanlış." diye birilerinin kendi kendilerine söylemesi lazım.
Gelelim hadîs-i şerîfin devam eden öteki cümlelerine... Çok güzel bir hadîs-i şerî.
Efendimiz hadîs-i şerîfin içindeki üçüncü cümlecikte şöyle diyor:
Ve mâ fi’l-hasenâti hasenetün ehabbü ila’llâhi min hasenetin tu’melü fî leyleti cumuatin.
"Cuma" burada elif lam’sız. Yani "nekre" olarak gelmiş, "ma’rife" değil.
Ev yevmi’l-cumuati ve mâ mine’z-zünûbi ebgadu ila’llâhi min zenbin yu’melü fî leyleti’l-cumuati.
Burada elif lam’lı gelmiş. Yani hadisin kelimelerinin harflerine dahi sadakat göstermek açısından, böyle ince ince izahat vererek okuyorum.
Peygamber Efendimiz bu cümlelerde birbiriyle ilişkili iki zıt durumu anlatıyor:
"İyiliklerden, sevaplı işlerden, Allah’ın sevdiği güzel davranışlardan; cuma gününde veyahut cuma gecesinde işlenen güzel işten, güzel amelden, ibadetten, hayırdan daha sevimlisi yoktur."
Demek ki cuma gününde veya gecesinde iyilik yapıldı mı Allah çok seviyor. Biz de bu vaazları cuma vaazı olarak yapıyoruz. Siz bunu duyunca; "Daha cuma geçmedi. Bugün hangi haseneyi yapabilirim, hangi güzel işi,hangi güzel davranışı uygulayabilirim de Cenâb-ı Hakk'ın sevgisini kazanabilirim?" diye düşünebilirsiniz; böylece o sevabı kazanırsınız.
Demek ki yapılan iyilikler içerisinde cuma gününde veya gecesinde yapılan iyilikten daha sevimli bir iyilik, bir güzel davranış, Allah’ın daha sevdiği bir başka davranış yokmuş. Cuma gününe hürmeten, cuma gününün mübarekliğini bilerek, sevabını Allah’tan umarak güzel bir şeyler yapmaya gayret ediniz.
Çünkü Peygamber Efendimiz; "Hiçbir haseneyi küçümsemeyin!" buyuruyor.
İyiliklerin hiç birisini küçümsemeyin! Çünkü belki sırf onun sayesinde Allah'ın rahmetine erebilirsiniz. Bir haseneyle kurtulabilirsiniz.
Hani bizde de söz söylenir:
"Bir mıh, bir nal kurtarır. Bir nal, bir at kurtarır. Bir at, bir yiğit kurtarır. Bir yiğit, bir vatan kurtarır!"
"Mıh" deyip geçmemek lazım. "Atın nalının bir mıhı düşmüş." diye ihmal etmemek lazım. Küçük teferruatlar, önemsenmeyen küçük ihmaller büyük ihmallere yol açabilir. Küçük iyilikler de büyük faydalar sağlayabilir. İnsana ummadığı yerde çok faydalar getirir.
Allah’ın günahlar içerisinde en kızdığı da cuma gününde veya cuma gecesinde işlenen günahtır. Çünkü cuma gecesidir, Cuma gündüzüdür:
"İnsaf! O mübarek gecede böyle günah işlenir mi?"
"İnsaf! Bu cuma gündüzünde, bu mübarek günde bu günah işlenir mi?" diye, insanın kendi nefs-i emmâresini şeytana uymaktan alıkoymaya çalışması, dizginlemeye çalışması lazım; ve kendi nefsine nasihat etmesi lazım:
"Ey nefis! Ne yapıyorsun? Aman ha, sakın!" diye kendisine çekidüzen vermesi lazım.
Maalesef günahlar kolaydır, tatlıdır ve çoktur. Çepeçevre hepimizin etrafını sarmıştır. Onlardan korunmak bayağı bir yiğitlik, bayağı ciddi bir savunma ister. Onun için çok dikkat edin.
Şeytan insanı en zayıf zamanında, en tatlı tarafından, en hoşuna gidecek şeyleri önüne sürerek aldatır.
"Altından kendini gözet, zehiri teneke kupada sunmazlar." dediği gibi bir edebiyatçının; şeytan tatlı tatlı süsleyerek, özendirerek, teşvik ederek, isteterek insanı günaha sokar. İnsan da o günahın tatlılığına, çekiciliğine kapılır. Kendisini kaptırır, akıntıya, uçuruma yuvarlanır, mahvolur.
Onun için nefsin terbiye edilmesi lazım.
Nefsin terbiyesinin de çeşitli yolları var. O yollar gösterilmiş. Büyük evliyâullah, mürşid-i kâmillerimiz, Mevlânâlar, Yunus Emreler, Eşrefoğlu Rûmîler, Hacı Bayrâm-ı Velîler, Erzurumlu İbrahim Hakkılar… Bunlar eserleriyle, ilâhileriyle, eğittikleri güzel insanlarla toplumumuza çok fayda sağlamış insanlar. Bunların her birisi bir mânevî eğitim yolunun kurucusu veya mensubu.
Bu mânevî eğitim yollarına da "tarikat" diyoruz. Kimsenin de tarikatlere yan bakıp eğri büğrü söz söylememesi lazım. Çünkü kendisinin hiçbir değeri olmadığı halde bütün bu mübarekleri tenkit etmiş oluyor.
Nerede Hacı Bayrâm-ı Velî, nerede İbrahim Hakkı-i Erzurumî, nerede Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, nerede Yunus Emre?
Bütün cihana ün salmışlar, asırları geçmişler, sevgileri gönüllerimize taht kurmuş. Hakikaten de güzel işler yapmışlar, iyi insanlar yetiştirmişler. O iyi insanlar da hem ilim erbabı olmuş hem ahlâk sahibi olmuş. Çok güzel davranışlarda bulunarak toplumu yükseltmişler.
Bu eğitim zayıfladığı zaman toplum çökmüş. Rüşvet olduğu zaman -tarikat rüşveti tasvip etmiyor, onun karşısında- gayrimeşru ilişkiler olduğu zaman sömürü olduğu zaman zevkperestlik, şeytana uymak, nefse uymak olduğu zaman toplum çökmüş. "Toplum çökmesin." diye iyi insanların yetişmesi lazım.
İyi insanların yetişmesi için de birinci şart Kur’ân-ı Kerîm'de bildiriliyor; nefsin terbiye edilmesi lazım. İnsanın nefsi terbiye olursa felah bulur. Nefsi terbiye olmamış insan, dünyada, âhirette çok zararlı mahluk olur ve mahvolur.
Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.
Kur’ân-ı Kerîm böyle buyuruyor. Binâenaleyh Kur’ân-ı Kerîm'in teşvik ettiği bir hedefi sağlayan kurum mübarek, muhterem bir kurumdur.
Mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; "İlim öğrenin." diyor.
Nerede öğreneceğiz?
Mektepte öğrenilecek. Mektepler, ilmin öğretildiği müesseselerdir.
"Nefsinizi terbiye edin." diyor.
Nerede terbiye edeceğiz?
Onun da terbiye edildiği bir yer olması lazım. Terbiye edenler de muhterem kimselerdir. Terbiye edilen yer de güzel yerdir. Bunların güzelliğini de tarih kitaplarında görüyoruz, iftihar ediyoruz.
Mevlânâ! Mevlânâmız! Sadece bizim Mevlânâmız olmaktan çıkıyor; Pakistanlılar da, İranlılar da, Avrupalılar da sahip çıkıyorlar. Almanya’da kaç tane Alman Mevlevî dervişi gördüm. Mevlânâ'nın yolunda yürüyorlar ve onun emirlerine göre yaşantılarını sürdürüyorlar. Kaç tane İngiliz gördüm. Amerika'da böyle ne kadar aydın kimseler gördüm.
Bugün Avustralya'da başörtülü bir kimse gördüm. Bir arkadaşın dükkânının önünde oturuyorduk. Arabadan indi.
"Bakın burada bir başörtülü var. Tanıyor musunuz?" dedim. Bir tanesi;
"Bilmiyorum." dedi. Dükkânın sahibi;
"Ben tanıyorum." dedi. "Bu, 22 yaşlarında bir Avustralyalı kızcağızdır. Kendisi müslüman olmuş durumda. Annesi, babası, ailesi müslüman olmamış; onları da müslüman etmeye çalışıyor."
Çok sevdim; bu asil bir davranış. İçeri girdi, alışveriş yaptı. Arkadaşlara "İlgilenin." dedim. Onlar da benim İngilizce kitabımı getirdiler;
"Hocam! Bunu hediye edelim." dediler.
İmzaladık, hanım kıza verdik. Çok takdir ettim. Bunlar hepsi güzel haberler. Allahu Teâlâ hazretleri hakkı hak olarak görüp uymayı nasip etsin.
Demek ki cuma günü iyilik yapmaya daha da gayret edeceğiz. Kötülük yapmamaya daha büyük özen göstereceğiz, kötülük yapmaktan kaçınacağız. Çünkü bir de cumaya özel saygı göstermek lazım.
Cuma günü yapılan iyiliklerin neler olduğunu biraz düşünelim. Tabi hadîs-i şerîflerle ilgili olarak düşüneceğiz, konuşacağız. Ben şahsen üniversite profesörü, ilâhiyat profesörü olduğum halde kendi fikrimi söylemekten şiddetle kaçınıyorum. İstiyorum ki bütün sözler Kur’ân-ı Kerîm’den âyet olsun, Peygamber Efendimiz’in mübarek hadîs-i şerîflerinden birer cümle olsun. Ben şahsen bir şey söylemeyeyim, Kur’ân-ı Kerîm’in tercümanı ve nakledicisi olayım, Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinin anlatıcısı olayım istiyorum.
Cuma günü güzel işlerden bazıları neler olabilir?
Hadîs-i şerîf bilgilerimizi yoklayarak düşünelim:
Bir kere temizlik var.
Bu temizliğin en büyük yapılış şekli nedir?
Cuma abdesti, cuma guslü almak.
Cuma guslü, cuma abdesti ne demek?
Banyoya girmek; "Cuma guslü almaya niyet ettim." diyerek güzelce niyet edip tepeden tırnağa tertemiz, güzelce yıkanmak. Yağlar gidecek, ter kokuları gidecek; tertemiz yıkanacak. Sonra kullanılan güzel sabunlar saçlarında, vücudunda güzel hoş kokular meydana getirecek.
Saçları yapış yapış değil, kazık gibi değil, ipek gibi olacak. Oraya salladığı zaman bu tarafa sallanacak, bu tarafa döndüğü zaman o tarafa sallanacak. Tertemiz ve güzel olacak.
Tırnak kesmek, dişleri misvaklamak... Bunlar yüzyıllardan beri müslümanların uyguladığı temizlikle ilgili güzel şeyler. Ağzın temizliği, vücudun temizliği, koltuk altlarının temizliği, parmakların, tırnakların temizliği... Ne kadar güzel!
Peki, cuma günü bir insan bu temizliği yaparsa ne sevap kazanıyor?
Yedi günlük geçmiş günahı affediliyor, üç gün ziyadesiyle on gün ediyor; on günlük günahı siliniyor. Her cuma böyle abdest aldığı zaman günahları siliniyor, tertemiz oluyor. Ne kadar güzel! Zaten bir cuma namazı bir evvelki cuma namazıyla aradaki günahların silinmesine sebeptir.
Kadınlar cuma namazına gitmiyorlar. Onlara mükâfat yok mu?
Onlar da cuma abdesti alarak o sevabı kazanabilirler. Bir de Kehf sûresini okuyarak. Kehf sûresi Kur’ân-ı Kerîm'in ortasındadır; onbeşinci, onaltıncı cüzde.
Onu okurlarsa ne oluyor?
Yine on günlük günahları affediliyor, sevap kazanıyorlar.
Birincisi; sabah temizliği. Sabahleyin evinden çıkmadan önce bu temizliği yapacak. Sonra cumaya, camiye güzel elbiselerini giymiş olarak tertemiz gidecek.
İkincisi nedir?
Zikrullah. Zikrullah, Kur’ân-ı Kerîm'in ve hadîs-i şerîflerin biz müslümanlara çok şiddetle ve çok fazla miktarda tavsiye etmiş olduğu çok sevaplı ve çok kolay bir ibadettir. Çünkü en güçsüz, en hasta, hatta yatalak olan bir insan bile zikir yapabilir. Hatta felçli, konuşamayan insan bile içinden zikir yapabilir. Hem en sevaplı hem en kolay:
"Sevabı çok olunca zahmetli olması lazım. Çünkü ibadetin sevabı çok olanı zahmetli olanıdır." diye biliyoruz; genel kural bu. Ama zikrullah hem kolay hem de sevabı çok.
Onun için cuma günü mesela Peygamber Efendimiz’e 100 defa, bin defa salavât-ı şerîfe getirmek zikrullahtır.
Sübhâna’llâhi ve’l-hamdü li’llâhi ve lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm.
Sonra mübarek kelimeleri ihtiva eden ibareleri yüz defa söylemek:
Sübhânallâhi ve bi-hamdihî sübhânallâhi’l-azîm- ve bihamdihî estağfirullâh.
Bunlar hadîs-i şerîflerde tavsiye edilmiş zikirler.
Hasbüna’llâhu ve ni’mel-vekîl.
Allâhümme’rham ümmete Muhammedin rahmeten âmmeh.
Estağfirullâh el-azîm ve etûbu ileyh.
Bunun gibi zikirleri çokça yapmalıyız.
"Hocam! Bir sürü şey söylüyorsun. Ne zaman yapacağım?"
Bunlar iş yerine, dükkânına, okuluna giderken yolda yaptığın zaman çoğunu bitirebileceğin zikirlerdir. Sevabı kazanabilirsin. İş yerinde müşteri gelmediği zaman serbest olduğun zaman yaptığında kazanabileceğin büyük kazançlardır. Çok da şereflidir. Çünkü bir kul Allah’ı zikrederse Allah da o kulunu zikreder.
Fe’zkürûnî ezkürküm.
Onun için zikir, bizim mâneviyat ve tasavvuf yolumuzun, bütün tasavvuf yollarının birinci faaliyetidir. Sevabı çok olduğundan böyledir.
Demek ki zamanımızı zikirle geçireceğiz. Sabahleyin tertemiz gusül abdestimizi aldık, çıktık. Zamanımızı zikirle geçiriyoruz.
Sonra?
Cuma namazına erken gitmek çok sevap. İlk gidene "Deve kurban etmiş." gibi sevap veriliyor. Yedi kurban kadar. Sonra bir kurbana iniyor. Sonra daha az, sonra daha az. Artık imam hutbeye çıkıp konuşmaya geçtiği zaman melekler de onu dinleyecekleri için camiye gelenlerin ismini yazan defterler artık kapanıyor, geç kalmış oluyor. Erken gitmesi ve Cuma namazını kılması lazım.
Sonra?
Geçmişlerinin annesinin, babasının, dedelerinin, akrabasının, hocalarının, sevdiklerinin kabrini ziyaret etmesi… Ziyaret edemezse uzaktan Yâsîn, Tebâreke okumak, çeşitli sûreler okuyup hatim indirip sevabını onlara bağışlamak güzel olur.
Sonra?
Hasta ziyareti yapmak. Cuma günü hasta ziyareti son derece sevaptır. Hastalar hastanelerde boynu bükük, dertleriyle mücadele ediyorlar, dertleşiyorlar. Bir müslüman gidip onları ziyaret ettiği zaman gönülleri hoş oluyor. Gönül yapmak da Kâbe’yi yapmak gibi, tamir etmek gibi, imar etmek gibi sevaplı oluyor. Gönül yıkmak da Kâbe’yi yıkmak gibi günah oluyor. Bizim dinimizin esası bu.
Onun için birisi kalkıp da yüksek perdeden konuşup atıp tutup da müslümanların kalbini kırarsa binlerce Kâbe'yi yıkmış gibi oluyor. Müslümanların gönlünü hoş edecek sözler söyleyen de ne kadar sevap kazanıyor. Tatlı dilli olacak, kimseyi üzmemeye çalışacak. Hasta ziyareti güzel. Cuma gününde bunu da yapmaya çalışmalı.
Sonra?
Tabi fakir, yoksul insanlar var. Onlardan bildiklerimize yardım edeceğiz. Mahallemizdeki dul teyze, çocuğu şehit olmuş, annesi kalmış, evleri kira. Çarşıdan pazardan her şeyi alamazlar. Bunları komşuları bilir. Böyle kimselere, tanıdıklara, yakın çevreden başlayarak bildiği insanlara hayır ve sadaka yapmak. Akrabaya sıla-i rahim yapmak; hem ziyaret etmek hem de ihtiyacı varsa onun ihtiyaçlarını görmek.
Yardıma muhtaç kimselerin işlerini görmek. Mesela bizim burada dil bilen, mevzuatı bilen kardeşlerimiz oluyor. Buraya yeni gelmiş olduğu için dil bilmeyen, derdini anlatamayan, istediğini söyleyemeyen kimseler oluyor. Bilenler onları arabalarına alıyorlar, gidiyorlar, onun işini görüyorlar.
Hâceti olan bir kardeşin işini görmek de İslâm'da çok önemli:
"Kim dünyada bir müslüman kardeşinin işini görürse Allah da âhirette sıkışık zamanda onun hâcetlerini görür, dileklerini kabul eder, işini görür, onu sevindirir."
Onun için müslümanları sevindirmeye gayret etmeli.
Annesi babası sağsa ziyaret etmeli. Gidip onların ellerini öpmeli, duasını almalı. Çünkü Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
"Bir adam, bir kişi, annesine babasına yetişmişse..."
Bu ne demek?
"Adam olduğu zaman, büyüdüğü zaman annesi babası hâlâ sağsa" demek. Çünkü bazen anne baba küçükken vefat ediyor. Çocuk da onları pek tanıyamıyor, hizmet imkânını bulamıyor. Küçük olduğundan hizmeti de bilmiyor. Ama hizmet çağına geldiği halde büyüdüğü, iş güç sahibi olduğu zaman annesi babası sağsa... "Annesine babasına erişmesi" bu. Veya bir tanesine; sadece babasına, sadece annesine; birisi daha önce ölmüş de ötekisi sağ olabilir. Babası sağ, babasına hizmet ediyor. Annesi babası sağ; ikisine birden hizmet ediyor. Yok, babası vefat etmiş de sırf annesi kalmış; annesine hizmet ediyor.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"Ana babasına yahut bir tanesine eriştiği halde o evlat cenneti kazanamamışsa Allah onu ne yapacaksa yapsın; rahmetinden uzaklaştırsın, burnu yerde sürtsün, cezasını versin!" diyor. Anne babaya güzel hizmet edip duasını alıp cenneti kazanmak varken onu yapmadığı için Peygamber Efendimiz; "Her şeye müstahaktır." demiş oluyor.
Demek ki anneleri babaları sağ olan kardeşlerimiz gidecekler, anne ve babalarına sevgilerini, saygılarını sunacaklar, ellerini öpecekler, dualarını kazanacaklar.
"Benim annem, babam şöyle, böyle."
Tamam, Annen baban ne olursa olsun, sana günahı emretmediği müddetçe ona evlatlığını güzel yapmaya devam et. O sana nasıl davranırsa davransın; sen ona iyi davran, Allah’ın rızasını kazan.
"Ben bütün kalbimle, bütün iyi niyetimle iyi davranıyorum da o bana şöyle yapıyor, böyle yapıyor, beni anlamıyor; benim Müslümanlığıma kızıyor veya benim İslâm'ı yaşamamı uygun görmüyor. Bana İslâm dışı şeyleri yaptırmak istiyor. Tabi ben de imanım dolayısıyla onu yapmak istemiyorum."
Tamam, sen evlatlığını güzel yaparsan o kabul etmezse o zaman sorun onun sorunu olur. Allah sana sevabı verir. Onlar artık iyi bir anne baba olmadığı için hesabını Allah’a verecek. Demek istiyorum ki her ne olursa olsun anne babanıza iyi muamele edin.
İslâm'a göre anneden babadan daha kıymetli kimseler de var.
İslâm’a göre anneden babadan daha kıymetli kimseler kimlerdir?
İnsanın hocasıdır; kendisine cennet yolunu gösteren, güzel ahlâkı öğreten kimselerdir. Tabi onlara da, o ilmiyle âmil Allah'ın mübarek kullarına da olanca hürmeti göstermesi lazım. Anne baba gibi onu da sevip sayması lazım.
Bu hadîs-i şerîfin içinde güzel güzel işaretler, hepimizin alacağı ibretler var. Hepimiz bu ibretleri alalım, bu işaretleri anlayalım ve bu sevapları kazanmaya çalışalım.
Hadîs-i şerîfi daha yakından öğrenmek isteyen olursa Râmûzü’l-ehâdîs'in 383. sayfasının 9. hadîs-i şerîfi.
Allah hepinizden razı olsun.
Hepinizi Peygamber Efendimiz’in şefaatine erdirsin. Fitnenin, fesadın, küfrün, şirkin, günahın çok olduğu şu asırda Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılıp sünnet-i seniyyesi yolunda, Kur’an yolunda yürüyüp şehit sevapları kazanmayı Allah cümlemize, cümlenize nasip eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.