es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü ikrâmı, ihsanı cümlenizin üzerine olsun. Sevdiklerinizle beraber Allah sizi dünyada ve âhirette mesut ve bahtiyar eylesin.
Bugünkü sohbetimde gerçek imanla ve gerçek imanın tezâhürü olan dış durumlarla ilgili hadîs-i şerîfleri size nakletmeyi uygun gördüm.
Birincisi:
Ebû Said el-Hudrî radıyallahu anh hazretlerinden İbnü'n-Neccâr'ın rivayet ettiğine göre, [Peygamber Efendimiz] imanı şöyle tarif buyurmuş:
el-Îmânu es-salâtü. Fe-men ferrağa lehâ kalbehû ve hâfaza aleyhâ bi-ciddihâ ve vaktihâ ve sünenihâ fe-hüve mü'minün.
İlginç bir ele alış... Peygamber Efendimiz'in namazı bu tarzda ele alması, namazın ne kadar önemli olduğunu gösteren önemli bir belge...
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz;
el-Îmân. "İnanç dediğimiz şey." es-Salâtü. "Tamamen namazdır."
"Bu buna eşittir" gibi bir ifade... Arapça'da düz bir cümlede -el-Îmânu salâtün- ikinci kelime yani yüklem durumunda olan kelime elif-lâmlı gelmez. Elif-lâmlı gelirse tahsis ifade eder, özel bir mânası vardır.
el-Îmân es-sâlatü demek, "İman demek, namaz kılmak demektir. Bu kadar namaz önemli!" mânasına geliyor; es-salâh diye târifli, elif-lâmlı geldiği için.
Demek ki iman, "namaz" demekmiş; müslüman kardeşlerimin namazları kılması gerekiyormuş.
Devamında Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Fe-men ferrağa lehâ kalbehû. Bu ifade; "Kim namaza kalbini tamamen açarsa, ona hazır hâle getirirse; kalbini başka şeylerden temizler de tamamen namaza gönül verirse, gönlüne namazı yerleştirirse..." demek olabilir.
"Gönülden, kalbinden namazı iyice sever, kalbine namaz sevgisini iyice yerleştirirse..."
Ve hâfaza aleyhâ bi-ciddihâ. "Bütün gayretiyle, ciddiyetiyle namaza devam ederse..."
Hâfaza-yuhâfizu-muhâfazeten, "devam etmek" demek, "müdâvemet" mânasına geliyor. "O şeyin peşini hiç bırakmadan hıfz etmek, aynı kuralı yürütmek" mânasına...
Bu arada tabii Türkçe tenkitlerimize geçelim:
Kötü bir şey söylendiği zaman Türkçe'de, bir kimsenin yanında, mesela;
"Falanca adama bir araba çarpmış, dokuz takla atmış, on beş yerinden kırılmış, hastaneye kaldırılmış..."
Hemen diyorlar ki;
"Allah muhafaza!"
"Allah muhafaza..." bir kere cümle olarak yarım bir cümle oluyor. Öyle değil, yanlış olduğu oradan da belli. "Allah muhafaza..." Eğer "muhafaza" sözü alınırsa "Allah devam ettirsin" demek olur. Yani tamamen ters bir mâna... "Bu kazalar peş peşe devam etsin." gibi oluyor.
İbârenin aslı nasıl?
Allâhümme'hfaznâ.
Allâhümme sözü ihfaznâ sözüne bağlandığı için Allâhümme'hfaznâ oluyor, halk da onu "Allah muhafaza" sanıyor. "Allah muhafaza" diye bir cümle zaten doğru olmaz. Allâhümme'hfaznâ, "Yâ Rabbi! Sen bizi ondan koru!" demek.
Aynı kökten, hafize-yahfazu-hıfz kökünden, mufâ'ale bâbına girince hâfaza-yuhâfizu-muhâfazaten, "müdâvemet" mânasına geliyor.
Ve men hâfaza aleyhâ. "Kim namaza devam ederse..."
Yani bir kılıp bir bırakmak değil,
"Ömrü boyunca devam ederse, sımsıkı sarılırsa ve bu âdeti kendisinde muhafaza ederse, bırakmazsa..."
Bi-ciddihâ. "Bütün gayretiyle, bütün ciddiyetiyle namaza sarılırsa..."
Çünkü namaz çok önemli bir ibadet. Ben de bu hadîs-i şerîfi okuyarak onu vurgulamaya çalışıyorum. Bir başka hadîs-i şerîfte; "Namaz mü'minin mirâcı" deniliyor. Bir de; "Namaz dinin direği" deniliyor. Burada da bu bilgilerin destekçisi bir başka ifade ile Efendimiz namazı anlatıyor.
"İman demek namaz demektir.Kalbini kim namaza tamamen açarsa, kalbine namazı yerleştirirse, tam mânasıyla gönlüne yerleştirir de namazı tam severse ve bütün ciddiyetiyle namaz kılmaya devam ederse..."
Yani bir kılıp bir bırakmak değil, devamlı olmak. İbadetin devamlısı makbul.
Aziz dinleyiciler!
Hem kendiniz, hem yakınlarınız ve dostlarınıza, hem de ulaşabildiğiniz her müslümana, herkese;
"Namaz öyle gelip geçici bir ibadet değildir. Namaz mü'minin mirâcıdır, çok şereflidir. Namaz kılınca insan Allah'ın huzuruna çıkmış oluyor. Bunun zevkini kavramak lazım, büyüklüğünü anlamak lazım. Aman namaza devam edelim!" demeli ve teşvik etmeli.
"Buyurun namaza beraber gidelim. Gel kardeşim namazı kılıverelim, ondan sonra sohbet ederiz."
"Hadi abdestini al bakalım yavrum." diyerek etrafımızdaki insanları namaz kılmaya teşvik etmeliyiz, destek olmalıyız.
Onların kıldığı namazlardan da tabii sevap kazanacağız.
Buradaki ifade çok önemli:
el-Îmânu es-salâtü. "İman namaz demektir."
İmanlıysa mutlaka namaz kılacak ve kalbine namazın sevgisini yerleştirecek. Bir de bütün ciddiyetiyle, gayretiyle, olanca gücüyle namaza devam edecek.
Ve vaktihâ. "Vakitlerine." Ve sünenihâ. "Sünnetlerine..."
"Kim bütün ciddiyetiyle sımsıkı sarılarak devam ederse..."
Fe-hüve mü'minün. "İşte mü'min kimse o kimsedir."
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
O zaman, çeşitli şeytânî aldatmacaları aşalım, şeytana aldanmayalım! Şeytan bizi kandırıp da karşımıza geçip ondan sonra kıs kıs gülmesin. "Bak aldattım, bu müslümanı Allah'ın sevmediği duruma düşürdüm." dedirtmeyelim.
Diyarbakırlı Said Paşa'nın manzûmesinde;
Üstüne güldürme öyle düşmen-i bed-sîreti
dediği gibi, o kötü gidişli düşmanı karşımıza geçirtip kendimize güldürtmeyelim. Namazı kılalım. Hem de kalbimizi açarak, kalbimizin tahtına namaz sevgisini yerleştirerek, bütün ciddiyetimizle namazı kılmaya gayret edelim.
Namaza devam hususunda kendinizi yoklayın, gayrete getirin. Hanımınızı teşvik edin. Çoluk çocuğunuzu teşvik edin. Çevrenizi teşvik edin.
Namazı sevmiyorsanız, neden sevmediğinizi kendi kendinize tahlil edin;
"Ben namazı niye sevmiyorum? Şeytan bana bunun neresini soğuk göstertiyor?
Bu kadar faydalı bir şey... Elimi ayağımı yıkıyorum; serinlemek olsa o bile kârdır. Temizlik olsa, elimin ayağımın yıkanması, yüzümün yıkanması; o bile ne kadar kârlı... Bir de eğilip kalmak, belli zamanlarda beden hareketi; ne kadar güzel... Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkıyor, Cenâb-ı Hak ile münâcaat eyliyor, mü'minin mirâcı..."diyerek, namazın güzelliklerini anlamaya çalışıp kılmalıyız.
Söylemek istediğim şeylerden birisi bu.
Ramazan'da namazlarınıza dikkat ettiğiniz gibi Ramazan'dan sonra da aynı şekilde dikkatli olun!
İkincisi:
el-Îmânu ve'l-amelü şerîkâni fî karnin lâ yakbelu'llâhu teâlâ ehadehümâ illâ bi-sâhibihî.
Bu hadîs-i şerîfi Deylemî, Hz. Ali Efendimiz'den rivayet etmiş.
Bu hadîs-i şerîfi Hz. Ali Efendimiz'i özel olarak sevenlere ithaf ediyorum.
Ne buyuruyor Peygamber Efendimiz?
el-Îmânu ve'l-amelü şerîkâni. "İman etmek, inanç ve amel eylemek..."
Yani ibadet, icraat; inancına göre davranışlarda bulunmak, hareket etmek.
"Bu ikisi..."
Şerîkâni fî karnin. "Aynı zamanda bir arada ortaktırlar."
Bir arada bulunurlar. Aynı anda ikisinin birden insanda olması lazım. Hem iman olacak hem de imanına göre icraat olacak, imanına göre yaşam olacak.
Lâ yakbelu'llâhu teâlâ. "Yüce Allah, Rabbimiz, âlemlerin Rabbi, her şeyin Rabbi, her şeyin hâliki, sahibi, râzıkı, Mevlâmız kabul etmiyor." Ehadehümâ. "Bunlardan sadece birisini..."
Sadece imanı veyahut sadece ameli... İmanı var; icraatı, ameli yok. Ameli var ama imanı yok. 100 rekât namaz kılıyor ama inançsız. Neden kılıyor bilmem; ama yapıyor. Veyahut oruç tutuyor veyahut şunu yapıyor; ama inancı yok...
Birisini ötekisi olmaksızın, beraber olmaksızın kabul etmez.
İllâ bi-sâhibihî. "Ancak beraber olursa kabul eder."
İmanı da olacak, imanına göre icraatı da olacak. İkisi birden olduğu zaman Allah kabul eder; tek tek kabul etmez.
"İmanım var, benim kalbim temiz!"
Temiz ama kardeşim, bak Allah'ın sadece imanı kabul etmeyeceğini Peygamber Efendimiz burada bildiriyor.
Bakın hadîs-i şerîfler bizim ne kadar yanlışlarımızı düzeltiyor. Bizim kahve kültüründe, halk arasındaki avam sohbetlerinde "Kalbim temiz, yeter." gibi bir yetinme duygusu, tatmin duygusu yaygın. Herkes böyle söylüyor:
"Benim kalbime bak kardeşim, benim kalbim temiz."
Her türlü şeyi yapıyor, günahı işliyor, her türlü iyi işi yapmamakta da tembelliğe devam ediyor; ondan sonra, "Benim kalbim temiz." diyor ve Allah'tan umuyor. Ama Allahu Teâlâ hazretleri -kalbin temizliğinden öteye, iman daha yüksek bir şey- imanı var ama ameli yoksa onu kabul etmiyor. Yani ille amel de olacak.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Biliyorum, mü'minsiniz, Allah'a inanıyorsunuz, Peygamber Efendimiz'i seviyorsunuz, Kur'ân-ı Kerîm'e bağlısınız. İmanınızda şüphem yok, tamam, mü'minsiniz. Hatta ben biliyorum ki meyhanede içki içen sarhoş bile, falanca yerde falanca günahı işleyen kimse bile, konuştuğun zaman; "Allah Allah..." insanı hayrete sevk edecek kadar sağlam sözler söylüyor.
Bir keresinde ben Ankara'ya gidiyordum. İstanbul'da uçağa bindim. Uçak tıklım tıklım dolu. Yanımda bir boş yer var, sanki sadece onu bekliyoruz... Herkes yerine yerleşmiş, bir müşteri benim yanıma gelecek, oturacak. Ben de "Kim bu?" filan diye merak ediyorum. Arka taraftan, en son anda -zaten sarhoşluğundan dolayı sona kalmış galiba- çok zilzurna sarhoş bir adam geldi.Leş gibi -tabii içmeyene kokusu çok çirkin geliyor- içki kokuyor. Korkunç içmiş. Sallana sallana geldi, yanıma oturdu. Bir de döndü bana baktı; ben sakallıyım...
"Es-selâmu aleyküm hocam!" dedi.
Ne diyeyim, selam verdi.
"Aleyküm selam." dedim.
Ondan sonra başladı... Çok fena halde sarhoş... Onun için yüksek sesle konuşuyor. Bütün uçaktakiler duyuyorlar. Artık o 165 kişilik uçaklar mıydı neydi, bilmiyorum. Bir tarafta iki sıra, bir tarafta üç sıra, beş kişi bir sırada oluyor, o uçaklardandı... Artık uçakların hangi modeliyse... Yani 160-170 kişilik uçaklardan... Tıklım tıklım dolu; akşam vakti, pazar günü Ankara'ya gidiyoruz. Son uçak galiba... Artık bir başladı:
"Hocam, sen beni hor görme."
"Tamam, hor görmüyorum."
"İşte ben de mü'minim..."
"Mâşaallah..."
"İşte bu insanlar böyle... İslâm'ın kıymetini bilmiyorlar..."
Öyle laflar söyledi ki... Bana fırsat verseler hoca olarak, Ankara'ya kadar gidiyoruz, 45-50 dakika, "Hocam şurada mikrofonu al, vaaz ver." deseler; dini öven, İslâm'ın güzelliğini anlatan neler söyleyeceksem o sarhoş onların hepsini söyledi! Zaten sarhoş olduğundan çok samimi olarak da söylüyor...
Garip bir de sarhoş oldu mu hancı,
Bütün dertlerini der yavaş yavaş
gibi bir şiir hatırlıyorum. Artık olduğu gibi içini samimi olarak söylüyor.
İmanı var ama sarhoş...
Muhterem kardeşlerim!
Demek ki kimseyi hor görmemek lazım. Hiç beğenmediğin, dış görünüş itibariyle günahlı bir durumda olduğu için sevemeyeceğin insanda bile iman olabilir. O da mü'min; ne sebeple o günaha bulaşmışsa bulaşmış...
Tabii günahı mâzur görmek mümkün değil, günahı sevmek mümkün değil; günah sevilmez. Ama günahkâra acımak lazım. Günahkârı günahtan kurtarmaya çalışmak lazım. Günahkâra kızmamak, acımak lazım. Her mü'minin; "Bu günahkârı şeytan kandırıyor, yazık! Bu hâliyle giderse cehenneme düşürecek, mahvedecek; aman bunu kurtarayım!" diye çalışması lazım.
İşte burada böyle kimselere de açıkça söyleyeceğimiz bir şey:
İman yetmiyor kardeşim. İmanın güzel ama güzel icraatın da olacak. Amel olacak, ilmiyle, bilgisiyle imanın gereği olan icraatı da yapacak.
İmanın gereği nedir?
Açık, kısa kısa özetlenmiş. Kitaplarda da teferruatlı bilgiler verilmiş.
Bir müslümanın namaz kılması lazım; kesin.Ama pek çok müslüman kılmıyor. Zenginse zekât vermesi lazım. Hacca gitmesi lazım. Oruç tutması lazım. Bazıları tutuyor da bazıları tutmuyor...
Mesela bu sefer çok hayret ettim: Burada bir kardeş vardı, söylediler; bu Ramazan'da oruç tutmamış. Vah yazık!..
Niye tutmadı?
Allah cezalandırmış ki orucu nasip etmemiş.
Bir insan bir orucu tutmuyorsa, bir ibadeti yapamıyorsa Cenâb-ı Hak onu cezalandırdığı için yapamıyor demektir. Çünkü sonunda cezaya çarpılacak. Onu yapmamakla cezaya çarpılmanın şartları oluşuyor.
Onun için, aslında hemen o zaman uyanması lazım. Ama şeytan işte insanı bir yakaladı mı bir yerden, İslâm'ı sevdirtmemeye başlıyor. Önce ibadeti sevdirtmiyor. Ondan sonra biraz daha üstüne yüklenirsen, bu sefer seni sevmiyor, müslümanları sevmiyor, derken imanı sevmiyor, derken Kur'an'ı sevmiyor, derken mahvolup gidiyor... Kâfir, dinsiz, imansız olarak bir yerde hayatı noktalanıyor, mahvolup gidiyor...
Bana bir yakınım telefon etti, diyor ki;
"Bir kadın var, başını örttü, kapandı; kocası başladı dövmeye..."
Hani çağdaşlık? Hani kadınlara el kalkmazdı? Hani centilmenlik vardı? Hani kadın hakları vardı? Hani feminizm vardı? O kadının inancına göre başını örtmesi... Kocası olduysa kocası oldu, ne olmuş? Karışmaya ne hakkı var?
Dövüyormuş... Kur'ân-ı Kerîm'i yerlere atmış, üstüne basmış, hakaret etmiş. Tam kâfirlik yani... Kur'an'a da inanmıyor. Şeytan bak ne noktalara getiriyor. Hem insâniyetten çıkartıyor -çünkü karşısındakinin hürriyetlerine müdahale ettiriyor, barbarlık...- hem de ondan sonra Allah'ın kelâmını ayaklar altına aldırıyor. Aslında kendisini mahvediyor. O anda kendisi mahvoluyor, Allah'ın kahrına gazabına uğruyor.
"Çoluk çocuğu, bir de kızı var; o da babası gibi, o da annesine karşı."
Fesübhanallah! Bizim Türkiye'de ne oluyor ki insanlar şehit torunları, mü'minlerin evlatları, ahâlisinin %100'e yakın kısmı müslüman olan Türkiye'de ne hâle geldik!
Nereden böyle oldu?
Müstehcen dergilerden, gazetelerden, bozuk yayınlardan, yalan yanlış sözlerden insanlar ne noktaya getirilmişler. Bu da tabii, her konuşmacının vebali...
Bizim profesör büyüklerimizden, imtihanlarımıza, jürilerimize girenlerden bir tanesini sordum;
"Ne oldu falanca hocam?" diye.
Seccadesinden kalkmıyormuş, boyuna kaza namazı ödüyormuş.
Nasıl sevindim, nasıl hoşuma gitti! Zaten ciddi bir hanımefendi, alim bir üniversite hocasıydı. Çok memnun oldum, dualar ediyorum, Allah razı olsun.
İnsanlar değişebilirler.
Onun ona; "Sen cehennemlik olacaksın!" demesi doğru değil.
Ama yazar bu sefer de cevapta diyor ki;
"Zaten ben Allah'ın rızasını ummuyorum, cenneti de istemiyorum, cehennemden de korkmuyorum!"
Bu da küfrü, bir oyunun içinde insanların, seyredenlerin, duyanların kafasına sokmak demek. Bu da çok yanlış bir şey!
İnsan cenneti, mutluluğu, âhireti, âhiretteki ebedî saadeti istemezse; dünyada güzelliği, adaleti, mutluluğu istemezse o insan mahvolmuş demektir. Böyle bir yürek, böyle bir zihniyet, reklamı yapılacak bir zihniyet değil!
Ama maalesef işte böyle oyunlarla, romanlarla, filmlerle insanların kafası bozuluyor, bozuluyor, bozuluyor; sonunda insanlar birbirlerine hücum eden, döven, kıran geçiren, ezen, -barbarlaşıyorlar- kötü insanlar oluyorlar. Bu da toplumun bir [problemi...]
Mesela Avustralya toplumunda, bir adam bir kadını dövsün; bütün Avustralya hükümeti peşine düşer! Adamı cezalandırırlar. Bir defa döver, polise şikâyet [edildi mi] ikincide dövdüğünün haberi gelirse hapse atarlar. Kesin!
Ama Türkiye'de dövülüyor, sövülüyor, hakarete uğruyor, çok çeşitli haksızlıklar yapılıyor... Âdet olmuş. Hatta kendisine haksızlık yapılan da sesini çıkartmıyor, hakkını da aramıyor. Acayip bir şey! İçtimâî terbiyemizde çok eksik taraflar var.
Üçüncü hadîs-i şerîf:
el-Îmânu nısfâni: Nısfun fi's-sabri ve nısfun fi'ş-şükri.
Deylemî, Enes radıyallahu anh'ten rivayet etmiş.
İmanın tezahürü ne olacak?
Bir insan, bir kadın, bir çocuk, bir delikanlı, neyse; "Ben mü'minim" diyor. Bunun sonucu ne olacak, hayatta bu nasıl görünecek?
Deminki hadîs-i şerîflerden:
İmanına göre icraatı olması lazım. Müslümanca yaşantısı olması lazım. Bir kere namazı kılması lazım; namaz dinin direği... Bunları anlıyoruz.
Burada da neyi anlıyoruz?
el-Îmânu nısfâni. "İman iki kısımdır."
Yarı yarıya iki yarımdan meydana gelir, iki yarımdır.
Nısfun fi's-sabri. "Yarısı sabırdadır." Ve nısfun fi'ş-şükri. "Yarısı da şükürdedir."
Bir insanın cennetlik olması için dünyadaki, İslâmî yaşantısındaki olayları iki grupta toplamak mümkündür.Bir kısmı üzücü olaylardır; tahammül edilmesi, diş sıkılması gereken olaylardır, sabrı gerektiren olaylardır. O sabırdan dolayı mü'min sabrederse sevap alır.Misal: işte oruç; sabır.
Yemedi içmedi... Sonra başka ne sabırdır?
Mesela cihat, sabırdır.
Sonra başka ne sabırdır?
Sen İslâm'ı yaşamak istiyorsun, kâfir de seni ezmek istiyor; kâfirin cevr ü cefâsına sabır. Dünyadaki kaderin cilvelerine sabır. İnsana fakirlik gelir, yorgunluk gelir, hastalık gelir... Sabır sabır sabır...
İşte müslüman bunlardan sevap kazanır.
Demek ki sevap kazanmak için sebeplerin yarısı sabır. Sabırdan sevap kazanır, cennetlik olur.
Yarısı da nereden?
Şükür.
Cenâb-ı Hak nimetler veriyor; yiyecekler, içecekler, sağlık, âfiyet, çoluk çocuk, akraba, eş dost, samimi arkadaşlar veriyor... İnsan yeri gelince her birisiyle ayrı mutlu oluyor.
"Çok şükür yâ Rabbi! Çok şükür yâ Rabbi! Çok şükür yâ Rabbi!"
Bir müslüman şükrettikçe de sevap kazanır, sevap kazanır, sevap kazanır...
Ramazan'da gündüz oruç tutuyorduk, sevap kazanıyorduk; akşam iftar ediyorduk, nimetlere "Elhamdülillah!" diyorduk, dua ediyorduk, şükürden sevap kazanıyorduk. Hayat boyunca da böyle, sadece Ramazan'da değil. Mutlu olaylara şükredince sevap kazanırsınız; sıkıcı, üzücü, baskılı olaylara da tahammül edince, sabredince sevap kazanırsınız. Hem sabırdan sevap hem şükürden sevap vardır.
Onun için, "İman iki bölüktür. Bir bölüğü sabırdadır, bir bölüğü şükürdedir." buyuruyor Peygamber Efendimiz.
O halde müslüman kardeşlerim!
Siz de başınıza gelen olaylara bakın. Sevindirici olaylarsa; "Yâ Rabbi! Çok şükür!" deyin. Çünkü her şeyin, mukadderâtın bütün kararları Cenâb-ı Hak'tan... Onları nasip eden Allah. Sevindirici şeyleri veren Allah. Allah'a şükredin.
Üzücü olaylar; ölüm, hastalık, dert, sıkıntı, heyecan... Onlar da Allah'ın imtihanı. Peygamberlere de gelmiş.
Eyyüb aleyhiselâm'ı duymadık mı?
Ne kadar sabretmiş, kaç yıl rahatsız yatmış, neler çekmiş... Peygamber, Allahu Teâlâ hazretlerinin sevgili kulu, Eyyüb aleyhisselam ne kadar sıkıntı çekmiş.
Sıkıntılardan da insan sevap kazanıyor.
O halde mü'min olarak, başımıza sıkıcı olaylar gelince gevşemeyeceğiz. Bileceğiz ki oradan da sevap kazanılıyor; tahammül edeceğiz, "imtihandır" diyeceğiz. Yine imanımız, zevkimiz, şevkimiz aynen devam edecek.
Hatta ârif kullar, evliyâ, Allah'ın sevgili, mübarek kulları belalardan, musibetlerden sabredince daha çok mükâfat geldiğini bilirler, onlara daha çok sevinirler. Çünkü rahat vakit geçirdiği zaman oradan bir şey yok; ama sıkıntılı vakit geçirip de tahammül ettiği zaman, Allah sabredenlerle beraberdir. Duymadınız mı;
İnna'llâhe mea's-sâbirîn.
"Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir."
İnnemâ yüveffe's-sâbirûne ecrehüm bi-ğayri hisâb. "Allah sabredenlere ecr ü sevaplarını, mükâfatlarını hesaba sığmayacak kadar çok çok verecek.
Onun için, büyük evliyâullah ve Allah'ın mübarek kulları, peygamberler çok sabırlar etmişlerdir. Nuh aleyhisselâm'ın kavmine sabrı... Musa aleyhisselâm'ın Firavun'un zulmüne sabrı... İbrahim aleyhisselâm'ın Nemrud'a karşı, çeşitli zulümlere karşı sabrı... İsa aleyhisselâm'ın ve havârîlerin sabırları... Peygamber Efendimiz'in ve ashâbının çeşitli çeşitli sabırları... Onları göz önüne getireceğiz.
Tabii şükredilecek olaylarla da karşılaşınca bileceğiz ki onları Cenâb-ı Hak gönderdi, nasip etti; "Çok şükür bu nimetlere yâ Rabbi!" diye içten, cân u gönülden şükran duygusuyla dolacağız. Rabbimiz'e karşı sevgimiz artacak.
Diğer bir hadîs-i şerîf:
el-Îmânu afîfun ani'l-mehârimi afîfun ani'l-metâmi'i.
Hulvânî rivayet etmiş.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"İman..." Afîfun. "İffetlidir, tokgözlüdür..." Ani'l-mehârimi. "Haramlara karşı..."
"Haram olan şeylere karşı iman tokgözlüdür."
Yani aldırmaz, istemez, o tarafa meyletmez. Şurada tatlı tatlı haramlar, zevkler, eğlenceler, keyifler var; mü'min o tarafa meyletmez.
Neden?
"Onlar günah, haram" diye onlara karşı iffetli davranır, yaklaşmaz.
Afîfun ani'l-metâmi'i. "İman tamahlardan da afiftir."
Mü'min tamahkârlıklara da düşmez, süflî tamahlara da tenezzül eylemez. İmanlı olan bir insanın davranışı asaletlidir. İmanlı insan müstağnî tavırlıdır. Karşısına haram şeyler geldiği zaman kale gibi sağlam durur.
"Buyur kardeşim..."
"Yok, teşekkür ederim. Bunu bana teklif etme; ben mü'minim, ben böyle haramlara bulaşmam!"
"Yahu ye işte! Rüşveti aldık, beş arkadaş, dairede bir tanesi de sensin; al bunun da beşte biri senin!"
"Yok! Ben öyle rüşvet müşvet, haram maram yemem." [diyor,] kale gibi gayet sağlam duruyor.
Sonra tamahkârlıklara da, ummalara da, heveslenmelere de, gönlün süflî meyillerine karşı da iffetlidir, onlara da tenezzül etmez. Herkes tamah eder, olmadık şeyi yapar. "Falanca adam bana biraz menfaat sağlayacak, filanca adam belki şunu verecek..." diye, tamahkârlığından dolayı çok yanlış işleri yapar. Mü'min öyle yapmaz, tamah etmez.
"Ya bunu böyle yaparsan kardeşim eline çok şeyler geçecek..."
"Hayır, istemem! Ben haramdan kazanç istemem, haramdan menfaat istemem."
"Yahu sana deniz kenarında bir yalı alacağız! Son model Mercedes alacağız, 500 Mercedes..."
"İstemem!"
Haram olduktan sonra, Allah'ın sevmediği yol olduktan sonra...
Mü'min iffetlidir.
İşte bu da, cazibeli günahlara, tamahkârlıklara, menfaatlere karşı direnebilmek de imandandır. İman bu demektir.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
O halde, şeytan bazı şeyleri karşımıza süsleyerek çıkartırsa, "Ye bunu! İç bunu! Yap bunu! Gel buraya, işle şunu!" diye; imanlıysak, "Hayır, ben yapmam!" diyebileceğiz, diyebilmeliyiz. İmanın gereği budur, mü'min böyle yapar; "İstemiyorum!" der.
"Ne biçim adamsın sen ya! Yirmibirinci yüzyılda böyle adam olur mu? Ne kadar safsın! Herkes balıklama atlıyor böyle şeye..."
"Herkes balıklama atlayabilir; ben mü'minim, ben âhirete inanıyorum. Ben haramlardan uzak durmaya ahdetmişim, Allah'ın buyruğunu tutmaya niyet etmişim. Allah'ın verdiği helaller bana yeter, ben haramlara tenezzül etmem!"
Mü'min Allah'tan korkar; menfaatli de olsa haramlara, günahlara, herkesin tamah ettiği şeylere yanaşmaz.
Ve nihayet en yüksek durum, bu sohbetimdeki son hadîs-i şerîf:
Deylemî ve İbnü'n-Neccâr rahmetullahi aleyhimâ, Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten rivayet etmişler.
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz;
el-Îmânu fî kalbi'r-raculi en yuhibba'llâhe azze ve celle.
"Mü'minin gönlünde iman; aziz ve celil olan -çok izzetli, çok celâlli olan; sonsuz izzet, sonsuz celâl sahibi olan- Allah'ı sevmesidir."
"Adamın kalbinde..."
Adam da tabii, kadın da; hepsi girer. Burada "kişi" demek. Arapça'da racul, "adam" demek; ama kişi makamında kullanılıyor. Erkek olsun kadın olsun...
"Kalbinden..."
Kalp de "gönül" demek.
"İçinden, gönlünden aziz ve celil olan Allah'ı seviyorsa, işte o mü'mindir."
O sevgi uyanmamışsa iyi mü'min değildir.
Şimdi siz kendinizi ölçün.
Şöyle ölçün, aziz ve sevgili dinleyiciler:
Neyi seviyorsunuz?
Sevdiğiniz basit şeyleri kâğıda yazın.
"Tarçınlı sütlacı seviyorum."
"Tavuk göğsünü seviyorum."
"Kaymaklı kadayıfı çok seviyorum."
"Sıcak günde, buzdolabında soğumuş karpuzu çok seviyorum."
"Kış gününde sabahleyin sütü, sahlebi çok seviyorum."
Basitinden yükseğine doğru sevdiğiniz şeyleri sıralayın.
"Hanımımı çok seviyorum."
"Annemi daha çok seviyorum, babamı daha çok seviyorum."
İnsanın sevdiği şeylere karşı davranışları bellidir. Sevdiği bir şeyi almak ister. Parası olsa hemen gidip alacak. Hemen sahlebi içecek. Hemen karpuzu alacak. Hemen baklavayı alacak. Yani alıp, elde edip onu yemek ister.
Çocuklar arabayı çok seviyor; annesine babasına yalvarıyor:
"Büyüdüm artık, ehliyeti aldım; ne olur bana güzel bir araba... BMW olsun, spor olsun, şöyle olsun, böyle olsun..."
"Yapma evlâdım, etme evlâdım, biraz daha [dur!]"
"Yok, çok istiyorum!"
İnsan sevdiği şeyi içinden istiyor.
İnsanın içinde hakikî iman varsa Allahu Teâlâ hazretlerini sever.
Ama ben size toplumu az çok tanıyan, toplumla ilişkileri çok olan bir insan olarak söyleyeyim, siz de kendinizi yoklayın, etrafınızdaki insanları yoklayın:
Bir sütlacı, bir kaymaklı kadayıfı, kâğıdın üzerine yazdığınız bir şeyi sevdiğiniz kadar canlı bir şekilde acaba sevginiz Allahu Teâlâ hazretlerine karşı nasıl?
Onu bir ölçün.
Pek öyle bariz bir şey yoksa;
"Ben bu sevgiye 'yok' demeye utanıyorum ama 'var' da diyecek bir alâmetini görmüyorum."
O zaman utanın! Utanın ki her türlü güzelliğin sahibi olan Allah, her türlü güzelliği yaratan Allah, her türlü kemâlâta, güzelliklerin doruğuna, en yüksek noktasında, en fazla miktarda sahip olan âlemlerin Rabbi Allahu Teâlâ hazretlerini sevememişsiniz!
Bu neden oluyor?
Tanımamaktan oluyor. Tanımadığı için, görmediği için, düşünmediği için...
"O konuda hiç düşünmedim hocam!"
Pek çok kimse düşünmediği için sevmiyor.
Tabii laf olarak küçük çocuklara -en küçükten- annesi babası, anneannesi, babaannesi, dedesi öğretiyor:
"Evlâdım, en çok neyi sevmek lazım?"
"Balonu seviyorum, cikleti seviyorum, çikolatayı seviyorum..."
"Yok, yok... En çok Allah'ı sevmek lazım! Neyi sevmek lazım, söyle bakayım?"
"Ben en çok Allah'ı seviyorum!"
"Hah, aferin!" diye öğretiyoruz.
Ama "Hakikaten Allah'ı sevmek insanın kalbine nasıl yerleşecek?" diye, bunun çaresini dede de aramıyor, anne de aramıyor, anneanne de aramıyor. Çokları bu işi bilmiyorlar. Kendilerinin kafalarında birtakım bilgi kırıntıları var; küçüklüğünden, belli zamanlardaki hayatının olaylarından edindiği birtakım izlenimler var. Onlara göre o zanların içinde ama gerçek ilâhî aşkı bulabilmiş değil.
Çünkü ilâhî aşkı bulan insanın hâli belli olur. Aşkın hâli her hâlinden anlaşılır. Oturmasından, kalkmasından, konuşmasından, bakışından, sesinin titremesinden anlaşılır.
Cenâb-ı Hakk'ın sevgisinin hakikîsine, sahtesine değil, lafına değil kendisine hakikaten sahip olmak kolay bir şey değil.
Bunun yolu nedir?
Tasavvuftur, zikrullahtır, mârifetullaha erişmektir.
Mârifetullaha eren, yani Allah'ın bilgisine, Allah'ı yakından tanıma seviyesine yükselen insan tanıyınca mutlaka sever.
Peygamber Efendimiz'i de tarif ederken sahâbe-i kirâm diyor ki;
"Peygamber Efendimiz'i uzaktan gören, heybeti karşısında 'Resûlullah bu!' diye ürperirdi. Heybetinin altında ezilirdi. Ama birkaç sohbetine devam edip sözünü dinledi mi, mübarek cemâline baktı mı severdi ve artık âşık olurdu."
Güzelliği yakından tanıyınca o zaman seviyor, âşık oluyor; aşkı da çok yüksek noktalara çıkıyor.
Allahu Teâlâ hazretlerini de mârifetullahı nispetinde tanıyınca o zaman aşkı muhabbeti artıyor, o zaman başka türlü bir insan oluyor.
"Nasıl bir insan oluyor hocam? Şöyle bizim bildiğimiz bir misal verebilir misin?"
İşte Yunus Emre; buyur, herkesin bildiği bir misal... Okuyun Yunus Emre'nin şiirlerini... Okuyorsunuz zaten, ilâhilerini biliyorsunuz; görün.
"Beni yaksalar, küllerimi havaya savursalar, küllerimin her bir tanesi yine; 'Yâ Rabbi! Ben seni istiyorum! Yâ Rabbi! Ben seni istiyorum!' der." diyor.
Sevgiye bak! Yunus'un ilâhilerindeki sözlerin altında yatan mânaya bak! Yunus'un sözlerinin büyüklüğüne bak! Oradan onun Allah sevgisini anlarsın.
Bizim mâzimizde, medeniyetimizde, irfan tarihimizde Yunus tek misal değil; milyarlarca misal var. Allah'ın sevgisine ulaşmış mübarek evliyâullah zâtlar; her işi Allah rızası, Allah sevgisi için yapan büyük evliyâullah...
Hayır yapmışlar, hasenât yapmışlar, iyilikler yapmışlar, mescitler yapmışlar, hastaneler yapmışlar, Allah rızası için çeşmeler yapmışlar, köprüler yapmışlar... İnsanlardan hayır dua almak için, Allah'ın rızasını kazanmak için Allah dostlarının, Allah âşıklarının çok büyük hizmetleri olmuş.
Allah'ı sevmeyen bir insandan da bir hayır gelmiyor. Menfaatperest, hain, dönek, aldatıcı, palavracı, kendini beğenmiş oluyor; bir fayda gelmiyor.
Eğer insanlığın, hükümetlerin, eğitim teşkilâtlarının aklı varsa insanlara Allah'ı tanıtmak, sevdirmek yolunda çalışmalı!
Allah'ı seven Allah yolunda güzel işler yapar ve herkese de faydalı olur; toplumuna, devletine, milletine faydalı olur.
Dedelerimizin Allah yolunda canlarını vermesi, şehit olması, o büyük kahramanlıklar nasıl oldu?
Allah aşkından oldu, Allah rızası için oldu.
"Allah Allah..." diye diye cihat etmediler mi?
İşte o, Allah aşkından oluyor.
Şehit olmadıkları zaman; "Ben niye şehit olamıyorum?Allah bana şehitliği nasip etmeyecek mi?" diye siperlerde ağlamadılar mı?
İşte o, hakikî imandan oluyor.
Demek ki hakikî iman, insanın gönlünde Allah sevgisinin yerleşmesiymiş.
Bunun için ne yapacaksınız?
Çok Kur'an okuyacaksınız. Evliyâullahın hayatlarını ve sözlerini çok okuyacaksınız. Allah'ı çok zikredeceksiniz. Allah'tan isteyeceksiniz. Allah'ın istediği iyi kul olmaya gayret edeceksiniz.
Allah'ın istediği iyi işleri yapınca, iyi kul olunca Allah size sevgisini, aşkını, muhabbetini kendisi ihsan edecek. Herkese vermiyor; mükâfât olarak sevdiği işleri yapanlara veriyor.
Allah'ın sevdiği işleri yapmaya çalışın ki Allah size sevgisini ihsan etsin. Hakikî dostları arasına sizleri, bizleri, cümlemizi kabul etsin. Hem dünyada hem de âhirette aziz ve bahtiyar olalım.
Allahu Teâlâ hazretleri iki cihan saadetine cümlemizi erdirsin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!