es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak dünya ve âhiretinizi mâmur eylesin. Cümlenizi iki cihanda, sevdiklerinizle beraber mesut ve bahtiyar eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri, Amr b. Avf'ın rivayet ettiğine göre, Deylemî'nin Müsnedü'l-Firdevs'inde yazılmış.
Buyuruyor ki:
Lâ tekûmü's-sâate hattâ yefteha'llâhu ale'l-mü'minîne'l-Kostantîniyyeti'r-rûmiyyete bi't-tesbîhi ve't-tekbîr.
Sadaka resûlüllâh, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
İstanbul'un fethi merasimleri yapıldı, dualar edildi. O zaferler, o güzel günler yâd edildi. Şu sırada da dünyanın her yerinden müslümanların uğradığı sıkıntılarla ilgili haberler radyolarda, televizyonlarda görülüyor. Keşmir'de Pakistanlılarla Hintliler mücadele ve çarpışma halinde. Kosova'da çok acı olaylar oldu, yüzbinlerce insan hunharca öldürüldü. Daha önce de başka yerlerde olaylar olmuştu.
Tabi bunlar çok üzücü şeyler ama mühim olan insanın müslüman, mü'min, Allah'ın sevdiği, Resûlü'nün razı olduğu bir imanlı kişi olması. İmanlı bir kişi olduktan sonra bir müslüman, zulmen ölürse veya savaşta ölürse veya gadren, haksızlık yapılarak öldürülürse mazlum olur. Cenâb-ı Hak mazlumun âhını alır, zalimin burnundan fitil fitil getirir, yaptığı zulmün cezasını dünyada, âhirette çektirir.
Mazlum da o mazlumluğu dolayısıyla âhirette mükâfat alır. Eğer ölürse, öldürülürse şehit olur. İşte yüzlercesi nâhak yere katlediliyor, ortada hiçbir sebep yokken bir insanlık dışı anlayışla öldürülüyorlar. O zaman ölenler de çarpışarak ölürse şehit olur. Mazlum ölürse kâr eder; kalırsa da yine kâr eder. Mü'min olması dolayısıyla müslümanın her halde, her halinin sonunda, eline bir mânevî mükâfat geçer.
Onun için ölenlere üzülmemek lazım! Hatta eskiden savaşlara gidenler, şehit olamayıp döndükleri zaman üzülürlermiş:
"Niye ben şehit olamadım?" diye gözyaşı dökerlermiş.
"Allah bana o mertebeyi niye vermedi?" diye şehit olanlara gıpta ederlermiş.
Mü'min insan biliyor ki dünyadaki nimetlerin hepsi derli toplu kendisine verilse bile cennet hepsinden daha güzel! Allah'ın sevdiği kulu olmak en güzel şey. Allah'ın sevdiği bir hal üzere ölmek, en iyi sonuç olduğundan, müslümanlar seve seve Allah yolunda, Hak yolunda, adalet için insan için din için iman için haksızlıkların önlenmesi için zalimle mücadele için canını da verir.
Her hâlükârda kâr eder; ölürse şehit olur, kalırsa gazi olur. Hem dünyada hem âhirette, müslümanın sırtını hiçbir şekilde kimse yere yapıştıramaz, alt edemez. Çünkü sonunda Allah'ın azîz ettiğini kimse zelîl edemez.
Amr b. Avf radıyallahu'ın rivayet ettiği bu hadis-i şerîfte Peygamber Efendimiz, İstanbul'un fethini müjdelediği gibi bize bir şeyi daha müjdeliyor.
Lâ tekumü's-sâate. "Saat kopmaz, kalkmaz, ortaya dikilmez."
"Kıyametin gelmesi" böyle ifade ediliyor. Kıyametin gelmesi çok önemli bir vakit, saat olduğu için elif lâm ile es-sâah "o belirli saat" diye söylendiği zaman kıyamet anlaşılıyor.
Kıyâmet, kâme-yekûmü "dikilmek" demek.
"Kıyamet insanın karşısına dikilmez, yani kopmaz."
Hattâ yefteha'llâhu ale'l-mü'minîne'l-Kostantîniyyeti'r-rûmiyyete. "Allahu Teâlâ hazretleri mü'min kullarına el-Kostantîniyyetü'r-Rûmiyye'yi açmadıkça, vermedikçe, fethini nasip etmedikçe kıyamet kopmaz."
Neyle olacak bu?
Bi't-tesbîhi ve't-tekbîr. "Sübhanallah diyerek, tesbih ederek; tekbir getirerek, lâ ilâhe illallah, Allâhu Ekber diyerek olacak." diye bildiriyor Peygamber Efendimiz.
Demek ki kıyametten önce oranın da fetholunacağını, İstanbul'un fetholunması gibi metheylemiş.
"el-Kostantîniyyetü'r-Rûmiyye" diye geçiyor, -Râmûz'daki 478. sayfanın 5. hadis-i şerifinde.- Roma Kostantîniyyesi, yani "Roma şehri" demek. Araplar bu şehri anlatmak istedikleri zaman, "el-Kostantîniyye el-Kübrâ veya er-Rûmiyye el-Kübrâ" derlerdi. İstanbul için de "er-Rûmiyye es-Suğrâ" derlerdi. Yani Küçük Roma, Büyük Roma; Küçük Kostantîniyye, Büyük Kostantîniyye tabirleri Araplar'ın arasında kullanılmış.
Burada "Roma Kostantîniyyesi de müslümanlara Allah tarafından fetholunmadıkça kıyamet kopmaz." diye bildiriliyor.
Ama nasıl fetholacak?
Tesbihle, tekbirle; Sübhânallâh diyerek, Allâhu Ekber diyerek fetholunacak.
Başka hadîs-i şerîflerde de belirtiliyor:
"Roma'nın etrafına çevrelenirler, tesbih çekerler, tekbir getirirler ve Roma fetholunur." diye bildiriliyor.
Tabi meşhur İstanbul'un fethi hadîs-i şerîfinde oranın savaşla alınacağını da Peygamber Efendimiz belirtmiş. Bu ikisi arasındaki fark, çok açık olarak ifadelerden ortaya çıkıyor. Orada:
"İstanbul yani Kostantîniyye mutlaka fetholunacaktır; onu fetheden komutan ne mübarek bir komutandır, o ordu ne mübarek bir ordudur!" diyor.
"Bir orduyla, bir komutanla, bir savaşla, mutlaka İstanbul'un fetholunacağını" belirtmiş ve fetholundu; bu tamam... Bir de burada Kontantîniyyetü'r-Rûmiyye, Roma'nın da fetholunacağı bildiriliyor.
Nasıl fetholunacak?
Sübhânallâh diyerek, Allâhu Ekber diyerek fetholunacak.
Sübhânallâh; "Cenâb-ı Hakk'ı kâfirlerin, müşriklerin, yanlış, bozuk inanç sahiplerinin düşündükleri her çeşit yanlış sıfattan pâk ve münezzeh olduğunu söylemeye" derler.
"Yâ Rabbi! Sen bu zalimlerin, bu müşriklerin, bu putperestlerin, bu zavallıların söylediğinden çok pâksın, çok yücesin! Bunların bu söyledikleri ile senin hiç ilişkin yok. Onlar seni hakkıyla bilemiyorlar, çok cahiller, çok gafiller. Sen münezzehsin, pâksın; her sıfatın en güzeldir." mânasına geliyor.
Bir zaman gelecek ki müslümanlar buna bastıra bastıra söyleye söyleye; yanlış inanç sahipleri, dağlara tapanlar, birtakım yıldızlara, gök cisimlerine, güneşlere, aya tapanlar; bir takım hayvanlara, bir takım insanlara tapanlar, bu işin yanlış olduğunu anlayacaklar.
Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın kelamı, çok açık olarak bildiriyor. Peygamber Efendimiz Allah'ın resûlü, kesin olarak bildiriyor. Müslümanlar bu bildirmeyi ihmal etmeyecek. Her yerde, her zaman, çok açık bir şekilde, bunun çok önemli bir husus olduğunu; "Allah'ın şânına layık olmayan sıfatları O'na yakıştırmak; "O şöyledir, böyledir diye nâkıs, yanlış, bozuk akideler ileri sürmek" çok büyük iftira, çok büyük suç ve çok büyük günahtır." diye müslümanların bu konuya çok önem vermesi lazım.
"Sonunda Cenâb-ı Hakk'ın münezzehliği, sıfatlarının yüceliği, varlığı, birliği anlaşılacak." demek.
Diğeri Allahu Ekber; yani "Allah hiçbir varlıkla mukayese edilemeyecek kadar yüce, büyük, azamet sahibi, kudret sahibi, ululuk sahibidir."
Bunu anlayacaklar. Müslümanlar bunları söyleye söyleye, imanın temizliği ve bozuk inançları alt edecek, bastıracak..
Bugün bizim eve bir kamyonla eşya getirdiler. Yanlış gelmiş. Evdeki eşyaları alacaklar, değiştirecekler, asıl doğrusunu getirecekler. Adam ayakkabı ile içeri girmek istiyor.
"Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın!" dedim.
"Çıkaramam!" diyor, diretiyor, ayakkabısı ile içeriye girecek.
"Silerim, içeriye girerim!" diyor.
"Biz müslümanız, bizim evimizin temiz olması lazım. Biz evimizde, bu halıların üstünde ibadet ediyoruz. Oraya tuvalete girilen, dışarıda nereye basıldığı belli olmayan ayakkabı ile içeri kesinlikle girilmez. O zaman eşyaları istemiyorum!" dedim.
Adam baktı ki vaziyet ciddi; o zaman ayakkabılarını çıkardı. Ama dikkat ettim, ilk önce çok katı bir tavır takınmışken, "Çıkarmam!" derken, "Bu bizim dinî inancımız!" deyince akan sular durdu, yelkenler suya indi, hemen pabuçlarını çıkardı.
Çok büyük destek var, çok büyük saygı var. İnşaallah İslâm ülkelerinde de durum aynen öyle olur; din adamları, dinî duygular, dinî hükümler, dinî yaşantı hiçbir baskıya mâruz kalmadan, serbestçe olur. Sözde ve fiiliyatta insanın Rabbine, inandığı gibi gönlünce ibadet etmesi serbest olur.
Ben İlâhiyat Fakültesi profesörüyüm. Ansiklopedileri okuyorum, başka bilimsel araştırmaları okuyorum, hatalarını bulabiliyorum; çünkü bu benim mesleğim. Yazanların yazdıkları şeylerdeki kusurları, hataları biliyorum; çünkü bu işin mütehassısıyım. Ömrümü bu mesleğe vermişim, bu hususta kendimi yetiştirmişim. Şimdi bunları bilmeyen bazı kimselerin çıkıp da bana "Şunu yap, bunu yapma." demeleri, yirmirci yüzyılda çok çağ dışı, hiç akıl mantık ermez, çok yanlış bir şey olur. Kimsenin din ve vicdanının baskı altına alınması doğru değil.
Batılılar; "Yanlış bir şey bile olsa baskı altına alınamaz!" diyor. "Yanlışlığını münakaşa ile düzeltelim, doğruyu bulalım." da demiyor. O mezhep öyle, bu mezhep böyle; Ortodoks, Katolik, Anglikan, Luteryan, Uniteryan vs. binlerce dinî topluluk var.
Amerika'ya gittiğim zaman çok açık olarak gördüm, hepsi kolonileşmişler. Belli yerlere yerleşmişler, orada kendi gönüllerince dinî yaşantılarını sürdürüyorlar.
Mesela şimdi "Olimpiyatlar yapılacak." diye herkesin bildiği Amerika'da Salt Lake City diye bir yer var. O Salt Lake City Normonlar'ın oturduğu bir yer. Normonlar da –belki bizim aydınlarımız duymamışlardır, duyunca şaşıracaklar- Normonlar Amerika'da çok kadınla evlenmeyi dinlerinin müsaadesi olarak doğru gören, kabul eden bir topluluk. Teaddüd-i zevcât (poligami) dediğimiz çok kadınla evlenme onlarda var. Bunlarda içki içmek yasak, sigara içmek yasak.
Amerikan hükümeti bir şey demiyor; "Tamam, bunların inancı." diyor. Başka yerde başka topluluklar var. Bazı yerlerde kumar yasak. "Yasak!" demiş, işi bitirmiş. Toplum ona razı olmuş, tamam.
"Amish" diye bir takım gruplar var; otomobil kullanmazlar, elektrik kullanmazlar, çağdaş araçları kullanmazlar. At arabalarıyla, giyimleriyle kuşamlarıyla 100, 150 yıl önce Avrupa'dan oraya gittikleri zamanki hallerini sürdürüyorlar ve herkes onları ziyarete gidiyor:
"İşte bunlar da böyle." diyor. Alay etmek yok.
"Tamam, bunların inancı böyle, inançlarına göre yaşıyorlar." diyorlar.
Sakalları var, kadınların kıyafetleri örtülü. Birisi ötekisine; "Sen niye sakal bıraktın? Sen niye böyle örtündün?" demiyor, herkes kendi inancında hür.
Niagara şelalelerinin olduğu yere gitmiştik. Yakın bir yerin reklamı vardı. Orada da bir ayrı topluluk varmış.
"Bizim buraları ziyaret zamanımız, hac zamanımız şudur. Hacılar şöyle yapsınlar, böyle yapsınlar!" diye o kelimeleri kullanmışlar. Kendi toplumlarını kurmuşlar.
Avustralya'da da öyle. Bir şehre giriyorsunuz, şehrin girişinde bir levha ile karşılaşıyorsunuz. "Burası bir centiks city'dir; yani kentlerden oluşan, o kavmin yerleştiği bir yerdir." diyor, onunla övünüyor. Onu kendisine alamet edinmiş, bayrak edinmiş; kimse bir şey demiyor.
Hürriyet Batı'da, Batı ülkelerinin hepsinde böyle. Her yerde böyle olması lazım. Çünkü insanın hakkı bu.
Bir de kaldı ki biz müslümanlar haklıyız. Bir zaman gelecek, İslâm'ın haklılığını herkes anlayacak. Puta, elle yapılan bir eşyaya sonradan kutsallık kazandırıp tapılmaması gerektiğini anlayacaklar. Japonlar, güneşe tapılmaması gerektiğini anlayacak. İneğe tapılmaması gerektiğini, ineğin deveden veya koyundan bir farkı olmadığını, ona tapınmanın doğru olmadığını bir zaman gelecek, anlayacak.
Biz haklıyız. Haklıyken müslümanlara baskı, çok daha büyük zulüm oluyor. Ama bu zulümler devam etmeyecek. Zulüm pâyidâr olmaz, Roma bile fetholunacak. Bunu bir müjde olarak söylemek istiyorum.
Şimdi iman belli, küfür de belli; isteyen mü'min oluyor, istemeyen inanmıyor, kâfir oluyor.
Biz haklılığımızı tatlı tatlı anlatmalıyız. Sübhanallah'ı, tesbihi iyi öğrenmeli ve insanlara öğretmeliyiz. Tekbir'i, Allahu Ekber'i de iyi bir şekilde öğretmeliyiz.
Şimdi iman belli, küfür belli de, bir de birileri çıkıyor, imanlıyı kandırmak için mü'min gibi önüne düşüyor; "Ben de mü'minim!" diyor, ondan sonra da onu yanlış yola çekiyor, ters yola çekiyor. En tehlikeli olanı bu...
Bu hususta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in bazı hadîs-i şerîflerini size zikretmek istiyorum. Peygamber Efendimiz buyurmuş:
Mâ beyne halku Âdeme ilâ kıyâmi's-sâati emrun ekbera mine'd-deccâl. "Hz. Âdem aleyhisselam atamızın, ilk insanın yaratılışı zamanından, kıyametin kopacağı zamana kadar, insanlığın tarihi içinde Deccal'den daha büyük bir iş, konu olmamıştır."
[Mehmed Zahid] Hocamız rahmetullahi aleyh'i sevenler, onun dua mecmuasını, tertip ettiği Evrâd-ı Şerîf kitabını okuyanlar, Esmâ-i Hüsnâ'nın arkasındaki sayfada her gün bir dua okurlar. Orada Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh Hocamız hadîs-i şerîften alınma bir dua kaydetmiş:
Allâhümme innî eûzü bike min azâbi cehenneme ve min azâbi'l-kabri ve min fitneti'l-mahyâ ve'l-memâti ve min şerri fitneti'l-mesîhi'd-deccâl.
Bu duanın manasını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz talim etmiş, Hocamız da "Hatırlayalım." diye dua kitabının bir yerine koymuş, sabahları okuyoruz.
Bunun mânası ne?
Allâhümme innî eûzü bike min azâbi cehennem. "Ey benim Rabbim, Mevlâm! Cehenneme düşüp orada azap görmekten, cehennem azabına dûçar olmaktan, giriftar olmaktan, cehennemlik olmaktan sana sığınırım."
Dünya bir imtihandır. Amaç imtihanı kazanıp başarmaktır; cehenneme düşmemek, cenneti kazanmaktır. Başarı cennetle taltif ediliyor; başarısızlık da cehennemle cezalandırılıyor. Bu dünya hayatı muvakkat, arkasında ebedî hayat var. O zaman cehennem çok önemli:
"Yâ Rabbi! Ondan sana sığınırım, beni koru! Ona düşmememi sağlayacak neler gerekliyse onları bana nasip et!" demiş oluyor.
Ve min azâbi'l-kabri. " Eğer suçlu ise hak etmiş ise müstahak olmuş ise insanın cehenneme gitmeden önce kabirde de azap görme ihtimali vardır. Kabirde de azap vardır."
Bu kabir azabı hakkında çeşitli hadîs-i şerîfler var; kabirde azap gerçektir, haktır. Peygamber Efendimiz'in kesin olarak belirttiği husustur. Daha kıyamet kopmadan kabrinde yatarken bile bazı insanların kabri ateş doludur, azap doludur; bazı insanların kabri de cennet bahçesi gibidir. Bunu da kesin olarak biliyoruz. Onun için "Kabir azabından da koru yâ Rabbi! Öyle bir şey de başımıza gelmesin." diye dua ediyoruz.
Ve min fitneti'l-mahyâ ve'l-memâti.
Araplar, masdar-ı mîmî diyor. Mahyâ, "yaşamak" demek; "memat" da "ölüm" demek.
"Ölümün ve yaşamın, ölmenin ve yaşamanın fitnesinden de sana sığınırım."
Mahyâ'nın, hayatın, yaşamanın fitnesi nedir?
Yaşarken insanın birtakım olaylarla karşılaşması ve orada aldanması, fitneye uğrayıp şaşırması, yanlış davranıp kaybetmesi...Fitne de "imtihan" demek. Hayatta insanın başına çeşitli fitneler gelir.
Bir de ölümün fitnesi vardır. Ölürken de insanın iman-ı kâmil ile ölmesi lazım. Son nefese kadar imanın korunması önemli. İman kaçabilir. Mesela birisi, hastalığın verdiği ıstırapla intihar eder. İşte ölümün fitnesi... Çünkü intihar yasaktır, haramdır. İntihar eden cehenneme gidecek; intihar yok! Veya kendisini yüksek bir yerden attı veya hapları yuttu. Veyahut şeytan karşısına dikildi, aldattı, yanlış fikirler verdi. O acıya dayanamayıp Allah'a karşı layık olmayan sözler sarf etti, gitti.
Ölüm ânı çok zor bir an, önemli bir an... Ölüm zor bir geçit... Onun için orada da fitneye, bir imtihana, bir yanlışlığa uğramamak hususunda bu dua ile Allah'a sığınıyoruz.
Hem cehennemde azap görmekten hem cehenneme gitmeden daha kabirde azap görmekten, yaşarken böyle birtakım yanlışlıklar yapıp da fitneye mâruz kalıp cezalı duruma düşmekten hem de ölürken böyle birtakım fitnelere mâruz kalıp yanlış işler yapıp cezalı duruma düşmekten Allah'a sığınıyoruz.
Ve sonuncusu:
Ve min şerri fitneti'l-mesîhi'd-deccâl. "Mesîhi'd-deccâl'in fitnesinin şerrinden de 'Yâ Rabbi! sana sığınıyoruz.'" demiş Peygamber Efendimiz; böyle dua etmiş.
Biz bu duayı o öğrettiği için her gün okuyoruz, Mesîh-i Deccal'in fitnesinden Allah'a sığınıyoruz.
Bu da karışık bir olay ve insanlar şaşırabiliyorlar. Şaşırınca da kaybediyorlar, cehennemlik olabiliyorlar.
Mesih, "kurtarıcı" demek. Ama deccal, "yalancı" demek. el-Mesîhi'd-deccâl, "yalancı kurtarıcı." Deccal burada Mesih'in sıfatı olarak, "yalancı mesih, yalancı kurtarıcı." geçiyor. Bu cim'e benzeyen noktasız ha iledir. Noktalı ha ile de rivayetler vardır, o da "kör" mânasına gelir. O da yine olur; âhir zamanda çıkacak Deccal'in gözü kör olacağından yine ona dalâlet eder, uygun bir şey.
Bu izahtan sonra, şimdi gelelim okuduğumuz hadîs-i şerîfe:
Demek ki yaşam esnasında birtakım şeyler, imtihanlar olabilir; insanın sarsılmaması lazım. Ölürken bir takım şaşırtıcı fitneler karşısına dikilebilir; onları da atlatabilmesi lazım. Allah yardım etsin. Ama "Mesîhi'd-deccâl'in fitnesinin kötülüğünden de sana sığınırım." diyeceğiz.
"Deccal" kelimesi üzerinde biraz açıklama yapayım. Çünkü "Âdem aleyhisselam'ın yaratılışından kıyamet kopuncaya kadar bütün insanlık tarihinde Deccal'den daha büyük bir bela, musibet, fitne yoktur." diyor. En büyük tehlike. O halde bunu bütün müslümanların bilmesi lazım.
Deccal'in kelime anlamı, hangi kökten geldiğini söylersek biraz daha iyi anlaşılır. Arapça'da "deccal" kelimesi decele-yecdülû-declen fiilinden geliyor. Mübalağa-i ism-i fâil derler. "Decl fiilini çok yapan" mânasına.
Decel ne demek?
Decele-yedcülü-declen; "yalan söylemek, karşı tarafı aldatmak için yalan düzmek" demek. Hatta asıl mânası da decele şey'e "bir şeyi örtmek, üstünü kaplamak" demek. Onun için "Deveyi hastalıklardan korusun." diye katranla boyamaya da decele cemele "Deveyi katranladı." mânasına bu fiil kullanılır. Hatta katranın adı da Arapça'da ed-dücel veya dücâle, "katran" demek. Katran kelimesi de kullanılıyor. Bu da "yaralı yeri, deriyi" veya ayak, el neresiyse katranladıkları yeri katranla örtüp kapladığı için böyle örtmesinden dolayı.
Decele'l-hakka; "hakkı örtüp saklayıp başka şeyi hakmış gibi göstermek, batılı hak gibi göstermek, şaşırtmak" demek. Deccal de buradan "çok yalancı" demek olur.
Şimdi bu deccal âhir zamanın alâmetlerinden birisi, önemli bir olay ve Âdemoğlu'nun yaratılmasından kıyamet kopuncaya kadar insanlık tarihinin en önemli olayı olduğu için bunu bildirmek lazım.
Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyor:
İnnehû lem yekün nebiyyün kablî illâ hazzere ümmetehü'd-deccâl a'veru aynehü'l-yüsrâ bi-aynihi'l-yümnâ zafratün galîzan beyne ayneyhi mektûbün kâfir...
Hadîs-i şerîf uzun.
"Benden önceki peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki ümmetini kör Deccal'in, sol gözü kör, sağ gözü perdeli, alnında kâfir yazılı olan Deccal'in tehlikesinden ümmetini uyarmasın, haberdar etmesin, tembihlemesin..."
"Deccal'e uğrarsanız nesilleriniz, torunlarınız, çocuklarınız ileriye doğru Deccal ile karşılaşırsa aman aldanmasın!" diye her peygamber Deccal'e karşı ümmetini hazırlamış, uyarmış:
"Aman Deccal gelirse Deccal'e uymayın, aldanmayın!" diye her peygamber Deccal'i anlatmış.
O Deccal'in sol gözü kör, sağ gözünde bir kalın perde var. Ne sağı doğru düzgün görüyor ne solu görüyor. Tek gözlü; bir gözünde de perde var. Bir gözü görmüyor; "Sadece dünyayı görüyor." diyelim, âhireti görmüyor. Bir gözü de perdeli; dünyayı da doğru düzgün görmüyor, yanlış görüyor. Alnında da "kâfir" yazıyor. Dikkatli bakan, basireti olan bir mü'min onun "kâfir" olduğunu, "aldatıcı, yalancı" olduğunu anlar.
Demek ki bütün peygamberler Deccal'in tehlikesini ümmetlerine anlatmışlar. O halde eski ümmetlerde de Deccal fikri var; tamam. Yahudilerde var; "Deccal gelecek." diye, hıristiyanlarda var, "Deccal gelecek." diye...
Neden?
Çünkü kaynak aynı. Allahu Teâlâ hazretleri, kâinatı yaratan Rabbimiz, Mevlâmız, peygamberlerine böyle bir imtihanı haber vermiş. Nasıl "İnsanlar doğru yolu bulsunlar." diye her asırda peygamberler göndermişse nasıl peygamberlere kitaplar gönderip vahyetmişse insanlar şöyle yaparlarsa tehlikeli olacağını, sonunda ceza göreceklerini bildirmişse; şöyle şöyle iyi şeyler yaparlarsa mükâfat alıp cennete gireceklerini bildirmişse en büyük tehlike olan Deccal'i de her ümmete, o ümmetin peygamberi hatırlatmış. Onun için onlarda da bu bilgi var.
Nitekim bunun gibi mesela cennet fikri, cehennem fikri de eskiden beri var. Çünkü cennet var, cehennem var... Çünkü onlar hakkında bilgi veren Rabbü'l-âlemîn ve bu bilgileri insanlara anlatan peygamberleri gönderen Allahu Teâlâ hazretleri. Onun için Allah fikri, cennet fikri, cehennem fikri, âhiret fikri, dünyanın sonunun geleceği, kıyametin kopacağı fikri, kıyamete yakın zamanda Deccal'in çıkacağı fikri, onu da alt edecek Mehdî'nin geleceği fikri bütün semâvî dinlerde var. Bunlar, hakikat olduğu için onlara da bildirildiğinden var.
Bu Deccal'in aslında en büyüğü var. Kıyametten önce insanların başına gelecek, bir büyük aldatma olacak. Halbuki çok gariptir, bu çok ilginç bir garabet. İnsanlar yaşadıkça tecrübeleri artıyor, ilimde ilerliyorlar, fende ilerliyorlar, fezalara gidiyorlar; fakat inançta bir gerileme ve aldatma var.
En son devirde, insanların bilgisinin en çok geliştiği zamanda böyle bir aldatıcı kurtarıcı "Deccal" çıkıyor; çok ilginç!
Tabi bu bir imtihan. Cenâb-ı Hak her an, her devirde, her ümmeti, her insanı imtihan ettiğinden, imtihanlı bir hayat bu. Bu da böyle işte. İnsanların ilminin, irfanının en yüksek olduğu zamanda, maalesef en büyük aldatıcı da çıkacak.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
İnne beyne yedeyi's-sâati'd-deccâlü. "Kıyametten evvel Deccal olacak, çıkacak." Ve beyne yedeyi'd-deccal. "Deccal'den önce de" Kezzâbîne selâsîne ev ekser. "Otuz veya daha fazla yalancılar da gelecek."
Yine "Deccal gibi yalancı, ama onun kadar büyük şarlatan değil, onun kadar dinî hususlarda insanları aldatan değil, ona yakın otuz kadar birtakım insanlar gelecek, geçip gidecek."
Başka bir hadîs-i şerîfte de câddûn diye cemî siygasıyla yapılmış; "Asıl Deccal" değil de ondan öncekiler de "Deccaller" diye belirtilmiş.
Peygamber Efendimiz böyle buyurunca; -tabi merakla dinliyorlar;her sözü tatlı, her haberi hak. Sahabe-i kirâm Peygamber Efendimiz konuşmaya başladığı zaman başlarına kuş konmuş da kıpırdarlarsa kaçacakmış gibi dikkatle dinlerlerdi. Bazen en meraklı yerinde sorular sorarlardı.- sormuşlar:
Kîle: Mâ âyetühüm. "Deccal'in ve Deccal'den önceki deccalciklerin, yalancıların, sahte kurtarıcıların alametleri nedir?"
Âyet, iki mânâya gelir:
Bir; "Kur'ân-ı Kerîm'in numaralanmış cümlelerine âyet" diyoruz;bazen büyük bazen küçük oluyor. Tefsir dersinde de söyledik: "Kur'ân-ı Kerîm'deki cümlelere âyet" deniliyor. Bir de Allahu Teâlâ hazretleri; "Kullar imana gelsin." diye "onlara yer gök olayları olarak neler yapmışsa o mucizelere de, imanı bağlayacak olan şeylere de âyet" deniliyor, onlara âyât-ı kevniyye deniliyor; dış dünyada, yerde gökte olan maddî olaylardan âyetler. Ötekiler de Kur'ân-ı Kerîm'in parçacıkları, cümlecikleri; o da âyet.
Ve mâ âyetühüm? "Burada bunların âyetleri nedir? Asıl Deccal ve ondan önceki Deccalcıkların, Deccal bozuntularının, Deccal'i hazırlayan, zaman zaman çıkan adamların, insanların alametleri nedir?" diye sordular.
Kâle: En ye'tûküm bi-sünnetin lem tekûnû aleyhâ yuğayyirûne bihâ sünneteküm ve dîneküm fe-izâ raeytümûhüm fe'ctenibûhüm ve âdûhüm.
Taberânî, İbn Ömer radıyallahu anh'ten rivayet etmiş:
Onların alametleri nedir?
Alametleri, yaptıkları icraattır.
Ne yapmaları?
En ye'tûküm bi-sünnetin lem tekûnû aleyhâ. "Sizin üzerinizde olmadığınız görünümden ayrı bir görünüm, gidişten ayrı bir gidiş, yaşam tarzından ayrı bir yaşam tarzını size getirmeleridir."
Sünne; "açılan bir çığır, yol, tarz" mânasına geliyor:
"Siz evvelce, doğru düzgün, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesi üzere yaşıyordunuz, bu sizin üzerinizde yürüdüğünüz cadde-i kübrâ, sünnet-i nebeviyye'den ayrı bir sünnet getirmeleridir." Birinci alametleri:
Yuğayyirûne bihâ sünneteküm ve dîneküm. "Sizin sünnetinizi, dininizi bu getirdikleriyle değişitirirler."
Bu değiştirme nasıl olur?
İnsan nasıl sünneti bırakır, nasıl Kur'an'ı bırakır, nasıl İslâm'ı bırakır? Hakikatleri öğrendikten, gerçek olduğunu anladıktan sonra, dünyanın başka yerlerinden inceleyen insanlar müslüman olup dururken nasıl bırakır? Tabi başka bir hadîs-i şerîfte onu belirtiyor: Birtakım olağanüstü şeyler gösterecek; başarılı sonuçlar, işler, hünerler gösterecek; insanlar aldanacaklar.
Ona geçmeden önce hadîs-i şerîfi tamamlayım:
"Sizin dininizi, sünnetinizi değiştirecekler. Bu Deccallerin özellikleri bu."
Fe-izâ raeytümûhüm. "Onları gördüğünüz zaman." Fe'ctenibûhum. "Onlardan kaçınınız." Ve âdûhüm. "Ve onlara düşmanlık ediniz." "Çünkü yanlış iş yapıyorlar, milleti aldatıyorlar. İmandan çıkarıyorlar, küfre düşürüyorlar ve gerçekleri çarpıtıyorlar. Şeytanlık yapıyorlar, şeytan tarafına hizmet ediyorlar. Rahmânî, iyi işlere zararlı olduğu için onlara karşı müteyakkız olun!" buyuruyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Bunun ölçeği nedir? Nasıl anlayacak, anlaşılacak? Kur'an ve sünnet değişiyorsa değiştiriliyorsa din değiştirilmeye çalışılıyorsa işte alamet bu.
Niye millet bunların peşinden gidiyor?
Bir gözü kör, bir gözü perdeli, alnında kâfir yazılı, küfre hizmet ettiği besbelli ama neden?
Peygamber Efendimiz; Ahmed b. Hanbel'in de, Taberânî'nin de daha başka kaynakların da Semûre radıyallahu anh'ten rivayet ettiği bir başka hadîs-i şerîfinde belirtiyor:
Ve innehû yubriü'l-ekmehe ve'l-ebrasa. "Baras illeti" var, bir cilt hastalığı; o hastalığa tutulana "ebras" deniliyor; bu hastalığı geçiriyor. Ve yuhyi'l-mevtâ. "Ölüyü diriltiyor, körün gözünü açıyor."
İnsanlara böyle hünerler gösteriyor.
Ve yekûlü li'n-nâsi ene rabbüküm. İnsanlara; "Ben sizin yaradanınızım, rabbinizim, tanrınızım!" diyor.
Bu hünerlerinden dolayı insanlar aldanıyor. "Bak, böyle yapıyor!" diyor.
Fe-men kâle: Ente rabbî. Kim; "Madem sen böyle olağanüstü şeyleri yapıyorsun, o halde sen benim rabbimsin!" derse, Fe-kad fütine. "Fitneyi yutmuş." demektir, "Deccal fitnesine yenik düşmüş, küfre düşmüş, mahvolmuş." demektir. Ve men kâle rabbiya'llâh. "Hayır, sen yalancısın; benim Rabbim Allahu Teâlâ'dır." deyip de, Hattâ yemûte alâ zâlik. "Bu inanç üzere ölünceye kadar durabilirse." Fe-kad ûsime min fitneti'd-deccâl. "Deccal'ın fitnesinden kendisini korumuş olur." Ve lâ fitnete aleyhi ve lâ azâb. "Ona artık dünyada âhirette başka bir imtihan, bir başka azap olmaz; kurtulmuş olur."
Bunlar Deccal hakkında topladığım hadîs-i şerîfler. Bir de Melbourn'da konuşma yaptım geçenlerde, çok ilgi çekti. Demek ki bir kitap hazırlamak nasip olsa iyi olacak.
Şimdi burada mühim olan, bizim yıllardır söylediğimiz husus; "Aman! Kur'an'a sımsıkı sarılın! Çünkü imanın hakikatleri, Allah'ın rızası Kur'an'a sarılmakta, Kur'an'ın içinde. İmanın hakikatleri, bütün iman gerçekleri orada; aman Kur'an'a iyi sarılın!"
Hatta bana kalsa ben şimdi elime geçen yetiştirdiğim çocuklara öğretmeye, ezberletmeye Kur'an'dan başlarım. Önce Kur'an'ı ezberletirim. ondan sonra tamamen Kur'an'a göre yetiştiririm. Sonra hadîs-i şerîfleri öğretirim. Tabi hadîs-i şerîf Kur'ân-ı Kerîm'i en iyi şekilde izah ediyor ve bir de teferruatı bize bildiriyor. Kur'ân-ı Kerîm'de olmayan incelikleri, teferruatı bize tafsil ediyor, açıklıyor.
"Kur'ân-ı Kerîm'de olmayan" deyince, yanlış anlaşılmasın. Mesela Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyuruyor:
Ekîmu's-salâte ve âtü'z-zekâh. "Ey mü'minler! Namazı kılınız ve zekâtı veriniz!"
Biz namazı nasıl kılıyoruz, düşünün: Abdest alıyoruz, azalarımızı yıkıyoruz, ondan sonra geliyoruz, kıbleye dönüyoruz, ondan sonra Allahu Ekber deyip namaza duruyoruz. Namazın kılınış şeklini hatırlayın. Bu teferruatın hepsi Kur'ân-ı Kerîm'de yok. Bu teferruat Peygamber Efendimiz tarafından bize bildirilmiş.
Abdest alıyoruz, çünkü;
Ve izâ kumtüm ile's-salâti fa'ğsilû vücûheküm ve eydiyeküm. âyet-i kerîmesiyle abdest emrediliyor.
Namazı kılıyoruz; çünkü namaz kılmayı emreden âyet var.
Abdest alıyoruz; çünkü abdest almayı emreden âyet var. Ama namazın nasıl kılınacağı, rekâtler, rükûsu, secdesi, selâmı ve sâiresi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından bize öğretiliyor. Onun için sünnet-i seniyye-i nebeviyye olmadan İslâm olmaz. Çünkü teferruat bilinmeyince, emri nasıl uygulayacağını, Kur'an'ı nasıl uygulayacağını insanlar bilemezlerdi.
Onun için Allahu Teâlâ hazretleri 23 yılda Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini indirtip uygulattı. Peygamber Efendimiz insanlara Kur'an'ın uygulamasıyla beraber İslâm'ı öğretti. Onun için bir insan; "Sünnete lüzum yok." derse hapı yutar. "Sünneti bırakalım!" diyen de kötü niyetlidir. "Sünneti bırakalım!" demek, "İslâm'ı bırakalım!" demektir. Çünkü sünnet bırakıldı mı, İslâm'ın nasıl uygulanacağı bilinmez.
Hadîs-i şerîfli, sünnet-i seniyyeli Kur'ân-ı Kerîm bilgisi, İslâm'ı tam ve doğru olarak öğretiyor. Sapık fırkaların saptığı noktalarda, sünnet-i seniyye insanı saptırmıyor, doğru yolda yürüttürüyor.
Onun için biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisindeyiz. Müslümanların içinde sünnet-i seniyyeye sarılmış müslümanlarız. Milletçe, asırlar boyu, dedelerimizden gelme durum böyle ve işin doğrusu da bu.
Buna aykırı bir şey olduğu zaman, karşılaştığımız olayları Kur'ân-ı Kerîm'e ve sünnet-i seniyyeye göre tartacağız Doğruysa "Kur'an'da var, hadiste var; doğru söylüyorsun!" diyeceğiz. Yanlışsa "Yanlış söylüyorsun!" diyeceğiz.
Aksi takdirde düşünün ki geçmeyen bir hastalığı iyileştiriyor, görmeyen bir gözün görmesini sağlıyor, ölüyü diriltiyor... Bu gibi olağanüstü şeyleri yapıyor.
Alimler; Deccal'in şahıs mı, daha başka bir şey mi olduğu hususunda çeşitli yorumlar yapmışlardır. Deccal'in mahiyeti nasıl olursa olsun, mesela rüzgâr gibi gidecek. Demek ki tek bir şahıs değil, belki bir cereyan; yayılacak.
Şimdi burada televizyon yayınlarında görüyorum; one nation "Dünya tek bir millet!" diyorlar.
Tamam, güzel; bütün insanlar kardeş, tek bir millet olsunlar. Demek istiyorlar ki bizim kültürümüz, bizim yönetimimiz altında tek bir millet. Yani karşı tarafa hak tanıyarak değil de kendi tarafına çekerek.
Birliğin olmamasını sağlayan en önemli zıtlık, ters söz nedir?
"Tamam, birleşelim ama benim tarafıma gel!" sözüdür. "Hak ne ise ona gelelim!" değil de; "Benim tarafıma gelin!" demek, işi yokuşa sürmek oluyor.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah bizi cehenneme düşürmesin, kabirde azap göstermesin, hayatın ve ölümün fitnelerine uğratmasın. Bir de birtakım olağanüstü hünerlerle, başarılarla insanın gözünü boyayıp aldatanlardan korusun. Decel sözü, "deveyi katranla boyamak" demekmiş. Katranla insanın gözünü, her tarafını boyayabilir. Katran da kolay çıkmaz, yıkamakla çıkmaz; yapışkan bir madde. Allah böyle aldatmalardan bizi korusun.
Bunun çaresi nedir?
İşte yirminci yüzyıldayız. Ben şahsen fen ve ilim seviyesi çok yüksek bir toplumda büyüdüm. Etrafımda hep Teknik Üniversite profesörleri vardı. Kendim de o tahsili görmüştüm. Çağdaş bilgiler, bilimler, usuller öğrendim. Öyle kıymetli kimseler vardı ki kendi sahasında buluşlar, icatlar yapıyordu. Uluslararası şöhrete sahip kimselerdi. Bunların hiçbirisi İslâm'ın hak oluşunu gölgelemedi, onunla zıt düşmedi. Benim imanımı kuvvetlendirdi, herkesin de imanını kuvvetlendiriyor.
Onun için İslâm, hak dindir. Sonunda yine İslâm hâkim olacak; bütün herkes, bütün insanlık İslâm'ı kabul edecek.
Sımsıkı durun, sarsılmayın, tereddüt etmeyin, yamulmayın, sapmayın, sapıtmayın! Elinizdeki dinin, imanın kıymetini bilin. Kur'ân-ı Kerîm'e sımsıkı sarılın. Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesini kılı kırk yararak incelemiş büyük alimlerin sahih hadis kitapları var; onların Türkçe'ye tercemeleri yapıldı. Şerhleri, açıklamaları, yorumları var. Hocalar kalın kalın, yaldızlı yıldızlı, kütüphanelerimizin raflarını şereflendiren kitaplar hazırladılar. Onları okuyun!
Doğru yoldan ayrılmayın ve doğruyu söylemekten geri durmayın. Çünkü insanların çoğu bilmiyorlar.
Peygamber Efendimiz ne dedi?
"Yâ Rabbi! Sen benim bu kavmimi, bana karşı çıkan, edepsizlik yapan insanları affet. Çünkü onlar bilmiyorlar, bir zaman gelip anlayacaklar." dedi.
Söylemek lazım, anlatmak lazım. Peygamber Efendimiz'in mesleği söylemek, anlatmak. Bu anlatmadan bir an geri durmamak lazım ve anlatmanın bütün araç ve gereçlerini var gücüyle düzenlemek ve elde etmek lazım!
Ben camide vaaz veren, üniversitede ders veren bir hoca iken şimdi benim konuşmalarım uluslararası bir boyut kazandı. Şu konuşmam dahi anında Amerika'dan vesaireden dinlenebiliyor. Her yerden dinlenir duruma geldi. Bu çağın fenninin, ilminin bir başarısı, güzel bir şey. Ama bu bakımdan hazırlıklı olmamız lazım.
Şimdi ben burada elhamdülillah Malezya'yı takip ediyorum, Endonezya'yı takip ediyorum, Pakistan'ı takip ediyorum. Bu yabancı dil bilgisinin de genişlemesi iyi oluyor.
İnşaallah gerçekleri anlata anlata yanlışları düzelteceğiz. Hz. Âdem'den kardeşimiz olan bütün insanlara gerçekleri ileteceğiz. Kabul ederse kurtulur. Kabul etmezse biz müsterih oluruz. Allah sözün tesirini halk etsin. Hidayet eylesin, tevfîkini refîk eylesin.
Bizi de yanıltmasın, şaşırtmasın. Başımıza gelen üzücü olaylardan, harplerden, darplerden, sıkıntılardan dolayı bir çökme, bir fetret, bir vehim (gevşeklik), bir gayretsizlik, ümitsizlik olmasın! Ümitsizlik İslâm'da haramdır. Ümidinizi daima kuvvetli tutacaksınız. Allah'a dayanacaksınız. Allah'a dayanıp tevekkül edenin yâveri Hak'tır. Cenâb-ı Hak mutlaka üstün kılacak ve yeryüzünün her tarafı, bir zaman sonra müslüman olacak. Bunun hizmetinde olalım.
Allah hepinizden razı olsun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!