Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun.
Size bu sohbetimde -Ramazan'dan sonraki ilk günlerde olmamız dolayısı ile- üç hadîs-i şerîfi nakletmeyi düşünüyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Ebû Bekre radıyallahu anh'ın -Ebû Bekir değil- rivayet ettiğine göre, kendisine sorulmuş:
Eyyü'n-nâsi hayrun? "İnsanların hangisi en hayırlıdır veyahut daha hayırlıdır?" diye sorulduğu zaman buyurmuş ki;
Men tâle umruhû ve hasüne amelühû.
Kîle fe-eyyü'n-nâsi şerrun?
Yine sorulmuş;
"İnsanların en kötüsü kim, pekâlâ?"
Kâle: Men tâle umruhû ve sâe amelühû buyurmuş.
Ne sormuş oluyorlar Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e?
Eyyü'n-nâsi hayrun? "İnsanların hangisi daha hayırlıdır?"
Hayır kelimesi Arapça'da "daha hayırlı" mânasına da gelebilir, "en hayırlı" mânasına da gelebilir. "İnsanların en hayırlısı hangisidir veyahut ötekilerle mukayese edildiği zaman insanların daha hayırlısı kimdir?" diye sorulduğu zaman Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurmuşlar ki;
Men tâle umruhû ve hasüne amelühû. "Ömrü uzun olan ve icraati, işleri, amelleri güzel olan."
"Uzun yaşlı, çok yaşayan ve bu yaşamı içinde yaptığı işler güzel, sevaplı, faydalı olan kimseler en hayırlı insanlardır." buyurmuş oluyor.
Aksini sormuşlar;
Fe-eyyü'n-nâsi şerrun? "İnsanların en kötüleri o halde kimlerdir? Madem hayırlısı bunlar, en kötüleri hangileridir?" Men tâle umruhû. "Ömrü uzun olan. " Ve sâe amelühû. "İcraatı, fiilleri, amelleri kötü olan." buyurmuş.
Demek ki mü'min kimse için ömrünün uzun olması iyidir. Çünkü çok yaşadıkça çok sevaplı işler yapar ve sevabı artar. O zaman insanların da en hayırlısı olur.
Bir halk sözü var:
"Ulemânın kocası, kocadıkça koç olur; cühelânın kocası, kocadıkça hiç olur." diye, hoşuma gider bu söz. Halk arasında böyle bir söz nakledilir.
"Alim, bilgin olan, İslâm'ı tanıyan, yaşayan ârif bir kimse kocadıkça tatlılaşır, bilgeleşir, hakîmleşir, daha güzel duyguları daha güzel ifade eden, daha güzel işleri yapan bir insan haline gelir. Cahil de ihtiyarladıkça artık kontrolünü de, kendi kendisini çekip çevirmesini de kaybettiği için gittikçe hiç olur, bunar, ihtiyarlar, yok olur gider." diye bir söz var, onu da hatırlatmış oldu bu hadîs-i şerîf.
Demek ki esas itibariyle uzun ömürlü olup da icraati, bu ömrü içinde yaptığı işleri, yaşantısı, faaliyetleri iyi olan insan en hayırlı insan oluyor. Ama ömrü uzun olup da icraati, işleri kötü olan insan da en kötü insan oluyor. Çünkü ömrü boyunca herkese zararı dokunacak, şerri büyük mikyasla, büyük miktarda olacak.
Buradan ders olarak neler çıkartabiliriz?
Demek ki insanların en hayırlısı olmak için ömrün uzun olması gerektiğine göre, ömrümüzün uzun olması için üzerimize düşen tedbirleri almalıyız. Sıhhatimizi korumalıyız, sağlığımıza dikkat etmeliyiz, vücudumuzu yıpratmamalıyız. Bunu her zaman söylüyorum. Elhamdülillah bizim camiamızın, kardeşlerimizin, kardeş grubumuzun, ihvânımızın içinde doktorlarımız var. Bizim kurduğumuz şifahâneler, hastaneler, muayeneler var. Tıbbî hizmeti daha iyi yapabiliriz.
Ben kardeşlerime hasta olmadan önce sağlıklarını korumasını tavsiye ederim. Hasta olduğu zaman doktora gitmek değil de, sağlıklı iken doktora gidip "Benim durumum iyi mi? İyi devam ediyor mu? Yoksa bir yerde ufak tefek bozukluk başlamış mı? Önceden, kısadan, kolayken tamir edeyim." diye sağlığını korumaya, yani hıfsı's-sıhhaya, koruyucu hekimliğe dikkat etmesini tavsiye ediyorum.
Doktor kardeşlerime de tavsiye ediyorum.Yiyeceğinize, yaşantınıza dikkat edeceksiniz, böylece sağlığınız korunmuş olacak; dinç kalacaksınız, uzun ömürlü yaşayacaksınız. Bu, amaçlardan bir tanesi. Çünkü İslâm'a göre insanın kendi vücuduna, bedenine karşı da sorumlulukları var. Beden Allah'ın emanetidir, onu koruması lazım, yıpratmaya hakkı yok. O halde sigara içip ciğerlerini kurumla, zifirle dolduramaz. O halde içki içip karaciğerini, midesini, aklını, dimağını mahvedemez. O halde kendisini yıpratacak işlerde vücudunu hor kullanamaz, sorumlu olur. Sağlığını koruması lazım.
Tabii sağlıklı, afiyetli bir yaşamın boş geçmemesi, havâi geçmemesi gerekir; faydalı geçmesi gerekir. İnsanın çalışması, hayırlı işler üretmesi lazım. Vatanına, milletine, ümmetine, çevresine faydalı olması lazım. Uyumlu olması lazım. Güzel işler yapması lazım. Arkasından hayırla anılmasına sebep olacak güzel eserler bırakmalı.
Güzel şeyler nelerdir?
Güzel şeyler Allah'ın sevdiği, şeriatin, aklın, fikrin uygun gördüğü şeylerdir.
İnsan iyi, dindar olduğu zaman hayatını, icraatini güzelleştirmiş olacak, her şeyi dinin emirlerine göre ayarlayacak, tanzim edecek ve kötülüklerden kendisini sıyıracak. Ahlâkı, zihni, kalbi, niyeti, icraati güzel olacak. Böyle bir insan en hayırlı insan olur.
Aksi takdirde, yani icraati kötüyse bu ömrü boyunca, yaşadıkça kötülükleri artacak, âhiretteki sorumlulukları, cezası artacak. Mü'min olsa bile bir insan cehenneme düşebiliyor. Kötü icraatinden, amellerinden, günahlarından dolayı cehennemde çok yanacak, Allah korusun, Allah etmesin. Onun için sağlığımızı koruyarak, yaptığımız icraatin Allah'ın rızasına uygun olmasına dikkat ederek yaşamalıyız.
Bir kardeşimiz var, hattat. Bize bir levha hediye etmiş, çok güzel bir hat; karşımda bulunuyor:
İlâhî ente maksûdî ve ve rıdâke matlûbî.
"Yâ Rabbi, benim amacım, hedefim, maksudum sensin; ben senin rızanı kazanmaya çalışıyorum." mânasına gelen bir sözdür bu; bizim amacımızdır, gayemizdir, ana fikrimizdir. Yani bütün hareketlerimizde bizi o harekete sevk eden ana sebep budur:
Biz Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz.
İşte böyle çalışırsak, böyle yaşarsak insanların en hayırlısı oluruz. İnsanların en hayırlısı olmaya da gayret etmemiz lazım. Hayırsız bir insan olmamalıyız. Hani İstanbul'un Boğaz'dan Marmara'ya doğru geçtiğiniz zaman bazı adaları var, deniliyor ki;
"İstanbul'un boynuna bir gerdanlık gibi takılmış güzel kara parçaları bunlar."
Heybeli, Kınalı, Büyükada, Burgaz adası gibi güzel adalar var. Bunların arasında bir de Hayırsız ada var. Ot bitmiyor, kayalık, herhangi bir işe yaramıyor, su yok, ağaç yok. Ona "hayırsız" demişler. Öteki adalar ne kadar güzelse o da o kadar çıplak; sadece martılar konuyor, martı yumurtaları var, belki gübreleri var; hayırsız ada... Yani adanın bile hayırlısı, hayırsızı oluyor.
İnsanın hayırsız bir ömür sürmemesi lazım; bu, ana amaçlarımızdan birisi. Biz buraya, bu dünyaya imtihan için geldiğimize göre, bu yaşam bir imtihan olduğuna göre sevap kazanmaya çalışmalıyız, Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmalıyız. Ve harıl harıl çalışmalıyız. Hayırlı işlerde koşmalıyız, öncü olmalıyız, önder olmalıyız, server olmalıyız, örnek olmalıyız. Müslümanların, herkesin parmakla gösterdiği, "Biz de böyle yapalım!" diye imrendiği işler yapması lazım. Övünmek için değil, Allah rızasını kazanmak için. Hatta saklayabilir...
İkinci hadîs-i şerîfe geçiyorum:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir keresinde ashabından bir halkanın yanına uğradı, yanlarına geldi. Muaviye radıyallahu anh'ten.
Muaviye, Peygamber Efendimiz'in vahiy kâtipliğini de yapmıştı ve ashabtandı. Hz. Ali'yi seviyoruz, dedemizdir, büyüğümüzdür, tarikatte serverimizdir diye ama ötekisi de ashaptan olduğu için onu da seveceğiz, ona da radıyallahu anh diyeceğiz. Çünkü Peygamber Efendimiz "Ashabım konusunda beni üzmeyin, onlar aleyhinde konuşmayın." buyurmuş. Efendimiz'in o tavsiyesine uygun olarak... Her zaman Hz. Ali Efendimiz'den rivayetler geliyordu, bu sefer de Muaviye radıyallahu anh'ten bir hadis geldi.
Enne Resûlallahi sallallahu aleyhi ve sellem harece alâ halkatin min ashâbihî. "Peygamber Efendimiz ashâb-ı kirâmının teşkil ettiği bir halkaya çıkıp geliverdi."
O devirlerde galiba bir âdet; insanlar oturdukları zaman herkes birbirini iyice görsün diye halka şeklinde oturuyorlar. Halka şeklinde oturunca da başköşe diye bir şey kalmıyor, halkada eşitlik oluyor. Yusyuvarlak olduğu için, bunun başı neresi, dairenin başı belli olamaz; her taraf baş, her taraf kenar. O bakımdan güzel bir oturuş şekli. Böyle otururlarmış. Anlaşmak, sohbet etmek için de daha uygun bir oturuş şekli. "Sohbet halkası" deniliyor. Hatta bazı alimlerin talebelerine ders verdikleri zaman bu tarzda oturdukları için onların konuşmalarına "ilim halkası", "sohbet halkası", "tedris halkası" diye, kapının üstündeki halka gibi yuvarlak olduğundan, o isim verilmiş oluyor.
Efendimiz ashabından bir halkanın üzerine çıktı geldi. Yani dairevî oturmuş bir grup insana.
Fe-kâle: Ma ecleseküm?
Onlara sormuş:
"Sizi böyle burada toplayan sebep ne, sizi ne oturttu buraya?"
Muhakkak ki selam da vermiştir. Efendimiz böyle bir topluluğa gittiği zaman kendisi selam verirdi. Ve selamı üç defa verirmiş. Esselâmü aleyküm, Esselâmü aleyküm, Esselâmü aleyküm diye tekrar edermiş selamı, muhabbetini göstermek için. Herhalde selam vermiştir de ondan sonra sormuştur;
"Ne sebeple oturuyorsunuz? Sizi burada oturtan sebep ne?" diye sormuş.
Kâlû: Efendimiz'in sorusuna cevap vermişler;
Celesnâ nezkuru'llâhe ve nahmedü'llâhe alâ mâ hedânâ li'l-islâm ve menne bihî aleynâ.
Üç şey söylemişler.
"Şu sebepten oturduk yâ Resûlallah."
Celesnâ nezkuru'llâhe. "Allah'ı zikrediyoruz."
Topluca Allah'ı zikrediyorlar.
Ve nahmedü'llâhe. "Ve Allah'a hamd ü senâlar ediyoruz."
Ne sebeple?
Alâ mâ hedânâ li'l-islâmi. "Bizi müşriklikten kurtardı, İslâm nimetiyle şerefyâb eyledi. Müslüman olmamızı bize nasip eyledi. Bizi İslâm'a sevk eyledi, hidâyet ihsan eyledi diye Allah'a hamd ediyoruz. " Ve menne bihî aleynâ "Ve bu İslâm ile bize bahşettiği nimetlerden dolayı Allah'a hamd ediyoruz."
Bir kere, hidâyete ermekten dolayı hamd ediyorlar. Müslüman olmuş olmaktan; müşrik, cahil, gafil kalmamaktan dolayı Allah'a hamd ediyorlar. Bir de İslâm dolayısı ile İslâm'ın kendilerine sağladığı çeşitli nimetleri düşünerek Allah'a hamd ediyorlar.
Evet, İslâm insana çok çeşitli nimetler bahşediyor.
O kadar çeşitli nimetler bahşediyor ki... İslâm temizlik dini, bizi temizliğe alıştırmış. Saçımızdan tırnağımıza varıncaya kadar, vücudumuzdan ruhumuza varıncaya kadar her türlü temizliğin en güzeli İslâm'da var. Bu büyük bir devlet, saadet, bahşiş, ikram, Allah'ın lütfu... Sonra yeme içme, evlenme, mirası taksim etme, çocuklara bakma, annenin çocuklara karşı annelik hizmetleri, çocukların anne babasına hürmetleri, babanın hanımına, çocuklarına bakması, toplum içinde ticaretin aldatmacasız olması, tartının, ölçünün doğru olması... O kadar çeşitli konular var ki bunları hep İslâm öğretiyor bize.
Müslüman olmayan toplumlarda bunlar öğretilmediği için insanların ne kadar kötü şeyler yaptığını çevremizdeki gayrimüslim toplumlara baktığımız zaman görüyoruz. İşte Sırplar, işte Ruslar, işte Bulgarlar, işte Yunanlılar, işte Kıbrıs, işte Batı Trakya... Bunları artık gazetelerden, tarihten, hafızanızdan tamamlayın.
İslâm olmadığı zaman insanlar ne kadar insanlıktan uzaklaşıyorlar, ne kadar vahşileşiyorlar, ne kadar hunharlaşıyorlar...
Benim dedelerim oraları fethettiği zaman, nasıl bağdan üzüm kopardığı zaman bağcıyı göremediği için parasını üzüm kütüğünün üstüne bir mendille bağlamış, geçmiş, parasını ödemiş.
"Ben senin üzümünü parasız almıyorum, gasp etmiyorum, işte al, parası burada asılı. Sen korkup gitmişsin ama ben parasını bırakıyorum." demiş oluyor.
Benim ecdadım bu kadar zarif hareket etmiş. Yaptığı binaların köşelerine serçeler, kuşlar için küçük kuş köşkleri yapmış. Orada cıvıl cıvıl onlar yuva kuruyorlar, yavruluyorlar. İşte bir şenlik oluyor. Bu bir kuş sevgisi, hayvan sevgisi. Her tarafı çiçeklerle donatmışlar. Hatta çinileri çiçek desenleri ile doldurmuşlar. Muhteşem bir tabiat sevgisi, yeşillik sevgisi, çiçek sevgisi var. Temizlik, her şey yani, görüyorsunuz, düşündüğünüz zaman anlıyorsunuz. İslâm'da sonsuz, sayısız nimetler var.
"İşte onları düşünüp Allah'a hamd ediyoruz." demişler. "Allah'ı zikrediyoruz. Bize hidâyet verdiği için Allah'a hamd ediyoruz. İslâm dolayısı ile bize sonsuz nimetler verdiğinden hamd ediyoruz." demişler.
Efendimiz buyurmuş ki;
Kâle: Âllâhi mâ eclesekeküm illâ zâlike? "Siz bu sebepten başka bir sebeple oturmuyorsunuz, sırf bu sebepten dolayı mı oturuyorsunuz?" diye soru olarak sordu Peygamber Efendimiz. "Allah'a and olsun ki, öyle mi?" diye sordu.
Kâlû: Vallâhi mâ eclesenâ illâ zâlike. "Evet, Allah'a and olsun ki biz ancak bu sebeple oturduk, halka kurduk; toplantımız başka bir sebeple değil." diye cevap verdiler Peygamber Efendimiz'in o sorması üzerine.
Peygamber Efendimiz ne kadar zarif, bakın, takip edin Efendimiz'in ifadelerini, buyurdu ki;
Emâ innî lem estahlifüküm tühmeten leküm. "Ben sizin sözünüz doğru mu yalan mı diye size suizanda bulunduğum için sizden yemin istemiş değilim. Bu soruyu sormamın sebebi 'Yalan mı söylüyorsunuz, doğru mu söylüyorsunuz? Gerçek mi, hakikaten mi böyle?' diye size kötü bir zan beslediğimden tahkik etmek için bu soruyu sormuyorum; te'kid için soruyorum. Yani o işin öyle olduğunun bir kere daha tekrarı için soruyorum."
Velâkinne Cibrîle aleyhisselamu etânî. "Bana Cebrail geldi şu sırada. " Fe-ahberenî. "Bana bildirdi ki." Enne'llâhe azze ve celle yubâhî bikümü'l-melâikete. "Allahu Teâlâ sizleri zikrederek meleklerine iftihar ediyor, sizlerle övünüyor, mübâhat ediyor. 'Bak benim kullarıma, beni zikrediyorlar. Bak bana müslüman oldukları için hamd ediyorlar. Bak İslâm'ın içindeki çeşitli nimetleri kavradıkları için hamd ü senâ ediyorlar, şükrediyorlar bana.' diye meleklerine övündüğünü Cebrail bana bildirdi. Ben bunu temin etmek, bunun iyice anlaşılması için o soruyu bir daha sordum."
"Bu sebepten oturanların mükâfatı bu kadar büyük olduğu açık seçik belli olsun diye sordum." diyor Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem.
Bu hadîs-i şerîften çıkardığınız dersleri şöyle bir düşünün:
Demek ki Allah'ı zikretmek için topluca oturuluyormuş, bu bir. Nezkuru'llâhe, "Allah'ı zikir ediyoruz, onun için oturduk." diyorlar. Müslümanlar tek başlarına zikir yaptıkları gibi bir araya geldikleri zaman da Allah'ın lütfunu, nimetini, adını, güzel cümleleri, kelimeleri tekrar ederek topluca zikir yapabilirler; bu çıkıyor.
Sonra, hamd etmenin ne kadar güzel olduğu, İslâm'ın ne kadar büyük nimet olduğu anlaşıyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Eğer siz müslüman olmasaydınız çok yazık olurdu. Biz müslüman olmasaydık çok fena olurduk; hem dünyada hem âhirette... Ne mutlu müslüman olanlara!
Elhamdülillâh alâ nimeti'l-İslâm ve hidâyeti'r-rahmân ve tevfîki'l-imân.
İslâm'ın içindeki bütün emirlerin bir nimet olduğunu, bir güzellik olduğunu da buradan anlıyoruz. Bunlarla, böyle meşguliyetlerle toplanıldığı zaman o toplantıların Allah tarafından çok sevilen toplantılar olduğu böylece anlaşılmış oluyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Demek ki biz de bu çeşit toplantılar yapmaya gayret etmeliyiz, dikkat etmeliyiz; ya da toplantılarımızın bu sıfatta olmasına gayret etmeliyiz. İnsanlar toplandığı zaman çeşitli şeyler yaparlar.
Biz de toplanırız, ne yaparız?
Sohbet ederiz. Havadan sudan başlarız. "Havalar nasıl?" "Kar yağıyor, soğuk var, yağmur yok..." Havadan konuşma, birbirleriyle ilgili konuşma... Bazen bu konuşmalar gıybete dönüşebilir, bazen günaha dönüşebilir, bazen şakaya, şakadan Allah'ın sevmediği mizaha, karşı tarafı üzen şeylere dönüşebilir. Demek ki toplantılarımızın zikrullah olmasını, Allah'a hamd ü senâ olmasını, Allah'ın nimetlerini tefekkür konusunda olmasını sağlamaya çalışmalıyız. Bu anlaşılıyor. Böyle yapanların Allah tarafından çok sevildiğini görmüş oluyoruz.
Şimdi üçüncü hadîs-i şerîfe geliyorum.
Üçüncü hadîs-i şerîf Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten. Bu hadîs-i şerîfler sahih hadislerdir; büyük hadis alimlerinin "sahihtir, güzeldir" dediği hadislerden seçilmiş sağlam hadîs-i şerîfler. Bu en son okuduğum Ebû Hüreyre radıyallahu anh hadisi de Buhârî tarafından rivayet edilmiş ki Buhârî hadis alimlerinin sultanıdır, en önde gelenidir. Onun için okuduğum hadislerin sağlam olduğunu biliniz.
Üçüncü hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz bir sûrenin önemini anlatacak ama önemini anlatırken cereyan eden olay sanıyorum ilginizi çok çekecek, hafızanızda kalacak, siz de başkalarına anlatacaksınız, öyle tahmin ediyorum. Benim çok ilgimi çektiği için sizin de ilginizi çekecek diye düşünüyorum. Ebû Hüreyre radıyallahu anh diyor ki;
Vekkelenî Resûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem bi-hıfzı zekâti Ramadâne "Ramazan zekâtının, mallarının korunmasına Resûlullah beni görevlendirdi, bekçi tayin etti." diyor Ebû Hureyre radıyallahu anh.
Demek ki Ramazan'da zekât toplanmış.
Ramazan'da yapılan hayırlar öbür aylarda yapılanlar gibi değil, kat kat fazla mükâfatlandırılır. Onun için hesabı iyi olan, sevabı çok kazanmak isteyen müslümanlar umumiyetle Ramazan'da zekâtını verirler.
Ramazan'da toplanmış mallar, tahmin ediyorum ki hurma gibi şeyler. Peygamber Efendimiz Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ı vazifelendirmiş, "Sen bunları bekle bakalım." diye, gece gündüz bekleyecek. Ortada yığılı bir sürü hurma mesela...
Fe-etânî âtin fe-ceale yahsû mine't-taâmi. "Ben bekçilik yaparken birisi geldi, başladı yiyeceklerden avuçlamaya..."
İşte buradan hurma filan olduğunu anlıyoruz. Yani toplanan zekâtların hurma olduğu anlaşılıyor. Yenilecek bir şey, çünkü taam diyor. Hasâ-yahsû "avuçlamak" demek. Birisi gelmiş, herhalde torba gibi bir şeye doldurmak üzere avuçlamaya başlamış.
Fe-ehaztühû. "Ben de onu yakaladım." diyor.
Vay, hırsız, zekât mallarını avuç avuç avuçluyor, torbaya doldurup kaçıracak, hırsızlık yapacak...
Ebû Hüreyre radıyallahu anh onu yakalamış.
Fe-kultü le-erfeanneke ilâ Resûlillâhi sallallahu aleyhi ve sellem. "'Seni Resûlullah'ın huzuruna sürükleyip götüreceğim!' dedim ona."
Hırsızı yakaladı, onu Resûlullah'a götürecek, "Bu hırsızlık yaparken benim tarafımdan yakalandı yâ Resûlallah!" diyecek.
Kâle. Adam demiş ki: İnnî muhtâcun ve aleyye iyâlün ve lî hâcetün şedîdetün.
Adam mazeret beyan etmiş.
İnnî muhtâcun. "Muhtaç bir insanım." Ve aleyye iyâlün. "Çoluk çocuğum kalabalık, çok insanlar var. " Ve lî hâcetün şedîdetün. "Şiddetli bir fakr u zaruret içindeyim, onun için yaptım bunu." demiş, kendisini acındırmış. Fe-halleytu anhü. "Ben de serbest bıraktım." diyor.
Bir şey aldırtmadan elindekini bıraktırıp hırsızı salıvermiş Ebû Hüreyre radıyallahu anh.
Fe-asbahtu. "Sabaha ulaştım." Fe-kâle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
Burası önemli, dikkatinizi çekiyorum, siz de kulak kabartın. Peygamber Efendimiz Ebû Hüreyre'ye demiş ki;
Yâ Ebâ Hüreyre, mâ feale esîrüke'l-bârihate?
el-Bâriha, "dün gece" demek. "Dün gece senin yakaladığın esirin ne yaptı ya Ebû Hüreyre?" diye sormuş. Daha Ebû Hüreyre bir şey demedi. Peygamber Efendimiz sabahleyin Ebû Hüreyre ile karşılaşınca diyor ki;
"Ey Ebû Hüreyre, senin dün gece yakaladığın esirin ne yaptı?"
Bu neyi gösteriyor?
Allah'ın bildirmesiyle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in Ebû Hüreyre'nin o gece başından geçen mâcerâyı bildiğini gösteriyor. İşte bu önemli bir nokta, bunu herkes bilsin. Sonra ben asıl sonuçta da bir şeyler söyleyeceğim. Bu Buhârî'nin hadîs-i şerîfini onun için okuyorum.
Fe-kultü.
Ebû Hüreyre Peygamber Efendimiz'e diyor ki;
Yâ Resûlallah, şekâ hâceten ve iyâlen fe-rahimtuhû fe-halleytü sebîlehû. "Yâ Resûlallah, çok ihtiyacı olduğundan şikayetlendi, çoluk çocuğunun kalabalık olduğunu söyledi. Ben de ona acıdım, serbest bıraktım."
Fe-kâle emâ innehû kad kezebeke ve se-yeûdu.
Burada da tekrar bu cümlenin altını çizmek istiyorum.
Peygamber Efendimiz dedi ki;
Emâ innehû kad kezebeke. "Sana yalan söyledi o herif."
Bu bir, yani sözünün doğru olmadığını Efendimiz biliyor.
Nereden biliyor?
Allah'ın bildirmesi ile biliyor. Yoksa o adamın hakikaten çoluğu çocuğu çok mu, hakikaten muhtaç mı, değil mi? Normal şartlarda, tabiî şartlarda bir başkası bilemez bunu ama Resûlullah diyor ki; "Yalan söyledi." Yani söylediklerinin doğru olmadığını biliyor.
Nereden biliyor?
Allah bildirince bilir.
Bunu niçin söylüyorum?
Bir de diyor ki;
Ve se-yeûdu. "Bak, yine gelecek." diyor.
Bu da ileriye dönük bir olay. Dün geceki olayda yalan söylediğini söylüyor, "yine gelecek" diyor. Yani "Bu akşam da gelecek." diyor.
Bu neyi gösteriyor?
İleride olacak şeyi de bildiğini gösteriyor.
Bu nedir?
İşte bu gaybla ilgili bir bilgiyi bilmektir.
Peki, gaybı Allah'tan başkası bilir mi?
Bilir. Allah'ın bildirdiği, gaybdan bazı bilgileri verdiği kimseler bilir.
İllâ menir'tedâ min resûlin. "Peygamberlerden istediği kimselere bazı bilgileri bildirir."
Söylenen sözün yalan olduğunu biliyor, adamın bir daha geleceğini biliyor.
Gördünüz mü?
Demek ki Resûlullah o iddiacının dediği gibi değil; Allah'ın bildirmesi ile olacak şeyleri de biliyor, olmuş şeylerdeki başkaların bilmediği taraflarını da biliyor.
Fe-araftu ennehû se-yeûdu li-kavli Resûlillah sallallahu aleyhi ve sellem fe-rasadtuhû.
Ebû Hüreyre diyor ki;
"Resûlullah'ın 'yetmedi, dönecek' demesinden o adamın yine geleceğini anladım ve gözlemeye başladım."
Bakın sahabe-i kirâm, "Bu yarım bilgili, yarım alim." gibi düşünmüyor. Resûlullah bir şey söyledi mi, onun gerçek olacağını biliyor ve bekliyor. Tekrar tarassut etmeye, gözlemeye başlamış.
Fe-câe yahsû mine't-taâmi. "Yine hurmaları, yiyecekleri -belki hurma da vardır, buğday da vardır, arpa da vardır- yemekleri, yenilecek malzemeleri avuçlamaya başladı."
Herhalde torbasına, kucağına doldurup kaçıracaktı. Yine yakalamış Ebû Hüreyre;
Fe-kultü le-erfeanneke ilâ Resûlillâhi sallallahu aleyhi ve sellem. "Seni Resûlullah'ın huzuruna yaka paça götüreceğim!" demiş.
Kâle: Da'nî fe-innî muhtâcun ve aleyye iyâlün lâ eûdu. "Beni bu sefer de bırak, ben çok muhtacım ve çoluk çocuğum çok var. İşte ondan yine dayanamadım, geldim hırsızlık yapmaya kalkıştım, gelmeyeceğim bir daha." demiş.
Fe-rahimtuhû ve halleytü sebîlehû. "Adama yine acıdım" diyor Ebû Hüreyre "ve yolunu yine serbest bıraktım, açıverdim, gitmesine müsaade ettim."
Fe-asbahtu kâle lî Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem. "Sabahleyin Resûlullah'ın huzuruna varınca -hani namazda buluşuyorlar ya- Peygamber Efendimiz yine buyurmuş ki o bir şey demeden:" Yâ Ebâ Hüreyre, mâ feale esîruke el-bârihate? "Dün gece senin yakaladığın esir yine ne yaptı bu sefer?"
Yine geldiğini biliyor.
Fe-kultü: Yâ Resûlallah, şekâ hâceten ve iyâlen fe-rahimtuhû ve halleytü sebîlehû. "Yâ Resûlallah, yine ihtiyacının çok olduğunu söyledi, çoluk çocuğunun, ailesinin kalabalık olduğunu söyledi, ben de acıdım, yolunu yine serbest bıraktım. Yani yakasını bıraktım, yine gitti."
Fe-kâle: İnnehû kad kezebeke ve se-yeûdu.
Peygamber Efendimiz tekrar buyurdu ki;
"O yine sana yalan söyledi, yine gelecek."
Bak, bir daha geleceğini biliyor. Halbuki adam ne demişti Ebû Hüreyre'den kurtulmak için?
Lâ eûdu. "Bir daha gelmeyeceğim."' demişti. Peygamber Efendimiz diyor ki; "Yine gelecek."
Fe-rasadtuhû sâlisete. "Üçüncü defa saklandım, yine onu gözetledim. " Fe-câe yahsû mine't-taâmi. "Yine geldi, hırsızlık yapmak için yiyecek malzemeyi avuçlamaya kalkıştı. " Fe-ehaztuhû. "Yine bu sefer yakaladım. " Fe-kultü: Le-erfeanneke ilâ Resûlillâhi sallallahu aleyhi ve sellem ve hâzâ âhiru selâsi merrâtin enneke tez'umu lâ teûdu sümme teûdu. "Bak, bu üçüncü defa oldu, seni Resûlullah'ın huzuruna mutlaka götüreceğim! Sen 'dönmeyeceğim' diyorsun, 'dönmeyeceğim' sanıyorsun, ondan sonra da dönüyorsun, yine yine yapıyorsun, tekrar tekrar yapıyorsun. Bu sefer götüreceğim!" dedi.
Fe-kâle: Da'nî e allimke kelimâtin yenfauke'llâhu bihâ. "Beni bırakırsan sana Allah'ın fayda sağlatacağı bazı güzel dualar öğreteceğim." dedi.
Kultü: Mâ hünne? "'Nedir bu güzel dualar?' diye ben sordum." diyor Ebû Hüreyre.
Kâle: O herif, yani hırsızlık yapan varlık: İzâ eveyte ilâ firâşike fa'kra' âyete'l-kürsiyyi fe-inneke len yezâle aleyke mine'llâhi hâfizun. "Yatağına yatmaya gittiğin zaman Âyete'l-kürsî'yi oku. Çünkü o, senin üzerinde Allah'tan bir muhafız olur."
"Allah'ın nasip ettiği, takdir eylediği, tayin ettiği bir muhafız olur, seni korur."
Ve lâ yakrabeke şeytânun. "Şeytan sana o Âyete'l-kürsî'yi okuduğun gece yaklaşamaz. " Hattâ tusbiha. "Sabaha çıkıncaya kadar, sabah oluncaya kadar şeytan yanına sokulamaz." dedi.
Burada hemen hatırımızda tutalım, alalım, defterimize not edelim:
"Bundan sonra ben de yatağa yattığım zaman inşaallah Âyete'l-kürsî'yi okuyayım." diyeceksiniz değil mi? Madem sahih hadistir, duydunuz. Şeytan yaklaşmasın benim yanıma diye gece yatarken ne okuyacağız?
Bu günden itibaren artık her akşam Âyete'l-kürsî'yi okuyacağız.
Neden?
Çünkü Âyete'l-kürsî başında bekçi olarak duracak, Allah'tan seni koruyucu bir melek vazifeli gibi olacak belki, bekçi olacak ve şeytan yaklaşamayacak.
Fe-halleytü sebîlehû.
Böyle dedi diye yine hırsızı salıverdi Ebû Hüreyre. Yani öğrettiği için bir şey almadan salıverdi.
Fe-asbahtu fe-kâle lî Resûlullah. "Sabahleyin Resûlullah'ın yanına varınca Resûlullah bana dedi ki: " Mâ feale esîruke'l-bârihate? "Dün gece senin yakaladığın esirin ne yaptı ey Ebû Hüreyre?" diye tekrar sordu.
Fe-kultü: Yâ Resûlallah zeame ennehû yuallimunî kelimâtin yenfeuni'llâhu bihâ fe-halleytü sebîlehû. "O herif sandı ki, o bana bazı kelimler, dualar öğretecek ve o dualardan Allah beni istifade ettirecek diye böyle bir şey söyledi. Ben de onun için o duayı öğrendim, onu salıverdim."
Fe-kâle: Mâ hiye? "Ne öğretti?"
Yani "öğrettiği dua nedir?" diye soruyor. Biliyor ama soruyor.
Nereden biliyor?
Allah'ın bildirmesinden biliyor.
Kultü: Kâle lî. "Ben Resûlullah'a anlatmak için dedim ki, 'O bana dedi ki:' " İzâ eveyte ilâ firâşike fa'kra' âyete'l-kürsiyyi. "'Yatağına yatmaya gittiğin zaman Âyete'l-kürsî'yi oku.'" Min evvelihâ hattâ tahtime'l-âyete. "'Başından ta âyetin sonunu bitirinceye kadar.'" "'Allahu lâ ilâhe illâ hüve'l-hayyu'l-kayyûm'dan, ve hüve'l-aliyyu'l-azîm'e kadar oku.' dedi bana. " Ve kâle lî lâ yezâlü aleyke mine'llâhi hâfizun. "'Böyle okursan Allah'tan senin üzerinde bir muhafız olur. - Âyete'l-kürsî mi korur, bir melek mi vazifelenir, o mu korur.- Yani korunma altına alınırsın.'" Ve lâ yakrabeke şeytânun hattâ tusbiha. "'Sabah oluncaya kadar şeytan yanına sokulamaz.' dedi, yâ Resûlallah, böyle anlattı o hırsız." diye söylüyor.
Fe-kâle'n-nebiyyu sallallahu aleyhi ve sellem: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Emâ innehû kad sadakake. "Evet, bu sözleri doğru, sana doğru söylemiş." Ve hüve kezûbun. "Çok yalancı bir varlık olduğu halde bu sözleri doğru, bu sözleri sana doğru olarak söylemiş, Ebû Hüreyre." dedi.
Ta'lemu men tuhâtibu münzü selâsi leyâlin yâ Ebâ Hüreyre? "Ey Ebû Hüreyre, sen üç gecedir kime muhatap olduğunu, kiminle konuştuğunu biliyor musun?"
Kultü: Lâ. "Hayır bilmiyorum." dedim Resûlallah'a.
Kâle: Zâke şeytânun. "O şeytan idi." buyurdu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Görüyorsunuz, sahih, Buhârî'den bir hadîs-i şerîf ile karşılaşmış olduk. Peygamber Efendimiz'in zamanında Ebû Hüreyre'nin bekçi için başında durduğu zekât yiyeceklerini beklerken başına gelen bir olayı duymuş olduk.
Burada bir şeyi öğrenmiş oluyoruz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Ebû Hüreyre'nin başından geçenleri onun yanında olmadığı halde biliyor ve ona söylüyor; konuştuğu varlığın kim olduğunu biliyor, tekrar geleceğini biliyor, söylediği sözlerin, yani en son öğrettiği duaların doğru olduğunu söylüyor.
Biz de bundan sonra gece yatarken o duayı Âyete'l-kürsî'yi okuruz.
Buradan şu çıkıyor ki; Allah bildirince başka insanların bilmediği bazı şeyleri Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de bilir, Allah'ın sevgili, mübarek evliyâ kulları da bilir.
Bunun böyle olduğunu bilmeyenler bu hadîs-i şerîfi okuduktan sonra akıllarını başlarına alsınlar.
Tabii şimdi birisi diyebilir ki;
"O peygamberdi. Peygambere Allah bildirmiş olabilir."
Allah'ın gayba ait, başkalarının bilmediği bazı şeyleri peygambere bildirmiş olduğu bu hadîs-i şerîfle ispatlanıyor. O yarım bilginin, yarım şahsın "Peygamber de bilmezdi." sözünün yalan olduğu anlaşılıyor. Bu önemli.
Gelelim;
"Peygamber bilir ama başka insanlar bilir mi, bilmez mi?"
Başka insanlar da bilir, Allah bildirdiği zaman. Nasıl Peygamberimiz'e Allah bildirdiği zaman yanında olmadığı kişilerin başından geçen olayları görüyor, biliyorsa Peygamber Efendimiz, Allah'ın evliyâsı da Allah bildirince bilir. Buna din alimlerimiz karar vermişler. Yani o yarım şahıs bunu inkâr etse de din alimlerimiz karar vermişler;
Kerâmâtü'l-evliyâi hakkun. "Evliyâullahın kerametleri, olağanüstü halleri, bilmeleri vesairesi haktır, gerçektir, vâkidir diye." Bildirmişler.
Hz. Ömer Efendimiz'in ta İran'daki komutanına Medine'de minberinde hutbe okurken birden "Yâ Sâriye el-cebel!" demesi bir olay olarak kulağınıza gelmiştir. Daha başka binbir tane olay vardır. Ama bu hususta âyetler ve hadisler vardır ki peygamberlerden ayrı evliyâullahın, mübarek kimselerin böyle olağanüstü kerametler gösterebileceği, kerametlere mazhar olacağı hadîs-i şerîflerle bildiriyor.
En sahih, en meşhur hadislerden birisi nedir?
Peygamber Efendimiz bir keresinde buyurdu ki;
"Kul, Allahu Teâlâ hazretlerine farz ibadetleri yaparak O'nun sevgisini kazanır. Nafile ibadetler yaparak yakınlaşmaya devam eder, devam eder, Allah'ın yakın kulu olur. Allah'a yakın kul olur, erenlerden olur, Allah'ın sevgili kullarından olur. Allah onu sevdi mi, artık onun gören gözü, söyleyen dili, işiten kulağı, yürüyen ayağı olur. Allah'la görür, yani başka insanların görmediği şeyleri Allah ona gösterir. Allah'la duyar, yani başka insanların duymadığı şeyleri Allah tarafından bildirildiği için duyar. Allah'la tutar, yani Allah nasip eder, onun elinin uzanamayacağı çok uzak mesafedelerde bazı şeyleri yapmasını sağlar. Allah'la varır, yürür. Yani başka insanların aylarca, yıllarca seyahat edip varacağı yerlere bir göz yumup açıncaya kadar tayyi mekân suretiyle varabilir. Bu hadîs-i şerîf bunu bildiriyor.
İnsanlar eğri otursalar bile doğru konuşsunlar, dinde aslı olan şeyleri inkâr etmesinler veyahut kendilerine mahsus çok özel münkirlikleri varsa onları kendilerine saklasınlar da başkalarını da böyle âyetlere, hadislere aykırı durumlara sevk edip de onların da imanlarıyla oynamasınlar.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh...