Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allahu Teâlâ hazretleri sizi sevdiği kul eylesin. Dünyada da âhirette de aziz ve bahtiyar kılsın. Cennetiyle Cemâli’yle müşerref eylesin.
Size Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in mübarek Medine-i Münevvere’sinden hitap ediyorum.
Cumalarınız mübarek olsun.
Bügünkü sohbetimde ilk hadîs-i şerîfini, Deylemî’nin kitabında yer alan, Hz. Ali Efendimiz’in radıyallahu anh ve kerremallahu vecheh rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf olarak seçtim. Hz. Ali Efendimiz’in rivayet ettiği hadisleri özellikle seviyorum ve onları toplayıp ayrı bir kitap hâlinde bile neşretmeyi düşünüyorum, Alevî kardeşlerimiz okusunlar diye.
Hz. Ali Efendimiz, Allah’ın arslanı, Esedullâhi’l-gâlib Aliyy’ibni Ebî Tâlib radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bu hadîs-i şerîf, cuma ile ilgili.
التهجير إلى الجمعة حج فقراء أمتى
et-Tehcîru ile’l-cumu’ati haccu fukarâi ümmetî.
Bunun mânası şöyle: et-Tehcîr aslında “birisini hicret ettirmek, bir yerden bir yere sürmek” demek. Cumaya sürmek, insanın kendisini derleyip toparlayıp cuma namazına vaktin çok evvelinden gitmesi, demek. Kendisini cuma namazının kılındığı yere evvelce, çok erken saatlerde atmak, oraya götürmek, sürmek demek oluyor. Kısacası, cuma namazına erken gitmek demek oluyor.
“Cuma namazına erken gitmek benim ümmetimin fakirlerinin haccı gibidir.”
Hac yapabilmek için insanın zengin, sıhhatli, yol emniyetinin olması lazım, belli mevsimin gelmesi lazım! Haccın yapıldığı zamanın gelmesi lazım. O zamanda bu mübarek beldeye, bizim bulunduğumuz Mekke-i Mükerreme’ye, Medine-i Münevvere’ye gelip; belirli günlerde, belirli ibadetleri, çok anlamlı, derin ibadetleri yapmak lazım!
Zengin olmayana farz değil. Çünkü hac biraz da keseye dayanan bir ibadet. Uçak parasını toplayabilecek, borcu olmayacak insanın. Yolda ve gittiği yerde kalması için gerekli paraları olacak. Fakirlere hac farz değil, zenginlediği zaman farz oluyor.
Fakirler âşık-ı sâdık iseler, iyi müslüman, ihlâslı müslüman iseler, hacılar hacca gittikleri zaman veyahut umreye gidenleri filan görünce, fakirlerin şöyle bir boynu bükülür, yüreği bir cız yapar, yüreğinin yağı bir erir.
Aynı duyguları biz de yaşadık. Hocamız Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh, Allahu Teâlâ hazretleri makamâtını daha âlâ eylesin, kafile hâlinde yola çıkarlardı. Karayolu ile birkaç defa Hicaz’a gittiklerini hatırlıyorum. 27, 25 araba kafile hâlinde İstanbul’dan Ankara’ya gelirdi. Bendeniz kardeşiniz, o zaman Ankara’da üniversitede görev yapmaktaydım. Biz Hocamız gelince, Allah’ın evliyâullahı, mübarek büyüğümüz geldi diye bayram yapardık, sevinirdik. Hacı Bayram’a giderlerdi, herkes hoş geldin derdi.
Bizdeki konaklamasını takiben, Ankara’daki günleri bittikten sonra, dualarla yola çıkarlardı. Hacı Bayram Camii içerisinden, Hacı Bayrâm-ı Velî kaddesallahu sırrahu’l-aziz Efendimiz’in türbesinin önünden yola çıkılırdı. Ben hatırlıyorum, böyle nasıl yüreğimizin yağı erirdi. Onlar hacca doğru giderken, gidemeyenler arkada boynu bükük kalırdık. Hem uğurlardık, hem ayrılığın gözyaşları, hem de “Benim de imkânım olsa, ben de gidebilsem!” gibi duygular içindeydik.
Hatta rahmetli Necmeddin Yüceler amcamız vardı. İbrişim gibi ak sakallarını Hocamız çok severdi. Onun da Allah makamını âlâ eylesin; çok iyi insandı, evinde teravihler kıldırırdı, hayırlara koştururdu, vakfımıza hizmetleri, hayırları, bağışları çok. Orada hatırlıyorum, arabalardan birisinde boş yer varmış, hacca gidiyor kafile, arabanın boş yerine oturdu. Ondan sonra da çocuklarına dedi ki:
“Arkamdan pasaportumu alın, vizeyi hazırlayın, hududa gidinceye kadar bana pasaportu yetiştirin, ben gidiyorum.”
Orada oracıkta, hemen arabaya bindi rahmetli. Hatırlıyorum, tebessüm ederek, gözyaşlarıyla hac kafilesine katılmıştı.
Bunları niçin anlatıyorum?
Hac ve umreye gidenleri uğurlayanların duygularına misal olsun diye, sergilemek için anlatıyorum. Gidemezse insanlar:
“Benim de param olsa, zengin olsam, sıhhatli olsam, Allah imkân verse, ben de o güzel diyarları görsem. Resûlullah Efendimiz’in gezdiği yerleri gezsem, büyüdüğü doğduğu yerleri görsem. Kâbe-i Müşerrefe’yi tavaf eylesem, Hacer-i Esved’i öpsem, zemzem suyundan kana kana içsem.”
Bizim mübarek Yunus’umuzun güzel ilahileri var. Hepsi, her birisi birbirinden güzel, bir arkadaşımız bestelenmiş şeklini güzel okurdu, biz de oradan ezberledik:
Delîl yapışsa elime
Lebbeyk öğreten dilime
İhrâm bezini belime
Sarsam ağlayı ağlayı.
Böyle aşk ile şevk ile oralara gidip, “Aman Kâbem, canım Kâbem, varsam sana, yüzüm sürsem!” diye aşk u şevk ile oralara gitmek isterler, temenni ederler ama olmuyor. Bu temennilerin içinde sevap kazanma duygusu, arzusu da var, “Allah’ın emrini yerine getireyim sevap kazanayım!” düşüncesi de var.
Peki gidemeyenler ne olacak?
Allahu Teâlâ hazretleri herkese gönlündeki niyetine göre, beslediği niyete göre mükâfat veriyor. Fakir gidemiyor ama gitmeyi arzu edince Allah ona da büyük sevaplar veriyor. Burada da bir sevap yolunu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bize bildiriyor:
“Cuma namazına erken gitmek benim ümmetimin fukarasının haccı gibidir.”
Haccetmiş gibi Allah sevap verecek, diye müjdelemiş oluyor.
Eğer siz de böyle haccetmek gibi, hac yapmak gibi bir sevap kazanmak istiyorsanız, Resûlullah Efendimiz’in bu rivayetini göz önünde bulundurarak, Cuma namazına erkenden gidin!
Benim cuma ile ilgili bazı tenkitlerim, müşahadelerim oluyor. Müşahadelerde iyi olmayan şeyleri görünce, vazifemiz de olduğu için biraz da tenkit etmemiz gerekiyor. Birisini ayıpladığımız için değil, ayıplamak İslâm’da yok. Kusurlu olan insana dua ederiz, düzelsin deriz. Ayıplamak doğru değil ama bir yanlışlığı söyleyip yapılmamasını sağlamak da vazifemiz olduğu için söylüyorum.
Cuma günü, mesela Anadolu’da seyahatteyiz; bir camiye geliyoruz, Cuma namazı kılacağız. Güneşli bir gün, camiye geliyoruz. Bakıyoruz namaza yarım saat var, hacı babaların hepsi caminin avlusunda. Bir ağacı devirmişler duvarın dibine, kumrular gibi oraya oturmuşlar, bastonlarını önlerine dayamışlar, sohbet ediyorlar.
Fesübhanallah!
“es-Selamü aleyküm!” diyoruz. “Ve aleyküm selam.” diyorlar, yüzümüze bakıyorlar. Biz caminin içine dalıyoruz.
Neden?
Bir an evvel camiye girmekte çok sevap var. Camide durduğu zaman, namazı beklerken bile insanın sevabı işliyor, namazdaymış gibi sevap kazanıyor. Dışarıda durulur mu! Cuma gününde, caminin avlusunda, dışarıda duruyorlar, güneşleniyorlar, sohbet ediyorlar; sarı öküzün küçük buzağısını sohbet konusu yapıyorlar. Böyle şey olmaz, bunu tenkit etmek lazım!
Erken gitmek lazım. Bak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
“Cumaya erkenden gitmek, hicret etmek, benim ümmetimin fakirlerinin haccı gibidir.”
Hicret kelimesini kullanmış. Evinden hicret et bakalım camiye. Dükkândan hicret et bakalım, kapat bakalım şurayı, camiye git! Biraz erken git!
Tam namaz vaktini hesaplıyorlar, ezan okunurken camiye gidiyorlar.
Olmaz!
Seccadesini alıyor, en arkada kılıyor, farzı kıldıktan sonra hemen kaçıyor.
Olur ama olmaz!
Cuma namazının hepsini birden, âdabına riayet ederek farzlarını, sünnetlerini yapmak, hutbeyi dinlemek lazım! Hutbeden önce vaizler güzel güzel konuşmalar yapıyor, onları dinlemek lazım! Kur’an okumak, Kehf sûresini, Yâsîn sûresini okumak, tesbih çekmek, sevap kazanmak lazım.
Bir tenkit ettiğim husus da Cuma namazında hatip hutbeye çıktı mı, şöyle bir yerine yerleşen, sırtını duvara dayayan, gözlerini kapatıyor, gece eksik kalmış olan uykusunu orada tamamlıyor.
Olmaz, orası uyuma yeri değil veya uyuklama yeri değil veya keyif yapma, rehavete, gevşekliğe düşme yeri değil; orası uyanıklık yeri.
Vaazı dinleyeceksin, hutbede konuşmayacaksın. Konuşursan, Cumanın sevabı gider. Hatta misal veriyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: Konuşan bir kimseye, “Sus, konuşmak günahtır, hutbe okunurken konuşulmaz!” diye söylemek dahi senin sevabının gitmesine sebep olur. “Sus!” demek dahi sevabı kaçırtıyor, can kulağıyla dinleyeceksin. İmam konuşurken söylediği sözler âyettir, hadistir, dinin ahkâmıdır diye dikkatle dinleyecek.
Onun için biraz evden camiye hicret etmek lazım! Dünyadan âhirete, iş yerinden mânevî sevapların kazanıldığı yere erken gelmek lazım! Tehcîr, hicret ettirmek, insanın kendi kendisini oradan alıp buraya, bu güzel yere getirmesi.
Cumaya erken gidin bu sefer. Cumaya gitmeden önce bir insan, Cuma için gusül abdesti alırsa, başından tırnağına kadar, soyunup tam bir gusül abdesti, yıkanma, Cuma gusülü yaparsa o zaman yedi günlük günahı üç gün ilavesiyle afvoluyor, geçmiş on günlük günahı siliniyor.
Cuma gusülünü, temizlenmesini terk etmeyin! En yeni elbiseleri, bayramlık elbiseleri giyin! Bayramlık elbiseler sadece Ramazan ve Kurban bayramında, Süleymaniye Camii’nde bayram namazı kılmak için giyilmez. Cumaları Cumaya giderken de en cici elbiseleri giyin! Çoluk çocuğunuza da en güzel elbiselerini giydirin, tertemiz yıkayın! Bir de güzel kokularla kokulayın, mis gibi, gül, sümbül, karanfil gibi kokarak camiye öyle gelin!
Bizi de duadan unutmayın!
Size bu hadîs-i şerîfi naklettik, siz de o sevapları kazanmak için öyle yapınca, “Es’ad Hoca’ya da Allah dünya ve âhiretin hayırlarını versin!” diye, bizi de duadan unatmayın!
İkinci hadîs-i şerîf, bu birinci konudan daha geniş bir konu. Deylemî, Enes radıyallahu anh’ten rivayet etmiş. Bu da çok kısa bir hadîs-i şerîf. İnşaallah elinizde kalem vardır, inşaallah bu hadîs-i şerîfleri hemen birkaç kelimeden ibaret olduğu için yazıveriyorsunuzdur diye temenni ediyorum, tavsiye de ediyorum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu ikinci hadîs-i şerîfte:
التفقه فى الدين حق على كل مسلم
et-Tefakkuhü fi’d-dîni hakkun alâ-külli müslimin.
et-Tefakkuhü ne demek? “Bilgi sahibi olmak, dinin inceliklerini öğrenmek, fıkıh ilmini öğrenmek” demek.
Dinimizin ahkâmına, haramlara, helâllere, mübahlara, sevaplara, günahlara ait bilgileri, incelikleri, dinimizin bilgilerini öğrenmek.
et-Tefakkuhü fi’d-dîni. “Bu dînî bilgileri öğrenmek” hakkun alâ-külli müslimin. “Her müslümanın üzerine haktır, bir vazifedir.” Bunu yapmazsa hakkı işlememiş, üzerine düşen kulluk hakkını ödememiş, vazifesini yapmamış olur.
Bir tenkit daha burada söyleyelim; arkadaşlarımız hoş görerek, affederek dinlesin. Allah rızası için herkesin iyiliği için söylüyorum:
“Elhamdülillah müslümanım! Annemiz hacı, babamız hacı, dedemiz hoca, büyük dedemiz müftü, falanca akrabamız vaiz. Zaten biz evimizde dindardık, küçükken babam beni yaz aylarında hocaya göndermişti, elif be’yi öğrenmiştik, namaz sûrelerini ezberlemiştik.”
Maşaallah, Allah mübarek etsin, çok güzel ama bu kadarcık şey yetmez! Çok sıcak iklimde -Türkiye’de yaz ya, burada Medine-i Münevvere’de sıcaklar çok daha fazla- çok susamış bir insan düşünün. Şakaklarından dere gibi terler akıyor, çok susamış, Allah rızası için su arıyor. Siz de getiriyorsunuz ona, dikiş yüksüğünün içinde birazcık su veriyorsunuz, “Al sana su!” diyorsunuz. Bir yüksüğe bakar, bir size bakar. Yüksük bir santimetre küp, nihayet iki santimetre küp su alır.
“Bu benimle alay mı ediyor, şaka mı yapıyor, latife mi yapıyor? Bu kadarcık, yüksük kadar suyla benim bu içimin yangını söner mi, bu hararet geçer mi?”
Ne lazım?
Kocaman maşrapalarla içmek lazım!
Ben dün akşam gece yatarken hararet basmıştı, zemzem suyundan koca bardaklarla, büyük bardaklarla, duble diyorlar ya, çift bardak gibi, üç bardak içtim. Besmeleyi çekerek,
اللهُمَّ إني أَسْأَلُكَ عِلْمًا نَافِعًا وَرِزْقًا واسعا وشفاء من كل داء وسقم
Allahümme innî es’elüke ilmen nâfi’an ve rızkan vâsi’an ve şifâen min külli dâin ve sekamin.
diyerek üç bardak içtim. Şişedeki su bitmeseydi daha içecektim. Demek ki insan susadığı zaman daha çok istiyor. O hâlde, dînî bilgiler de küçükken yüksük kadar, parmak ucu kadar, birazcık bilgi almakla öğrenilmez. İslâm’ın inceliklerini öğrenmesi için tonlarla su içmesi lazım insanın, fırınlarla ekmek yemesi ve onları uygulaması lazım!
Şimdi ne yapıyoruz Türkiye’de?
Türkiye’nin yüzde doksan dokuzu elhamdülillah müslüman. Türkiye müslüman ama Türkiye’nin müslümanlarının İslâm’dan haberi yok, İslâm’ı bilmiyor. İslâm’ın haram kıldığı şeyleri yapıyor, İslâm’ın emrettiği şeyleri yapmıyor. Biraz, “Böyle niye yapmıyorsun?” diye söylediğin zaman samimi bir arkadaşa. Kimseyi de üzmek istemiyor insan, dinde zorlama da yok diye; biraz da memlekette hürriyet var, günah yapma hürriyeti var, demokrasi var; insan istediği gibi gönlünce yaşayabilir, içki içebilir, faiz yiyebilir, şarap içebilir, kumar oynayabilir, kumarhâneler serbest, devlet destekli, döviz kazandırıyor memlekete, her şey serbest. Ama biraz da hakkı söylemek gerekirse, kıyıdan köşeden söylediğimiz zaman diyor ki;
“Benim kalbim temiz!”
Öğrenmiş, birisi öğretmiş bunlara. Herhalde İslâm’ı uygulatmamak için bir söz öğretmiş. Kalp temiz olunca yetermiş, Allah kalbin temizliğine bakıyormuş. Doğru, hadîs-i şerîfte böyle: Allah insanların kalplerinin temizliğine bakar. Kötü niyetle insan iyi bir şey yapsa bile kıymeti yok, kalbinin temiz olması önemli.
İyi ama kalp temizliği nereden belli olacak?
İcraatından belli olacak. Günahları işliyor, sevapları ihmal ediyor. Sevapları ihmal edip yapmamak bir günah, günahları işlemek bir günah.
Bunları yapıyor, “Kalbim temiz!” diyor. Allah’ın emirlerinin tam aksini yapıyor, “Benim kalbim temiz!” diyor, “Allah; Gafur’dur, Rahim’dir, affeder.” diyor. Eder ama Allah’ın affetmesi de cezalandırması da var; cenneti de cehennemi de var; hesap, mahkeme-i kübrâ var.
Sen bir baba olarak, bir ebeveyn olarak, bir öğretmen olarak düşün, kendini öyle bir mevkiye koy. Öğrenci senin sözünü dinlemezse, ev ödevini yapmazsa, çocuğun senin sözünü dinlemezse.
Diyelim ki: “Ben çocuklarımı hür yetiştirmek istiyorum.” diyorsun. Hür yetiştirmek istiyorsun ama sabahleyin:
“Yüzünü yıka, yıkamazsan olmaz, ayıp!” diyorsun, yüzünü yıkamadığı zaman sert davranıyorsun.
Neden?
Orada sert davranılabilir.
“Dişini fırçala!” diyorsun, fırçalamadığı zaman sert davranılabilir diye düşünüyorsun, onu âdet hâline getiriyorsun. Hakikaten çocuk sabahleyin kalktığı zaman yüzünü yıkıyor, çünkü annesi babası kızacak. Dişini fırçalıyor. Televizyonda da öyle gördüğü için diş fırçasının üzerine solucan kadar macunu sıkıyor, “Gırç, gırç, gırç.” dişlerini fırçalıyor.
İyi ama bu güzel âdetleri alışsın diye öğretirken dini niye öğretmiyorsun?
“Yalan söyleme evladım! Namazını ihmal etme yavrum! Bak bu sıhhate zararlıdır, sakın bunları yeme, içme evladım!” diye niye demiyorsun?
Biz Cidde’den Medine-i Münevvere’ye uçakla geldik. Medine-i Münevvere havaalanına indik, hoparlörle uyarı, -anons diyorlar- ihtar yaptılar. Uçakta zaten sigara içmek yasaktı ama “Havaalanında da sakın sigara içmeyin, Suud havaalanlarında sigara içmek şiddetle yasaktır, aksini yapanlar, sigara içenler, bu yasağı çiğneyenler şiddetle cezalandırılacaktır.” diye daha uçaktan inmeden ikaz ediyor, yüksek sesle bunu bildiriyor.
Neden yapıyor bunu?
Benim hoşuma gitti. İnsanların hürriyetlerini tahdit ediyor.
“Bırak tahdidi, keyfini sürsün, sigarasını tellendirsin, dumanını savursun.”
İyi ama sıhhati bozuluyor, kılcal damarları tıkanıyor. Kılcal damarların tıkanması sonunda başka arızalara yol açıyor, genç yaşında vücudu tahrip oluyor. Bunu biz önceden gördüğümüz için yapılmamasını istiyoruz. Sıhhatli olmasını istiyoruz. Bunun böyle yasaklanması benim hoşuma gidiyor.
Memnû’u’t-tedhîn diye yazıyor. Tedhîn dumanlama, sigarayı tüttürmek, tellendirmek demek.
Yasak. Hoşuma gidiyor.
Türkiye’de yasak değil. Türkiye’de de bir yasak kondu, hâlâ devam ediyor ama o yasak da bol bol çiğneniyor.
Dinimizi tam bilmiyoruz. Latifeli, şakalı tarafa kadar getirdik işi; dinimizi öğrenmemiz lazım! Çünkü dinin inceliklerini öğrenmek her müslümanın boynuna haktır, borçtur.
Bunu öğrenmediği zaman ne olur?
“Anam bana öğretmemiş.”
Anne baba sorumlu olur. Evlat, anne babasını mahkeme-i kübrâda, en büyük mahkemede dava edecek. Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruyor ki;
فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَا أَنْسَابَ بَيْنَهُمْ
Fe-izâ nüfiha fi’s-sûri fe-lâ ensâbe beynehüm. “İnsanların arasında sûra üfürüldüğü zaman; kıyamet kopacağı zaman nesep bağlarının hükmü kalmayacak!”
Babaymış, evlatmış, akrabaymış, torunmuş vesaire kimse kimsenin gözünün yaşına bakmayacak, herkes davacı olacak. Baba evladından, karısından davacı olabildiği gibi, evlat da babasından davacı olacak.
İlk davacı olma sebebi ne olabilir?
Çocuk mesela cehennemlik -Allah saklasın, Allah hepimizi, çoluk çocuğumuzu cennetlik eylesin- diyecek ki;
“Ya Rabbi, annem babam bana dinimi öğretmedi onlardan davacıyım. Benim cehenneme düşmemin sebebi, babamın bana bu dini öğretmemesidir.”
Babası mahkemeye çekilecek, mahkeme-i kübrâda ifade verecek, cezasını çekecek. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de:
قُوا أَنْفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا
Kû enfüseküm ve ehlîküm nârân. “Kendinizi, çoluk çocuğunuzu cehennemden koruyun!” diye ebeveyne vazife vermiş, emretmiş. Onun için herkesin İslâm’ı öğrenmesi, çoluk çocuğuna küçük yaşta öğretmesi lazım. Herkes Kur’an’ı, İslâm’ı, ahlâkı, haramları, helâlleri bilmeli! Bilmiyor!
Çok güzel tahsilli, konusunda uzman vatandaşlarımız var, çok güzel yetişmişler, bazıları birkaç diploma sahibi, bazıları bir kaç doktora yapmış olabiliyor. Kimisi Dr. oluyor, kimisi Dr. Dr. oluyor, iki doktora yapmış; üç tane yapmışsa Dr. Dr. Dr. oluyor, çok uzman. Böyle şeyler olabiliyor ama İslâm’ı bilmiyor.
“Hocam, vallahi nikâh kıydığım kişi gusül abdestini bilmiyor, kelime-i şehâdete dili dönmüyor.” diyor.
Halbuki kelime-i şehâdet, “Allah birdir, Muhammed onun elçisidir.” mânasına gelen, imanın bel kemiği, temeli olan bir şey. Bunu bilecek de mü’min olacak, Allah’ın sevgisini, rızasını kazanacak. Bir insan mü’min olmadıkça cennete giremeyecek ki.
Âhiret saadetinin temeli olan şeyi bilmiyor.
Dünya kadar şey biliyormuş; bilsin.
Sen onu bırak da Allah’ın istediği imana sahip mi, değil mi; onu söyle!
Onu bilmiyor. Onu bilmediği zaman da bir insanın öteki bilgileri işe yaramayacak, âhirette fayda etmeyecek. Dinini, ilmini, âdabını, ahlâkını öğrenmeyen insanların dünyada da faydalı olmadığını zaten tecrübeler gösteriyor.
Kendiniz İslâm’ı öğrenin, çoluk çocuğunuza, yakınlarınıza da öğretin! Çevrenize de İslâm’ı yaymaya çalışın! İslâm’ı herkese öğretmek hepimizin görevi. Sahâbe-i kirâmın hepsi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek ashabı, her birisi bir yere dağıldılar, İslâm’ı oralara yaydılar. Biz de öyle olalım!
التفكر فى عظمة الله وجنته وناره ساعة خير من قيام ليلة وخير الناس المتفكرون فى ذات الله وشرهم من لا يتفكر فى ذات الله
et-Tefekkürü fî azametillâhi ve cennetihî ve nârihî sâ’aten hayrun min kıyâmi leyletin ve hayru’n-nâsi el-mütefekkirûne fî zâtillâhi ve şerruhüm men lâ yetefekkeru fî zâtillâhi.
Sadaka rasûlullàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Bu üçüncü hadîs-i şerîf Allah’ı bilmekle ilgili bir konuda.
Biz hepimiz Allah’ın kullarıyız.
Yeri göğü kim yarattı, bu kâinatın sahibi kim, âlemlerin Rabbi kim?
Allahu Teâlâ hazretleri. Bunu tanımamız lazım. Bunu tanımıyor, bunu bilmiyor.
Biliyorsunuz, Türkiye'de yaşayan herkes anayasayla bağımlıdır, kanunların yükümlülüğü altındadır. Kanunları bilmemek mazeret değildir.
“Ben bu kanunu okumadım.”
Okumamış olabilirsin, hukuk fakültesi de okumadın. Bilmemek mazeret değildir. Kanunu çiğnersen cezayı yersin.
Neden?
Çünkü kanunları bilmemek mazeret değildir. Allah’ı bilmemek de mazeret değildir.
“Ben Allah’ı bilmiyorum, tanımıyorum. Bilememişim, tanımamışım, hiç vaktim olmadı. Amerika’da tahsil gördüm de, Almanya’ya gittim de, fabrikada çalıştım da. Ama Allah’ı tanımaya vaktim olmadı.”
O zaman, kanunları bilmemek mazeret olmadığı gibi Allah’ı bilmemek de mazeret değildir.
Her insanın önce kendisini yaratanını bilmesi lazım. Kendisine hayatı, varlığı, aklı, İslâm’ı vermiş, göz, kulak, konuşma nimetini, duygularını vermiş olan; kendisine nimetleri veren, güneşi doğduran, batıran, yağmurları yağdıran, otları bitiren, mahsülleri veren, âlemlerin Rabbi Mün’îm-i hakîkî, Rezzâk-ı âlem, her şeyimizi bize veren, sahibimiz, Rabbimiz, Mevlâmız Allahu Teâlâ hazretlerini bilmek lazım. Bir insan bunu bilmedi mi sıfır alır, sıfır alınca da sınıfta kalır. Sınıfta kalmak, cehennemin dibine gitmek demek. Allah’ı bilecek, herkesin ilk vazifesi Allah’ı bilmek.
Ama Allah’ı bilmek, üniversite diploması almak demek değil; dağdaki çoban da Allah’ı biliyorsa, o zaman o da cennete girer.
Yunus Emre -eğer rivayet doğruysa- oduncuymuş, tekkeye kırk yıl odun taşımış. Ama Yunus’a canlar kurban. Yunus gibilerine canlar kurban. Yunus oduncuymuş ama söylediği sözlerin hepsi ne kadar güzel, cevher, pırlanta gibi, gayet kıymetli, gayet güzel şeyler. İslâm’da mühim olan o duyguların derinliğidir.
Bu hadîs-i şerîf o duyguların, o fikirlerin ne kadar kıymetli olduğunu gösteren bir hadîs-i şerîf. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
et-Tefekkürü fî azametillâhi ve cennetihî ve nârihî sâ’aten hayrun min kıyâmi leyletin. “Allahu Teâlâ hazretlerinin ululuğunu, azametini ve O’nun âhirette mü’min kullarına hazırladığı cennetini, cezalandıracağı kullarını, sokacağı cehennemini bir miktar düşünmek, bir gece uyumayıp sabaha kadar ibadet etmekten daha hayırlıdır.”
Bakın tefekkür, derin derin düşünmek ne kadar önemli. Bu hususta başka hadîs-i şerîfler var. Bazı hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki:
“Bir saat böyle tefekkür, bir sene ibadetten hayırlıdır.”
Bazı hadisler de var:
“Bir saat tefekkür, atmış yıl ibadetten daha hayırlıdır.” buyrulmuş.
Bu rakamlar niye değişiyor?
Bir gece ibadetten hayırlıdır, bir yıl ibadetten hayırlıdır, bir ömür ibadetten hayırlıdır, atmış yıldan hayırlıdır ne demek?
Konuşulan, düşünülen şeyin önemine göre sevabı artıyor. İnsan güzel şeyler düşünürse, çok iyi bir insan durumuna gelebilir. Hatta bir mucit, bir kâşif, bir güzel buluşuyla dünyayı değiştirebiliyor. Onun için tefekkürün cinsine göre sevabı da çok oluyor.
“Allah’ın azameti üzerinde, cenneti üzerinde, cehennemi üzerinde bir miktar tefekkür etmek, bütün gece uyumayıp ibadet etmekten hayırlıdır.”
Mütefekkir insan olacağız. Düşünen, duygulu, gözü yaşlı, kalbi nurlu, çalışan insan olacağız.
Ve hayru’n-nâsi el-mütefekkirûne fî zâtillâhi. “İnsanların en hayırlıları, Allah’ın Zâtı üzerine düşünenlerdir.”
Mârifetullahı elde etmek için düşünenlerdir.
Ve şerrühüm. “İnsanların en şerlileri, en kötüleri de” men lâ yetefekkeru fî zâtillâhi. “Allah’ın Zâtı hakkında hiç düşüncesi olmayan insanlardır.”
Biz birisi yanımızda konuşulduğu zaman o insanı tanıyorsak;
“O zâtı ben çok iyi tanıyorum, çok yakından tanıyorum. O benim çok iyi arkadaşımdır, komşumdur, çocukluk arkadaşımdır. Ben onu şu kadar zamandan beri bilirim, huyunu bilirim; tatlı dillidir, güleç yüzlüdür, temiz kalplidir.” filan diyoruz.
Bir insanı tanımak gibi, asıl insanın Allah’ı tanıması lazım. Allah’ı tanımanın adı mârifetullahtır. Allah’ı tanımayı, mârifetullahı öğreten din ilminin dalı da tasavvuf. Ondan sonra insan Yunus Emre gibi oluyor. Ondan sonra insan Mevlânâ gibi oluyor. Ondan sonra insan Hacı Bayrâm-ı Velî gibi oluyor. Ondan sonra Eşrefoğlu Rûmî gibi oluyor.
Dünya bu insanların hayranı, sadece Türkler değil. Bizim kültürümüzde, medeniyetimizde, irfanımızda büyük isimler diye biz seviyoruz; ama Avrupalı da seviyor.
Niçin?
Doğru, tatlı, sözleri güzel insanlar, eserleri çok kıymetli insanlar. İşte bu eğitim bununla oluyor.
Mârifetullah çok önemli, onun için Allah’ı bilme hususunda çok çalışmak, gayret etmek lazım! Ben bu ilmi nerede öğrenebilirim diye araştırmak, bunun üniversitesini bulmak, bu hususta cahil kalmamak, ümmî olmamak, köylü olmamak, bilgisiz kalmamak lazım!
Yalnız burada bir noktaya daha işaret edeyim. Allahu Teâlâ hazretlerini düşünmek, Zâtı’nı düşünmek deyince, Peygamber Efendimiz bir başka hadîs-i şerifte;
“Allahu Teâlâ hazretlerinin Zâtı derken, şeklini düşünmeyin!” diyor.
Allahu Teâlâ hazretlerinin şeklini düşünmek insanı şaşırtır. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri yaratılmışlara benzemiyor. Muhâlefetün li’l-havâdis. Hâdis olan, sonradan yaratılmış olan mahluklara benzemez. Nasıldır, nicedir bilinmez. Eski edebiyatımızdan birisinin dediği gibi:
Yücelerden yücesin
Kimse bilmez nicesin.
Allah’ın niceliği, mahiyeti, künhü bilinmez. Ama Allahu Teâlâ hazretlerinin şekli değil de mârifetullah, azameti, kudreti, hikmeti, cenneti, cehennemi, ibreti, yarattığı, yaptığı, etrafta olan olaylara bakış insanı yükseltir.
Yunus Emre sarı çiçekle ilgili şiir yazıyor. Dertli dolabın gıcır gıcır dönüp de kuyudan su çekmesinden ibret çıkartıyor. Olgun, ârif insan her şeyden ibret çıkartıyor. Böyle olur ama “Allah’ın şekli ne kadardır? Şeklen neye benzer?” gibi şeyler putperestliğe götürür, mücessime, cisim gibi düşünmeye götürür. Onlar doğru değil. Allah’ın şeklini değil de kudretini ve hılkatını, mahlukâtını, ibretini düşünecek. Mârifetullaha talip olacak müslüman, mârifetullah ehli, ârif kul olmaya gayret edecek.
Bir insan ârif kul oldu, Allah’ı bildi. Allah’ın emirlerini biliyor, yasaklarını biliyor. Allah insanı böyle yaparsa kahreder, mahveder. Allah yalancıları, hainleri sevmez, Allah kötü niyetlilerin bir gün belasını verir, cezasını çektirir, zalime bir gün pişmanlık verdirtir, bunları biliyor. Ziya Paşa’nın dediği gibi:
Zalimlere bir gün dedirir Hz. Mevlâ
Tâllahi lekad âserakellâhu aleynâ.
Zalim bir gün pişman olur. Yusuf aleyhisselam’ın kardeşleri onu kuyuya attılar, sattılar ya. Sonradan pişman olmadılar mı, sonradan karşısına geçip özür dilemediler mi? Sonra o zamanın hürmet usulü üzere karşısında secde edip de af dilemediler mi? Nasıl sonunda pişman etti Allah, işte öyle yapar.
Mârifetullaha talip olun, öğrenin, mârifet ehli, ârif olun.
İnsan ârif olduktan sonra ne olur?
Muhib olur, âşık olur.
Ne demek muhib?
Arapça “seven” demek. Âşık, sevgisi çok derin olan demek. Allah’ı sevdiği zaman her şeyini sever; kaderini, kazasını, hükmünü, haramını, helâlini, namazını, orucunu, Ramazan’ını, Kur’an’ını, her şeyini sever.
Neden?
Âşık olduğu, âşık-ı sâdık olduğu için. Mühim olan odur. En yüksek mertebe tasavvufta da aşk makamıdır, insanın Allah âşığı olması. Mârifetullahın sonunda aşkullah hâsıl olur. O olduğu zaman da insan, o büyük âşık zâtlar, büyük evliyâullah gibi olur. Bunu tavsiye ediyor Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfinde, teşvik buyuruyor, siz de öyle olmaya çalışın!
Dördüncü hadîs-i şerîf bu hususta bir ikazı gözünüzün önüne getirecek:
التسويف شعاع الشيطان يلقيه فى قلوب المؤمنين
et-Tesvîfü şu’âu’ş-şeytânu yulkîhi fî kulûbi’l-mü’minîn.
Abdurrahman İbni Avf radıyallahu anh’ten rivayet olmuş. Aşere-i Mübeşşere’dendir, Allah şefaatine erdirsin.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
et-Tesvîfü şu’âu’ş-şeytânu. “Tesvif şeytanın ışınıdır.” Yulkîhi fî kulûbi’l-mü’minîn. “O ışını mü’minlerin gönüllerine tutar.”
Lazer ışını gibi farzedelim. Mü’minin gönlüne tevcih eder, tahrip etmek için.
Tesvîf ne demek o zaman; şeytanın, mü’minin gönlüne tuttuğu bu zehirli ışık, tehlikeli ışın. Tesvîf, “bir şeyi tehir etmek, sonraya bırakmak” demek. Yapacağı güzel şeyi yapmayıp tembellenip de, “Canım yarın yaparım, sonra yaparım!” diye geriye atmak demek. Bu yasak, İslâm’da böyle şey yok. İyi olan şeyi yapmak, tehir etmemek, geriye bırakmamak lazım! Geriye bırakmaya tesvif derler. Arapça’da sevfe, ileride yapacağım demek. Tesvîf de sonraya bırakmak mânasına geliyor.
Sevfe efa’lü. “İleride yapacağım canım.”
Olmaz, ileriye atılır mı?
Şeytan iyi bir şeyi niye ileriye attırır?
Adam kalkacak, namaz kılacak veyahut Cuma namazına gidecek. İçinden bir ses diyor ki:
“Sen otur, daha vakit var, biraz sonra gidersin!” O da düşünür:
“Biraz daha çalışayım da sonra giderim.” der.
İşte bu tesvif.
Şeytan tesvifi niye yaptırıyor?
Hayırlı işi o geriye attığı zaman, arada unutturup yaptırmaz. Adam Cumaya gitmez.
“Biraz daha vakit var, bir saat var, sonra giderim.” der.
Oturur masasının başına, hesaplara dalar. Başını bir kaldırır bakar ki saat iki buçuk olmuş.
“Hesaba dalmışım, Cumayı kaçırdım, unutuverdim.”
Unutursun, şeytan unutturdu. Şeytan senin gönlüne zehirli lazer ışını gibi, tehir etme duygusunu tuttu. Sen de erken gidecekken gitmedin; namazı kaçırttırdı. Bu namaz iyi bir şey, onun için kaçırttırdı.
Şeytan başka iyi şeyleri de geriye bıraktırarak kaçıttırır. Kaçırttırmak için geriye bıraktırır, zaman kazanmak ister. Onun için hayırlı şeyleri tehir etmeyin, hemen yapın! Şeytanın oyununa düşmeyin! Kalbinize şeytanın zehirli ışınını tutturup da kalbinizi yaktırmayın, kalbinizi mahvetmeyin!
O zaman, bundan önceki hadîs-i şerîfle bağlantısını da kuruverelim. Mânevî bir bağlantı, bunlar böyle peş peşe sırayla gelmiş: Sen Allah âşıkı olmak istiyorsan, Allah’ı bilen ârif, muhibb-i sâdık, âşık-ı sâdık bir kul olmak istiyorsan bu işi tehir etme!
“Canım 40 yaşından sonra yaparım! Hocam, daha şimdi 25 yaşındayım.”
“Yapamazsın, tehir ettiriyor şeytan; şimdiden yap, şimdiden ârif ol! Genç yaşında ârif ol, genç yaşında âşık-ı sâdık ol, tertemiz, pırıl pırıl, ihlaslı, çalışkan müslüman ol!”
İnsanın en verimli devresi, 25, 35 yaşı arasıdır. Ondan sonra çağı geçer, ihtiyarlar, ağrılar, sızılar, romatizma başlar, çoluk çocuk bastırır vesaire. Onun için, asıl güzel altın çağı kaçmış olur, geriye bırakmamak lazım! İyi şeylerin en iyisi; mârifetullahı elde etmeyi, ârif kul olmayı ise hiç geriye bırakmayacağız.
Hemen başlamak lazım!
“Hocam madem sen bunu tehir etme dedin, hemen başla diyorsun, o zaman nereden başlayım?”
Hocamız Mehmed Zahid Kotku hazretlerinin Tasavvufî Ahlâk, Nefsin Terbiyesi kitabını okumaktan başla. Oradan göreceksin, bu meselelerin içine gireceksin. İşte sana elle tutulur bir çare. Hemen yapabileceğin, herkesin anlayabileceği bir tavsiye.
التسبيح من الغازى سبعون ألف حسنة والحسنة بعشر أمثالها
et-Tesbîhu mine’l-gâzî seb’ûne elfi hasenetin ve’l-hasenetü bi-aşri emsâlihâ.
Muaz b. Cebel radıyallahu anh’ten yine Deylemî’nin rivayet ettiği sohbetimizin son hadîs-i şerîfi.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
et-Tesbîhu mine’l-gâzî. “Gazâ yapan, cihat yapan insanın ağzından çıkan bir tesbih” seb’ûne elfi hasenetin. “O gaziye yetmiş bin hasene kazandırır.”
Yetmedi; ve’l-hasenetü bi-aşri emsâlihâ. “Haseneyi de Allah bire on mükâfatlandırır.”
O zaman Allahu Teâlâ yetmiş bin hasene kazandırırsa, her haseneye de bire on veriyorsa yetmiş binin on katı yedi yüz bin eder. Hasene nedir? bir tesbihi, bir sübhanallah demesi, bir zikir sözü, yedi yüz bin hasene kazanmasına sebep olur.
“Hocam bu hasene denilen şey nedir; ölçüsü nedir, nasıl bir şeydir, kaç kilodur, kaç metredir, kaç liradır?”
Hasene nedir?
Hasene, insanın iyi bir işi yapması üzerine Allah’ın verdiği mükâfattır. Hasene Medine’deki Uhud dağı kadar kocaman bir şeydir. Çünkü Allah kuluna mükâfat verdi mi az vermez. Sen birisine bir bahşiş verirsin. Gelir, “Allah rızası için!” der, elini açar; sen de cebindeki yıpranmış parayı verirsin. Para zaten yıpranmış, hoşuna gitmiyor, biraz örselenmiş; çıkartır onu verirsin. Sen o kadar verirsin ama Allahu Teâlâ hazretleri verdi mi çok verir.
Eski hükümdarlardan birisine bir fakir gelmiş, bir şey istemiş. Hükümdar çıkartmış -ben rakamı unuttum ama diyelim ki- on altın vermiş. Ondan sonra şehzadeye gitmiş, istemiş. Şehzade bin altın vermiş. Babası bunu duyunca kızmış.
“Baksana bizim şehzadeye; ben on altın veriyorum, bu tutmuş bin altın vermiş!” demiş.
Kat kat fazla vermiş diye kızmış. Çağırmış onu, biraz da azarlayacak, kızgın kızgın;
“Sen bin altın vermişsin, benim on altın verdiğim kimseye.”
“Babacığım gayet tabii! Çünkü ben kimin oğluyum? Senin oğlunum! Onun için ben bu kadar çok vereceğim.” demiş.
Bu cevabı alınca babasının da hoşuna gitmiş, kızmamış, vazgeçmiş.
Allah bir insana bir hasene verdi mi azıcık bir şey vermez, yıpranmış, azıcık küçük para gibi vermez, çok verir. Bir gaziye de bir sübhanallah dedi diye yetmiş bin veriyor. O da on misli fazla, yedi yüz bin hasene.
Cihadın sevabı bu kadar çok! Onun için müslümanların bileğini kimse bükemiyor. Onun için müslümanlar girdikleri savaşlardan geriye dönmemişler. Bir avuç mücahit müslüman koca bir düşman ordusunu perişan edivermiş.
Neden?
İşte bu sevapları bildiği için Allah’tan mükâfat umduğu, gazânın sevabını bildiği için bu işi aşk ile şevk ile yapmış ecdadımız. Biz de onların torunlarıyız, biz de mücahit oğlu mücahidiz, hepimiz gazi oğlu gaziyiz Allah’ın izniyle. Onun için bu cihadın ne kadar önemli olduğunu unutmayalım!
Cihat, savaş, gazâ kime karşı olur? İslâm’ın düşmanlarına karşı olur.
İslâm’ın en büyük düşmanı kimdir?
İslâm’ın en büyük düşmanı insanın kendi içindeki kendisidir, nefsidir. İlk önce insanın kendi nefsi ile savaşması lazım! Herkesi insanın kendi nefsi baştan çıkartır, kendi nefsi günahları işlettirir. İlk önce kendi nefsini yenmesi, iradesine sahip olması lazım! Nefisle cihat, cihâd-ı ekber.
Sonra kiminle cihat?
Şeytanla. Şeytan da gelir nefsi kışkırtır, fıs fıs fıs vesvese verir, insana kötü şeyleri yaptırır. O da düşman, onunla da çarpışacağız, onunla da savaşımız var.
Nefisle çarpışacağız, şeytanla çarpışacağız; sonra düşmanla çarpışacağız. İslâm’ın alenen düşmanı var, lâ ilahe illallâh’ın karşısında, Allah’ın, Resûlullah’ın, Kur’an’ın düşmanı. Onunla çarpışılacak. Müslümanların düşmanı; müslümanlara saldırıyor, asıyor, kesiyor, öldürüyor, toplu mezarlara diri diri gömüyor, derisini yüzüyor. Düşmanla çarpışılacak. Bu da cihat.
Peygamber Efendimiz’e birisi inandı, kelime-i şehâdet getirdi, müslüman oldu. Ama bir ricada bulundu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den;
“Ya Resûlallah, ben açıkça söylüyorum, korkak bir insanım; ben müslüman oluyorum ama sen bana cihadı emretme, beni cihattan muaf tut. Bir de benim on tanecik devem var, çok kalabalık ailem var, bu on devenin sütlerini sağıyorum, ailemin gıdasını ancak sağlıyorum. Süt, peynir, yoğurt filan derken bunlar ancak bana yetiyor. Ne olur beni cihatla görevlendirmediğin gibi zekâtı da benden affet, ben zekât vermeyeyim.” dedi.
Çünkü insanın beş devesi olduğu zaman onun için bir koyun zekât olarak verilmesi gerekiyor. On tane devesi olunca ona göre zekâtı olacak. Zekâttan affını istedi, cihattan affını istedi. Samimi olarak pazarlık yaptı, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e ricada bulundu:
“Ben müslüman oluyorum, uzat elini, bey’at edeyim sana ya Resûlullah ama beni cihattan muaf eyle, ben cihat yapmayayım! Çünkü korkağım, korkuyorum, işin doğrusu bu, benden bir de zekât isteme” dedi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurdu ki;
“Cihat olmazsa, zekât olmazsa bu nasıl Müslümanlık olur? Cihat olmazsa, zekât olmazsa böyle Müslümanlık mı olur? Cihat olmayan, zekât olmayan Müslümanlık hiç Müslümanlık olur mu?” diye tekrar tekrar bu mealde sözler söylemeye başlayınca, adamcağız hatasını anladı.
“Ben yanlış yapıyorum, böyle şey olur mu? Allah’ın rızasını kazanacağım, cennetini kazanacağım, bu pazarlık niye?” diye düşündü.
“Ya Resûlallah! Uzat elini, hiçbir şart koşmuyorum, cihat da emretsen yapacağım, zekât da emretsen yapacağım, sana bey’at ediyorum!” dedi.
Hepimizin öyle olması lazım!
Hepinizin gözlerinizden öperim. Medine-i Münevvere’den hepinize, Allah’tan dünya ve âhiretin hayırlarını vermesini dilerim. Allahu Teâlâ hazretleri gönüllerinizin muratlarını versin. Hepinizi cennetiyle, Cemâli’yle müşerref eylesin. İki cihanda aziz ve bahtiyar olun.