es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh.
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri,
Allah hepinizden razı olsun.
Size Peygamber-i zîşânımız sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek Medîne-i Münevveresi’nden hitap ediyorum.
Hac çok muhteşem bir ibadet… Anlatmakla tarif edilemeyecek kadar güzel ve muhteşem.
Çeşit çeşit milletlerden müslüman kardeşlerimiz, toplu vaziyette dünyanın en büyük camilerinde -Mescid-i Haram ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in mescidi istihab haddi bakımdan dünyanın en büyük camileri- ibadet ediyorlar. Yanı başınızda bakıyorsunuz, Orta Asya’dan, Doğu Türkistan’dan gelmiş. Çizmeli, mübarek, saf, temiz Türkler. Bakıyorsunuz Afrika’dan, Nijerya’dan kardeşler var. Bakıyorsunuz Endonezya’dan zarif, ince müslüman insanlar; çok tatlı manzara.
Bu arada meraklı bir şey olduğu, beni çok heyecanlandırdığı için size de nakletmek istiyorum. Hacca gelmeden önce Danimarka’da Kopenhag’da, Çin’den gelen bir kişi beni ziyaret etmişti. Ben camide vaaz verdikten sonra gelmiş. “Sizinle görüşmek istiyorum.” diye ziyaret etmişti, sağ olsun. O müjdeledi, çok çok memnun oldum. Kendileri birkaç seneden beri Çin’de bulunuyorlarmış. Çin’de 200 milyon Çin kökenli müslüman var, diyor. Yanlış duymadınız, tekrar ediyorum, 200 milyon. Dünyadaki en büyük müslüman ülke Endonezya, Endonezya’nın müslümanları sayısı kadar, belki onlardan fazla Çin kökenli müslüman. Doğu Türkistanlı, Türk kökenliler değil ama Çin kökenli müslüman var. Elhamdülillah İslâm beğeniliyor ve İslâm’a girenlerin sayısı günden güne artıyor. Ve bir sene önce okuldaki yoklamada ismi John olan bir öğrenci bu sene öğretmen: “John burada mı?” diye yoklamayı yaparken ismini söylediği zaman “Hayır efendim, benim ismim artık John değil; benim ismim Ahmet” diye kalkıyor, Afrika’da müslüman olduğunu beyan ediyor.
Dünya İslâm’a doğru gidiyor.
Bu arada da müslüman olmayanların telaşları var, muazzam bir telaş içindeler. Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ hazretleri vaat buyurmuş ve o vaat tahakkuk ediyor. Allah’ın nurunu söndürmek isterler ama Allahu Teâlâ hazretleri nurunu tamamlayacaktır.
Sırf müşrikler, kâfirler hoşlanmasa, istemese bile diye vaadi, müjdesi var. Müşrikler istemese, kâfirler tepinse, çırpınsa yine İslâm yayılıyor. Sırplar ayağa kalksa, “Nedir bu böyle, İslâm her tarafa yayılıyor, Sırplar müslüman oluyor” diye Boşnakları kesmeye kalksa; ne kadar telaş etseler yine İslâm yayılıyor. Yunanlılar ne kadar zulüm yapsalar Trakya’da, Ermeniler ne kadar uğraşsalar doğumuzda, İslâm yayılıyor ve yayılacak.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi sevdiği kullarından eylesin, sevdiği yollarda yürütsün, sevdiği kul olarak huzuruna varmayı nasip eylesin.
Bugün size Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş olan ilginç bir hadîs-i şerîfi okumakla başlamak istiyorum. İlginçliği, içindeki kelimelerden kaynaklanıyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
يضحك الله إلى ثلاثة القوم إذا صفوا فى الصلاة وإلى الرجل يقاتل وراء أصحابه وإلى الرجل يقوم فى سواد الليل.
Yedhakullâhu ilâ selâsetin el-kavmu izâ saffû fi’s-salâti ve ile’r-racüli yukâtilü verâe ashâbihî ve ile’r-racüli yekûmu fî sevâdi’l-leyli.
“Allah üç grup insana güler.” Yedhakullâhu ilâ selâsetin. “Üç grup insana Allah güler.”
Yedhakullâhu ilâ selâseti kavm de olabilir ya da ilâ selâsetin el-kavmu izâ saffû fi’s-salâti diye de olabilir.
Allahu a’lem!
Bu ilginç hadîs-i şerîfin izahını yapmaya başlayalım. Allahu Teâlâ hazretleri üç grup insana, üç cins kişiye, üç işi yapan kimselere güler.
Allahu Teâlâ hazretleri:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
Leyse ke-mislihî şey’ün.
Kendisi gibi hiçbir varlığı olmadığı ve yaptığı işlerin hiçbir varlıkla benzetme yapılamayacak varlık, asıl varlık Allahu Teâlâ hazretleri. O’nu “şuna benziyor” diye tarif edemeyiz. Çünkü O’na benzeyen bir şey de yok. Bir de benzetme yapmak filan yasak.
فَلَا تَضْرِبُوا لِلَّهِ الْأَمْثَالَ
Fe lâ tadribû lillâlhi’l-emsâl.
Allah için mesel bulmak da misal getirmek de doğru değil. Çünkü kul bilmediği şeyi benzeteyim derken yanlış yapabilir. Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Allahu Teâlâ hazretlerini etrafındaki mübarek, samimi, ihlâslı, hâlis, muhlis müslümanlara anlatmak gerektiği zaman böyle ilginç kelimeler kullanarak anlatırdı.
Üç kimseye Allah güler. İnsanlar bir şeyi çok beğendikleri zaman gülerler ya, seyrettikleri bir şeyi çok beğendikleri zaman gülerler, memnuniyetinden, razı olduğuna alamet oluyor bu.
Mesela başka hadîs-i şerîflerde Peygamber Efendimiz ne buyurmuş?
“Allahu Teâlâ hazretleri kulundan hayâ eder, utanır.”
Allah Allah, nasıl olur diye insanın garibine gider. Kul elini kaldırıp yâ Rabbi diye yalvarınca Allah ona nazar etmez, bakmaz.
Allah Allah, Allah’ın bakışı nasıl?
“Yâ Rabbi!” diye devam edince yine nazar etmez, “Yâ Rabbi!” diye üçüncü defa yani ısrarla, tekrar tekrar, “Aman yâ Rabbi!” dediği zaman;
“Ey meleklerim, şahit olun, ben bu kulumdan utandım. Ben bu kulumu affediyorum. O benden başka rabbi olmadığını bildi, bana elini kaldırıyor, gözlerinden yaşlar akıtarak, benden affını mağfiretini istiyor, şahit olun onu affettim.” der diye anlatıyor.
Sonra, mesela Allah’ın bir insanın müslüman olmasından çok memnun olduğunu, doğru yola gelmesinden, Hakk’ı bulmasından, hidayete ermesinden çok memnun olduğunu beyan ederken, benzetme yapıyor. Yolunu kaybetmiş bir insan birden meskûn yere rastlayınca nasıl sevinir veya çocuğu olmayan bir insan yıllardır beklemiş çocuğu olmamış, birden bir müjde geliyor;
“İşte çocuğun olacak hanım, bebek geliyor” deyince nasıl sevinir?
Böyle benzetmeler yapıyor Peygamber Efendimiz, kullar daha iyi anlasınlar, kendi hayatlarında durumu kıyas etsinler diye. Allah üç cins, üç grup insana güler. Memnun olur. Onların yaptığı iş güzel iştir. Allah’ın hoşuna giden iştir. Allah onlardan razı olur demek.
el-Kavmu izâ saffû fi’s-salâti. “Allah, insanlar namaz için saf bağladıkları, sıra sıra dizildikleri, cetvel gibi muntazam bir şekilde divân-ı İlâhîye durdukları zaman, güler yani razı olur.”
Memnun olur, sevinir. Böyle kullarını sever. Demek ki namaz kılmaya, cemaatle namaz kılmaya, topluluk hâlinde namaz kılmaya, saf saf camilerde dizilip namaz kılmaya gayret edeceğiz, Allah’ın sevdiği bir manzara...
Ve ile’r-racüli yukâtilü verâe ashâbihî. “Ve arkadaşlarının ötesinde çarpışan, mücahit adama Allah güler, memnun olur.”
Verâe ashâbihî. Öbür çarpışan arkadaşlarının ötesinde onlardan daha ileri gitmiş, baktığı zaman daha da önlerde görünüyor, daha ötelerde görülüyor. Öyle cesur, ölümden korkmuyor. Allah yolunda cihat etmekten çekinmiyor, sell-i seyf eylemiş. Sell-i seyf eylemek; kılıcını sıyırmak, “Yâ Allah!” diye cihada kalkışmak. Çarpışıyor, sırayı filan da unutmuş. Arkadaşlarının yanından ileriye doğru gitmiş düşmanı püskürtmüş. Allah bunu da sever, ona gülerek bakar ve sever demek. Demek ki Allah yolunda cihat etmek de çok kıymetli.
Ve?
Ve ile’r-racüli yekûmu fî sevâdi’l-leyli. “Ve geceleyin, namaza kalkmış olan kula da gülerek bakar.”
Kul kalkmış uykulu uykulu… Üç derecesi var bunun, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hadîs-i şerîfinde bildiriyor:
“Kul uykuya yattığı zaman, şeytan onun ense tarafına, arka tarafına üç tane düğüm atar. Her düğümün de üstüne vurur.”
Gözünüzün önüne getirin; bir seyahat, ev nakli için eşyalar toplanmış sarılmış, iple bağlanıyor. Sıkı sıkı düğümleniyor, bir de düğümün üstüne pat pat vuruluyor, tam, ince sağlam düğüm olsun diye. Üç düğüm atar ve pat pat da eliyle düğümün üstüne şeytan vurur, ondan sonra der ki:
“İşte geceleyin derin derin uyu bakalım.”
Kulu uyutmak için gafil ve böyle şuursuz, habersiz bir şekilde, fosur fosur uyusun diye üç tane düğüm atar, diyor.
Söz sözü açtığı için bir başka hadîs-i şerîfe geçtik.
Kul geceleyin uyandı, Allah’ı zikrettiği zaman düğümün bir tanesi çözülür. Bir uyandı; Sübhanallah, elhamdülillah, lâ ilâhe illallah, Allah Allah... Hangi zikri söylüyorsa, gözü uykudan bir ara kalktı, uyandığı zaman bir düğüm çözülür. Ondan sonra kalkıp gidip abdest aldığı zaman bir düğüm daha çözülür. Namaz kıldığı zaman da bir düğüm daha çözülür. Demek ki şeytan insanoğlunu, ibadete kalkmasın, geceleyin gafilce uyusun, sevaplar kazanmasın diye gece yatarken tedbir alıyor. Onu yenip de uykusunu alt edip, uyku arzusuna galebe çalıp, uyanan sevabı kazanıyor. Gecenin içinde yapılan iki rekâtlık bir ibadet dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlı oluyor.
Bunun sebebi şu: İnsanlar için asıl olan mârifetullaha ermek. Allahu Teâlâ hazretlerini bilmek, tanımak, yakından tanışmak. İnsan, Allahu Teâlâ hazretlerini tanıyınca sevecek, âşık olacak, Yunus Emre gibi olacak, Mevlânâ hazretleri gibi olacak.
Âşık oldum ben Allah’ın adına,
Doyamadım zikrullahın tadına.
dediği gibi ilâhide, âşık-ı sâdık bir insan olacak. Mârifetullah, muhabbetullahı celbedecek. Esas olan kulun Allah’ı tanıması ve Allah’ı severek, âşık, ihlâslı bir kul olarak, güzel güzel ibadet etmesidir.
İşte onu sağlayan tedbirlerden birisi gece kalkıp ibadet etmek. Çünkü kimse yok, gösteriş yok ve insanın kendi duygularını daha iyi hissetmesi mümkün ve duyguları geceleyin derinlemesine daha da iyi çalışır. Biraz uyku uyumuşsa uyku geçmişse, yorgunluğun bir kısmı geçmişse, gecenin ilk başında uyudu yarısına kadar veya üçte ikisini, sonra kalktı dinlenmiş bir vücutla ama geceleyin çıt yok. Belki işte seherlerde kuşlar öter.
Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni,
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlam seni.
dediği gibi Yunus Emre’nin, kuş cıvıltıları ile, aşk ile, şevk ile tesbihini alır, Allah der. Böylece gözündeki ve gönlündeki perdeler kalkar, mârifetullaha erer. Allah’ı bilen ârif bir kul olur, keramet sahibi olur. O bakımdan bu gece ibadeti hep teşvik edilmiş.
Hadîs-i şerîfte demek ki üç şey teşvik ediliyor.
Bir; namaz teşvik ediliyor. Saf saf durdukları zaman Allah memnun olur, razı olur, güler.
İki; cihat teşvik ediliyor. Kul cihat ettiği için, düşmana saldırmak için ilerlediği zaman Allahu Teâlâ hazretleri ona gülerek bakar, memnun olur. Kalırsa gazi olur ölürse şehit olur. Her ikisi de yüksek mertebe.
Sırası gelmişken şehidin mertebelerini de sıralayalım. Şehit yaralanıp da ilk damlası vücudundan yere damladığı zaman altı ikrama mazhar olur.
يعطى الشهيد ست خصال عند أول قطرة من دمه يكفر عنه كل خطيئة ويرى مقعده من الجنة ويزوج من الحور العين ويؤمن من الفزع الأكبر ومن عذاب القبر ويحلى حلة الإيمان.
Yu‘ta’ş-şehîdü sitte hısâlin inde evveli gadvetin min demihi yukefferu anhu küllü hatîetin ve yerâ mak‘adehû mine’l-cenneti ve yüzevvicü mine’l-hûri’l-îyn ve yü’menü mine’l-fezei’l-ekber ve min azâbi’l-kabri ve yuhallâ hullete’l-îmâni.
Yu‘ta’ş-şehîdü sitte hısâlin inde evveli gadvetin min demihi. “İlk damlayan kanıyla beraber kendisine altı makam, altı mükâfat, altı ikrâm-ı İlâhî verilir.” Yukefferu anhu küllü hatîetin. “Dünya hayatındayken, savaş etmeden önce işlemiş olduğu bütün günahlar af olunur şehidin.”
Şehit olan insanın eski günahları silinir tertemiz bir insan olur. Bu çok önemli! İnsanlar zerre kadar hayır işlemişse karşılığını görecek, zerre kadar şer işlemişse cezasını çekecek, âhirette hesaba mâruz olacak. Bunların hepsi siliniyor, bir.
Ve yerâ mak‘adehû mine’l-cenneti. “İkincisi; gözünden perdeler kaldırılır. Cenneteki ikramları, makamları, mekânları, köşkleri, sarayları gözünün önüne getirilir.”
Şehit gülerek gider bir gül bahçesine girercesine şehit olur. Ne kadar güzel!
Ve yüzevvicü mine’l-hûri’l-îyn. “Ve gayet iri gözlü ve akı ak karası kara, şahane gözlü hurilerle evlendirilir, nikâhlandırılır.”
Sonra?
Ve yü’menü mine’l-fezei’l-ekber. “Mahşer günü insanlar korkudan tir tir titrerken, herkesin büyük bir korkuya, heyecana, dehşete kapılacağı o günde onlar hiç korkmaz.”
Çünkü şehit oldukları için mükâfatlarının ne olduklarını bildikleri için telaş etmezler. Zaten Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde gölgelenirler. İnsanların arasında izdiham içinde sıkışıklık içinde de olmazlar.
Ve min azâbi’l-kabri. “Ve kabir azabı da görmezler.”
Çünkü insanlar bir de kıyamet kopuncaya kadar, kabirlerinde kaldıkları müddetçe dünyada kötülükler yapmışlarsa, kabirde onun azabı vardır. O da çok önemli, daha âhirette görülmeden kabirde çatır çatır azap görmek, yanmak ceza çekmek de önemli. Şehitler öyle bir azap da görmez.
Ve yuhallâ hullete’l-îmâni. “İman elbisesi kendilerine giydirilir.”
Âhirette çok yüksek imanlılara mahsus üniforma diyelim, muazzam güzellikteki şeyler cennet libasları kendilerine giydirilir. Belki dünyada kanlara bulanmış bir elbise içinde ama âhiretteki öyle değil. “İman libasları, üniformaları, güzel cennet hulleleri kendisine giydirilir.” deniyor. Bu ve bunun emsali hadîs-i şerîfler İslâm’da cihadın ne kadar önemli olduğunu söylüyor. Onun için dedelerimiz, savaşlarda canla başla düşmandan kaçmadan, sırt dönmeden, gerilemeden çalışmışlar, savaşmışlar. Tarihimize altın sayfalar yazdırmışlar, büyük zaferler kazanmışlar. Nice diyarlara İslâm’ı götürmüşler, adaleti götürmüşler, hakkaniyeti götürmüşler, hoşgörüyü götürmüşler.
Ben hatırlıyorum; bizim Almanya’daki kardeşlerimizden birisi Bulgaristan’da bir trafik kazası yapmış. Yakalamış polisler. “Dışarı çıkamazsın mahkeme olacaksın.” Ya da trafik kazasına karışmış yapmamışsa bile şahit olmuş kalacaksın filan demişler. Çıkamıyor, canına minnet, zaten insanı Bulgaristan’da durdurmuyorlar. Bu da diyelim ki 15 sene önceki bir olay, o anlatmıştı bana. O kardeşimiz bir ay orada kalmış, tam da Ramazan’a rastlamış, hocalığı da var. Ramazan’da Bulgaristan’da müslümanlara, Türkler’e camide imamlık yapmış, vaaz etmiş. Çokça memnun olmuşlar seni Allah gönderdi diye. Allah gönderiyor, her şeyi yapan mukadderatı yazan Allahu Teâlâ hazretleri onlara lütfetmiş, böyle bir hoca göndermiş.
Ramazan’da isteseler olmaz, dilekçeler verseler Bulgar hükümetine, Türkiye’den bir hoca gelsin deseler olmaz, bir hoca bulunmaz, gitmez. Öyle bir hoca bedavadan kendilerine gelmiş. O hâlde Hıristiyan Bulgarlarla görüşmüş orada. Bu bir ay kadar kaldığı esnada hepsi diyorlarmış ki:
“Ah Osmanlıların devri! Ne kadar iyi devirdi, ne kadar huzurluyduk, ne kadar mutluyduk, edepliydik, düzenli bir yaşam içindeydik” diye Osmanlılar’ın derinliğini sevgiyle, hasretle, takdirle, yâd ediyorlarmış.
Bu düşmanın sözü, bizim kendimiz söylesek “Canım sana iyilik yapıyor, herkes yoğurdum ekşi demez kendisini medhediyor” deriz. Bu bizden olmayan bir insanın sözü, bunu her yerde duyuyoruz. Ben gezdiğim her yerde bunu duyuyorum.
Bir uluslararası toplantı münasebetiyle İran’dayken, Pakistan’dan birileriyle tanıştık. O dedi ki;
“Benim dedem Osmanlılar’ın âşığıydı, onlar için kasideler yazmıştı.” İşte kasidesinden beyitler, diye bize bir şeyler okudu. Onlar evliyâdır, mübarek insandır, Allah’ın kıymetli, has kulları diye çok sevdiğini anlattı.
Hâsılı dedelerimiz bu güzel sıfatları nereden kazandılar?
İslâm’dan kazandılar. Herkes sanıyor ki cihad; kavgadır, savaştır, kan dökülüyor vesaire.
Hayır!
Müslüman cihat ile gittiği yere sulh, hoşgörü, edep, iman, adalet götürüyor ve oranın yerli ahalisi memnun oluyor.
Mesela; İstanbul’un fethinden önce Bizans’ın içinde ahali konuşmuş:
“Ne yapalım? Avrupalılar’dan yardım mı isteyelim? Kardinaller mi gelsin?” diye konuşmuşlar.
“Yok!” demişler.
Daha önce Latinler, Haçlı seferleri münasebetiyle Anadolu’dan geçerken Bizans’ı istila ettiler. İstanbul’u elde ettiler. Ayasofya dâhil her şeyi soydular. Kilisedeki altın eşyaları, hazineleri bile aldılar, götürdüler. Onun için Bizanslılar’ın şöyle dediği tarih kitaplarına kaydedilmiştir:
“Burada kardinal külahı görmektense müslüman sarığını tercih ederiz.”
Çünkü müslümanlar adaletli, iyi insanlar, çünkü müslümanlar ırza namusa, mala mülke dokunmuyor. Çünkü müslümanlar insanlık hakları dediğimiz hakları ve hürriyetleri asırlar boyu hâkim oldukları yerde insanlara yaşatmışlar. Lafla değil!
Bugün Avrupalı, Amerikalı daha başka milletler bunu söylüyor ama bir taraftan bizim kardeşlerimizin oradaki mevcudiyetine razı olmuyor, evlerini yakıyor. Saldırı yapıyor, yaralıyor, öldürüyor. Veyahut İslâm’ı engelleyici çeşitli uygulamalar yapıyor.
Veyahut Sırplar’a Boşnaklar’ı kesin diye kışkırtıyorlar. NATO’yu oraya bekçi olarak gönderiyor, İslâm ülkelerinden oralara yardım ulaşmasın diye. Sırplar’a da “kes bunları kesebildiğin kadar” diye yeşil ışık yakıyor.
Bunlar entrika, merhametsizlik. Sonra Sırp ya da Yunanlı papaz kürsüye çıktığı zaman “Kesin bu müslümanları!” diye vaaz veriyor.
Bütün düşmanlıkların kaynağı kilisedeki papazların verdikleri vaazlar.
Yoksa ahali birbirlerini belki sevecek bunlar olmasa; ama bunu emrediyorlar.
“Müslümanların kanını içmek sevaptır, içmeden ölmeyin” diyorlar.
“Müslümanları öldürmek benim için bir zevktir…”
Almanya’dan keskin nişancı Bosna Hersek savaşlarına gitmiş. Alman televizyonlarında röportaj yapmış. Ondan sonra Sırp tarafına gitmiş ki;
“Ben Sırp tarafına gittim orada keskin nişancılığımla Boşnaklar’a nişan aldım, şu kadar öldürdüm müslüman öldürmek benim için bir zevktir.” demiş.
Bunu Almanya’daki arkadaşlarımız televizyonda dinlemişler, televizyon da bunu neşrediyor.
Bunu Türkiye’de neşretmez, bizde bir nezaket vardır, zarafet vardır biz böyle bir şeyi söylemeyiz de bunu neşretmeyiz de. Ama onların özü başka sözü başka. Yaparlar. Bizimkiler sözünü söylemez. Yaptığı hayrı Allah bilsin diye mütevâzılığından saklar, ismini saklar, kendini belli etmez ama hayır sahibidir. Onun için gittiği yere huzur götürmüştür, mutluluk götürmüştür, ayrıldığı yer karışmıştır, hâlâ huzura erememiştir. Osmanlı’nın terk ettiği yerlerin hepsinde bugün anarşi, huzursuzluk, çatışma, çekişme vardır. Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika öyledir, ahaliler mutlu değildir. Müslüman ahali bile mutlu değildir, baskı altındadır. Onun için İslâm’ın anlayışını bilmek lazım. Müslüman’ın zihniyetini iyi anlamak lazım.
Bunu gösteren bir hadîs-i şerîfi zikrederek bugünkü sohbetimi -böyle hani rüzgârın esişi ile bu noktaya kadar geldik- tamamlamak istiyorum.
Buhârî’den bir hadîs-i şerîf nakletmek istiyorum:
يقرب من الجهاد طيب الكلام وإدامة الصيام والحج كل عام ولا يقرب منه شىء بعد.
Yakrubu mine’l-cihâdi tîbu’l-kelâmi ve idâmetü’s-sıyâmi ve’l-haccü külli âmin ve lâ yakrubu minhü şey’ün ba’dü.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem’in bu sözü şu bakımdan sizleri ilgilendirecek. Diyor ki Peygamber Efendimiz;
Yakrubu mine’l-cihâdi. “Cihada yakın gelir, cihat kadar sevaplıdır, önemlidir.”
Nedir?
Tîbu’l-kelâmi. “Hoş söz söylemek.”
Tatlı söz söylemek, tatlı konuşmak cihat gibi güzel. Bakın İslâm bir taraftan dinin savunulması, inancın yerleştirilmesi, inancın kâfir kavimlerin içine götürülmesi bakımdan cihadı bir vazife olarak söylüyor. Ama dengelere bakın; tîbu’l-kelâmi, hoş konuşmak, tatlı konuşmak cihada yakın bir sevaplı iş.
Onun için Yunus Emre söz sultanıdır, onun için Mevlânâ Celaleddin söz sultanıdır, onun için Eşrefoğlu Rûmî söz sultanıdır, şairdir, edibdir. Onun için İbrahim Hakkı-i Erzurûmî şairdir, edibdir; onun için İsmail Hakkı-i Bursevî şairdir, edibdir. Mutasavvıfları alın, hakikî, ihlâslı, gerçek dindarları; gösteriş dindarlarını veya yarım yamalak dindarları değil de hakikaten dindar olan erbâb-ı tasavvufu, tarikat erbabını alın, tarihten alın.
Bugün spekülatif konuşmalar oluyor. Spekülatif demeyelim de demagoji de demeyelim onların karşılığı neyse Türkçe’de onu söyleyelim. Bunların belki Türkçe’de karşılığı yoktur. Safsata, mugâlata yapılıyor; eğriler doğru gösterilmeye, doğrular da eğri gösterilmeye çalışılıyor. Onları bir tarafa bırakalım ama tarihe baktığımız zaman bütün mutasavvufların ârif ve zarif insanlar olduğu görülür. Edib, şair, duygulu insanlar olduğu görülür. Özel hayatlarını incelediğimiz zaman herkese hayır yapan, hayrât ü hasenât yapmış insan olduğunu görürüz. Cami yaptırmıştır, çeşme yaptırmıştır, köyünü imar etmiştir, yol yaptırmıştır, köprü yaptırmıştır, imaret bırakmıştır, vakıflar bırakmıştır. Çünkü Allah’tan korkuyor, yaptığı her işi Allah’ın rızasını kazanmak için, her şeyi bilen Allâmu’l-guyûb olan, gönülleri bilebilen, gönüllerden geçen gizli niyetleri bilen Allah kendisini sevsin diye ihlâsla yapmıştır. Onun için tîbu’l-kelami yani hoş güzel söz söyleyip karşı tarafın gönlünü almak cihada yakın, güzel, sevaplı bir iş. Böyle olmaya çalışalım.
Cihada yakın olan şeylerin ikincisi ve idâmetü’s-sıyâmi. “Oruca devam etmek.”
Oruca Ramazan’da hepimiz âşinayız. Giriyoruz, oruç tutuyoruz. Çok da tatlı oluyor. On bir ayın sultanı oluyor, gecesi gündüzü bir hoşça geçiyor ki bir dahaki sene Ramazan gelinceye kadar hasretle bekliyoruz. Geldi mi “Hoş geldin yâ şehre gufran” diye davullarla zurnalarla karşılanıyor. Uğurlanırken de “Elveda yâ şehre gufran, elveda” diye gözyaşlarıyla uğurluyoruz. Ama Ramazan’ın dışında da oruç var.
Oruç insanın midesini boşaltıyor ve behimî duygularını frenlettiriyor, kalbini çalıştırıyor, nurlandırıyor. Gönlünü feyizlendiriyor. Açlık olduğu zaman fikir, hikmet, merhamet geliyor. Çeşitli güzel duygular yerleşiyor, acıma duygusu, rikkat, incelik, zarafet, her şey geliyor. Onun için oruç da çok önemli bir ibadet, oruca devam etmek lazım.
Farz olmayan orucun en kıymetlileri hangileri?
Peygamber Efendimiz her hafta pazartesi perşembe günü oruç tutardı. Ne güzel! Sonra Arabî ayların -kamerî demek istiyorum, kamere göre ayların- başında, ortasında, sonunda oruç tutardı. Tavsiye buyururdu ortasında tam mehtaplı gecelerin olduğu ertesi günlerde, gündüzlerde. Eyyâm-ı bîz denilen günlerde oruç tutardı. On üçü, on dördü, on beşinde. Orucun çeşitli şekilleri var. Zilhicce ayının ilk on gününde oruç tutmak, diye söylemiştim; inşaallah tutmuşsunuzdur. Arefe gününde oruç tutmak, geçmiş senenin ve gelecek senenin günahlarını affettirir, sevap kazanın diye hatırlatmıştım size. İnşaallah sevapları kazanmışsınızdır.
Demek ki cihada yakın gelen, Allah’ın sevdiği ibadetlerden birisi hoşça konuşmak, tatlı söz etmek; birisi oruca devam etmek.
Ve’l-haccü külli âmin. “Her sene hac etmek.”
Bizim Türkiye’de bazı çok akıllı kardeşler var. Allah akıllarını salim akıl eylesin, akl-ı selîm sahibi eylesin.
“Her sene hacca gitme! Niye gidiyoruz, niye Arab’a para yediriyoruz?” diye söylüyor.
“Sen oraları muhafaza etseydin, Arab’ın olmasaydı, senin olsaydı!”
Benim ilk sözüm bu oluyor. Ne diye ülkeni iyi savunmadın da emperyalizme parçalattırdın?
Osmanlılar’ın son devrini okuyoruz, perişan oluyoruz. Her okuduğumuzda yüreğimiz parça parça oluyor. Kendi içimizde tefrika çıkmış. Yok İttihat Terakki çıkmış, yok Mithat Paşa’sı, Namık Kemal’i, bilmem nesi, hürriyet âşıkları filan... Ama sonuçta ülkeyi parçalamışlar. Sonuç itibariyle darmadağın olmuş ülke. Koca koca ülkeler elimizden kopmuş, Balkanlar gitmiş, adalar gitmiş, Ege’deki Mısır gitmiş, Kuzey Afrika gitmiş, Orta Doğu gitmiş.
Hani ne oldu bu kavgaların sonunda?
Yorgan gitti, kavga bitti. Emperyalizmin oyununa düştünüz. İlk önce kabahat sizin, şimdi bu muhatapların değil de bunların zihniyetinde olan babalarının, dedelerinin kabahati.
İkincisi; bak hadîs-i şerîfe Peygamber Efendimiz diyor ki:
“Her sene hacca gitmek, o da cihada yakın.”
Hac deyince illa Türkiye’yi düşünmemek lazım. Ürdün, Mısır, Irak, Kuveyt, İran, Horasan, Afrika var, İslâm cihanşümul bir din. Sadece bir halkın o günlük, o yıllık menfaatlerine göre söz söylemiyor ki! Her sene mümkünse hacca gitsin, sevabı çok. Gidebilirse gider ama gidemezse ayrı. Ömürde bir defa gitti mi yetiyor da fakat her sene hacca gitmeyi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hadîs-i şerîfinde tavsiye ediyor.
Ve lâ yakrubu minhü şey’ün ba’dü. “Bunlardan başka bir şey de artık cihada yaklaşamaz.”
Demek ki bu üç şey çok önemli Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in saydığı üç şey; tamam bunlar yeter, bunları yapın bundan başkası olmaz, diyor: Hac, oruç ve tatlı söz. Bunlar da cihat gibi önemli şeyler oluyor.
Tatlı söz dalkavukluk demek değildir. Onu da hemen söyleyeyim. Kimisi tatlı sözü, içinden gelmediği hâlde, hakikaten öyle düşünmediği hâlde tatlı sözler söylemek sanıyor. Hayır, öyle değil. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Acı da olsa hak sözü söyleyin.” buyuruyor. Hak sözü söylemek, tîbu’l-kelâmi, doğru söz odur. Birisi diyelim ki çocukları arasına ayırım yapıyor, birisine çok mal mülk veriyor, iltifat ediyor da ötekisinden kaçırıyor.
Hoşça konuşmak nedir?
Sen bu adaletsizliği yapma demektir. Yoksa niye yaptın, hoş ettin, maşaallah diye dalkavukluk, yağcılık yapmak demek değil. Onu da bu arada kesin olarak söyleyelim hakkı söylemek ama hakkı münasip bir üslupla söylemek lazım. Zarif, güzel bir tarzda söylemek lazım.
Hatta cihat geldi, cihat sözü de geçti sohbetimizin içinde: “Cihadın en üstünü zalim hükümdarın karşısında hak sözü söylemek” diye Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bildiriyor. Demek ki onun karşısında;
“Bu haksızlıktır, işin doğrusu budur, hakkaniyet budur, insan hakları budur, kanun budur. Şöyle yaparsanız zulüm olur.” diye hakkı söylemek lazım. Zalimin zulmünü engellemek lazım. Neron’un yaptığı gibi esirleri aslanın önüne atarken ötekileri de onu keyifle futbol maçı gibi seyreder gibi seyretmemesi lazım. Veyahut bakın şu Avrupalılar’ın sporlarına; eskiden esirleri aslanlara parçalattırıyorlarmış veya birbirlerini öldürtmecesine silah verip dövüştürüyorlarmış. Şimdi de İspanya’da boğayı öldürüyorlar, yazık, günah ya hayvana; koşturuyorlar, koşturuyorlar şişliyorlar, şişliyorlar orasından burasından; ondan sonra “oley, oley” diye bağırıyorlar.
Böyle zevk mi olur?
Benim sevmediğim sporlardan birisi boğa güreşi, bir tanesi de boks. Burnuna vuruyor, burnunun direği kırılıyor, kaşına vuruyor, kafası sarsılıyor, parkinson hastalığına tutuluyor, şöyle oluyor, böyle oluyor. Faydalı şeyler olması, sonucun güzel olması lazım.
Tatlı konuşmak, dalkavukluk etmek değil, hakkı söylemektir, hakkı hoşça söylemektir. Bu arada şunu da hatırlatmak istiyorum. İslâm’ı sevenler var, sevmeyenler var. Burada dergiler aldım. Amerika’da bir profesör, strateji uzmanı, eski idareye yakın, şimdiki idareye yakın. Demiş ki:
“Bu müslümanların köktendincisi ile mutedili arasında fark yoktur, hepsi aynıdır, hepsi düşmandır.”
Demek ki köktendinci lafı hikâye imiş, paravanaymış, aldatmacaymış, laftan ibaretmiş. Köktendincisi. Adamların düşmanlığı İslâm’a, mutediline de düşman.
Yurt dışında İslâm’a düşmanlık var, yurt içinde de bazı İslâm düşmanları var, gazeteler var, muhalif partilerden, oradan, buradan askerlerden duyuyoruz. Burada şu da ortaya çıkıyor; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu devirde yaşasaydı ne yapardı?
Sanıyorum bunu düşünmemiz lazım, tatlı tatlı hakkımızı bilmeyenlere anlatmamız lazım.
“Siz İslâm’ı kötülüyorsunuz, bak İslâm şöyledir. Yanlış tanıtıyorsunuz, kendi kendinize propagandalarla, çarpık gösteriyorsunuz, işin doğrusu budur.” diye tatlı tatlı İslâm’ı bilmeyenlere anlatmak lazım. Özellikle Türkiye’de İslâm’ı anlatmaya çalışmak lazım.
Benim bu seyahatlerimde yine karşılaştığım çeşitli kimseler oluyor, bir arkadaşıma gidiyorum, evinde beni misafir ediyor. Onun komşusu da geliyor. Biz de onunla muhatap oluyoruz. Böylece o bizim arkadaş da samimi olduğu için biz de halkın çeşitli kesimlerinde insanlarla samimiyet kuruyoruz. Konuşuyoruz, beni sakallı görünce İslâm hakkında bir şey söylüyor, yanlış bir kanaatini ortaya atıyor, yanlış. İslâm hakkındaki görüşleri, düşünceleri, duyguları hepsi yanlış.
Bu neyi gösteriyor?
Bizim gerektiği kadar tatlı dille, güleç yüzle İslâm’ı iyi anlatamadığımızı gösteriyor. Bizim de İslâm’ı anlatmamız için var gücümüzle çalışmamız lazım. Herkes akrabalarından, yakınlarından etrafına baksın, etrafındaki insanlara İslâm’ı tatlı dilde, güzel bir şekilde anlatmaya, gönül kazanmaya çalışsın. Çünkü en kıymetli, en sevaplı işlerden birisi de bu.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh.