Çok kıymetli, pek değerli mü'min kardeşlerim!
Bizi yaratan, sayısız, türlü nimetlerine gark eyleyen, lütfuyla yaşatan, nimetlerinden istifade ettiren Allah-u Teâlâ hazretlerine sonsuz hamd ü senâlar olsun.
Bizi I yarattı. Bir hiç idik. Her şeyi yaratan O. Bir incir çekirdeğinden kocaman ağaç, birlerce meyve, senelerce mahsul... Bir küçücük tohumdan kâinatın harikası -eşref-i mahlukât- insan cinsini yaratıyor. Bir küçücük zerrenin içine dünyayı çatlatan, yeri yerinden oynatan, zehiri asırlarca patladığı yerden gitmeyen kuvveti depo ediyor. Bir küçücük atom denilen, gözle görülmeyen zerrenin içine şu koca kudreti sığdıran Rabbü'l-âlemîn. Bir küçücük çekirdeğin içine koca bir ağacın kabiliyetini veren Rabbü'l-âlemîn. Bir küçücük tohuma yüz yıl marifetle dolan, bir hazine olan insanı meydana getirecek kabiliyeti yerleştiren Rabbü'l-âlemîn. Bizi yoktan var etti. Kâinatı yoktan var etti. Her şey O'nun mülkü. Her kudret O'nun.
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billah." Başka güç kuvvet yok. O müsaade ederse bir şey olur, O müsaade etmezse hiçbir şey olmaz. Varlık bile olmaz. Tecelli etmese, lütfetmese varlık bile olmaz.
O Rabbü'l-âlemîn; O kudret-i külliye sahibi hâlik-ı kâinat, mâlikü'l-mülk o kadar çeşitli mahluklar yaratmış ki… Şu dünya denilen küçücük kürede, ki fezada adı okunmaz, cismi hesaba girmez, zerre gibidir. Şu dünyanın içinde öyle esrar, öyle hikmet, öyle sanat, öyle kudret var ki insan gözlüğünü takıp da baktığı zaman hayran olmaması mümkün değil. Yakından baktığı zaman hayran olmaması mümkün değil. Gayri muntazam görülen şeylerde bile bir intizam, öyle bir muazzam intizam var ki akıllı insanı divane eder. Mikroskoba yanaşıp da baktığı zaman, "Allah Allah!" diye insanın tüyleri diken diken olur... Ben bu kâinatı darmadağın sanıyordum, pejmürde, perişan sanıyordum, yığın sanıyordum. Meğer her şeyde bir intizam varmış, dizi varmış, hesap varmış diye insanın aklı başından gider, mest olur insan.
Bu kudretin sahibi Rabbü'l-âlemîn bunca mahlukâtının arasından insanoğlunu eşref-i mahlukât eylemiş. Eşref-i mahlukât... Adını bildiğimiz bilmediğimiz, şeklini gördüğümüz görmediğimiz, tanıdığımız tanımadığımız, aletlerimizin müşahede sahasına giren girmeyen sayısız varlıkların içinde biz insan neslini; eşref-i mahlukât kılmış. Âdemoğullarına en büyük şerefi vermiş, eşref-i mahlukât eylemiş.
Niçin?
Bir de akıl nimetiyle taltif eylemiş. Düşünce nimetiyle taltif eylemiş ki bu eşref-i mahlukât olan Âdemoğlu bir karış boyuyla kâinatı dolaşıyor. Yıldızlardan yıldızlara sefer yapıyor, bombalar patlatıyor, dağları deviriyor, dereleri dolduruyor. Yeri deliyor, yerin içinden yedi bin metre, on bin metre altında ne varsa orayı karıştırıyor. Denizin içindeki balinaları alt ediyor, ormandaki kaplanları, arslanları kafeslere sokuyor…
Ne sayesinde?
[Allah'ın] verdiği akıl nimeti sayesinde. Bu insanoğluna [Allah'ın] verdiği bu akıl nimeti sayesinde bu insanoğlu kâinatın sultanı olmuş.
Evelem yerav ennâ halaknâ lehüm mimma amilet eydîna en'âmen fe-hüm lehâ mâlikûne.
"Cümle mahlukât hizmetine verilmiş."
Ve le-kad kerremnâ benî âdeme ve hamalnâhüm fi'l-berri ve'l-bahri. "Âdemoğlunu biz mükerrem mahluk kıldık. Müstesna, şahane varlık kıldık. Yeryüzünde, denizlerde ona taşıyacak vasıtalar ikram eyledik." Hayvanlar emrinde; binerler, keserler, yerler. Bitkiler emrinde; istifade ederler.
Sunan?
Hep âlemlerin Rabbi.
İkram?
Hep âlemlerin Rabbinden.
Neden insanoğluna bu aklı, bu şerefi vermiş?
Kendisini bilsinler diye! Bilmesinin de kuvvetli olması için kâinata, mahlukâta bir hürriyet, insanlara bir serbestlik bahşetmiş, bir irade-i cüz'iye vermiş. Önüne iki tane yol çıkarmış; hidayet yolu ve dalâlet yolu. Karşısına bir düşman, azılı düşman yaratmış; şeytan aleyhillâne. İçine bir azılı, tehlikeli mahluk sıkıştırmış; nefs-i emmâre.
Önünde yollar çeşit çeşit, dünyanın nimetlerini süslemiş, gözünün önüne sermiş. Bu eşref-i mahlukât olan yarattığı bu insanoğluna bakıyor ki; bu kadar hilenin arasından, bu kadar tuzağın arasından bu akıl sahibi mahlukât acaba kendisini bulabilecek mi?
Bu kadar aldatmanın arasından, bu kadar düşmanın içinden yaratanını bulabilecek mi?
Nazar ediyor. Bulabilirse ikram ediyor.
Ama serbest bırakmış. İsterse iman etsin, isterse kâfir olsun, isterse münkir olsun, isterse kıpkızıl olsun, isterse kapkara olsun!.. Umurunda değil.
Neden?
Kâinatın kıymeti yok, varlığın kıymeti yok.
Nedir ol kim ey habibim diledin,
Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?
Âdemoğulları onun için bir avuç toprak.
Kâinat onun için kün emrinin bir neticesi. Kün... Kün!.. Fe-yekûn...
Ol dedi bir kerre, var oldu cihan.
Ol!..
Elinde mi olmamak!?
Bunca düzen içinde bu kâinat şekil şekil, hücreler dizi dizi, titreye titreye, zerreler titreye titreye, döne döne Rabbü'l-âlemîn'in emrine girdiler, neyi olmak lâzım geliyorsa onu oldular.
Neden?
"Ol!" dedi.
Onun emrinde başka bir şey yapmak kimin haddine?
Ol dedi bir kerre, var oldu cihan.
Olma derse?
Olma derse mahvolur ol dem heman.
Yok ol!.. Mahvol!.. Kahrol!.. derse ne olacak?
Kahrolur.
Var mı bir durduracak Allah'ın kahrını, gazabını?
Yok! Hepimiz biliyoruz. Âmennâ ve saddaknâ... Lâ havle velâ kuvvete illâ billah... O kudret-i külliye sahibi Rabbü'l-âlemîn'in kullarıyız. Vazifemiz O'nun varlığını bilmek, O'na kulluk etmek.
Vazifemiz ne?
Ve mâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li-ya'büdûne.
Neden yarattı Allahu Teâlâ hazretleri cinleri, insanları, Âdemoğullarını, kâinatı?
Ve mâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li-ya'budûne.
"Bilsinler beni, bana ibadet etsinler!" diye yaratmış. Öyle bildiriyor, öyle ferman ediyor. Kur'ân-ı Kerîm'de öyle bildiriyor. Başka bir şey değil.
Doktorluk yapsınlar, mühendislik yapsınlar, ziraat yapsınlar, yeri kazsınlar, ağaç bitirsinler diye mi?
Ağacı sen mi bitiriyorsun?
Hastaya şifayı sen mi veriyorsun?
Şu tuğlanın malzemesini sen mi yarattın?
Her şeyi bedava bulmuşsun, kullanıyorsun. Tohum bedava gelmiş eline, buraya kazıyorsun, eşeliyorsun, sokuyorsun. Allah bitiriyor. Bitirmediği zaman bir şey yapabiliyor musun?
Çernobil'de atom bombası patladı da Trakya'daki bütün ay çiçekleri tohumları filizlenmedi. Haydi bakalım filizlendir, göreyim seni!..Haydi bakalım bir ay çiçeğinin tohumunu filizlendir de göreyim seni, haydi!.. Allah vermiyor. Haydi bakalım filizlendir!.. Filizlendiremez muhterem kardeşlerim!
Yâ eyyühe'n-nâs! Duribe meselün fe's-temiû lehû.
"Size bir misal veriliyor, kulak verin!" İnnellezîne ted'ûne min dûnillâhi len yahlükû zübâben velevi'c-teme'û lehû.
"Sizin o Allah'tan gayriye tapındığınız o varlıklar var ya." Taşlar, yontmuşsunuz, heykel yapmışsınız, ağaçtan, taştan, demirden, bilmem şöyle böyle... ne kadar süslense o kadar mülevves... "Onlar bir sivrisineğin, bir sineğin kanadını yaratamazlar yahu!.."
Len yahlükû.
"Yaratamayacaklar da..."Şimdiye kadar yaratamamışlar, bundan sonra ilim ilerler de yaratabilirler mi?
Yaratamazlar, yaratamayacaklar!..
Len yahlükû zübâben velevi'c-teme'û lehû.
"Hepsi bir araya gelseler bile, kafa kafaya verseler bile…" Kafaları ne olacak, kafa kafaya verseler ne olacak!?
Bir sineğin kanadını meydana getiremezler. Bir tohuma hayat veremezler. Hayat sahibi bir tohumu bitiremezler. Biten bir bitkiyi geliştiremezler. Sararıp solmaya başladığı zaman engelleyemezler. Kudret O'nun elinde. Hüküm O'nun, ferman O'nun, emir O'nun. Ne dilerse öyle olur.
Öyle mi?
Öyle! Âmennâ ve saddaknâ!.. İnanıyoruz cân u gönülden. Canımız feda... Canlar feda...
Canlar feda...
Rabbü'l-âlemîn lütf u kereminden Âdemoğlu yeryüzüne gönderildiği zamandan beri onlara doğru yolu gösterecek insanlar da göndermiş. Miraçta Musa aleyhisselam: mâneviyat aleminde, bizim gözlerimizin göremediği, gönüllerimizin nüfuz edemediği âlemde, karşısına geldiği zaman atalarımızın atası olan Âdem aleyhisselam'a Musa aleyhisselam demiş ki;
"Sensin değil mi, o yasak ağaçtan yiyip de bizi cennetten çıkartan sen değil misin?" diye sitem edecek olmuş.
Ve lâ tekrabâ hâzihi'ş-şecerate fe-tekûnâ mine'z-zâlimîne.
"Yâ Âdem, yâ Havva! Şu ağaca yaklaşmayın, o zaman günahkâr olursunuz, zalim olursunuz."
Fe-ekelâ minhâ fe-bedet lehümâ sev'âtühümâ ve tafikâ yahsifâni aleyhimâ min veraki'l-cenneti. Dinlemediler, o ağaçtan yediler, ondan sonra cennetten çıkarıldılar. Musa aleyhisselam cennetten çıktığına üzülüyor, demiş ki;
"Sen değil misin bizi cennetten böyle söz dinlemeyip de âsi olup da [çıkartan?]"
Kur'an-ı Kerim'de şöyle aktarılıyor:
Ve asâ âdemü rabbehû fe-ğavâ.
"Âdem isyan etti, söz dinlemedi, çıktı." diyor. Âdem aleyhisselam demiş ki;
"Sen beni takdir kaleminin yazdığı yazıdan, mürekkebi kurumuş olan yazıdan dolayı mı ayıplamaya kalkıyorsun be oğulcuğum? Kader öyle yazmış! Kader öyle yazmış, ondan dolayı mı beni ayıplamaya kalkıyorsun?"
Allah'ın takdiri bu! Yeryüzü insan nesliyle şereflenecek. O neslin içinden Muhammed-i Mustafâ gelecek!..
Evvelü mâ halakallahu nûru muhammed. Sallallahu aleyhi ve sellem.
"İlk yarattığı Muhammed-i Mustafâ'nın nuru." Bîsetinde muahhar, hâtemü'l-enbiyâ ama hılkatinde mukaddem, yaradılışı evvel. Hz. Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yaradılışı mukaddem, gelişi sonradan.
Âdet budur, en sonra gelir bezm-i ekâbir.
Âdet de böyledir zaten, meclise en büyükler en sonra gelir. En sonra gelir! Hâtemu'l-enbiyâ olmasından ne gam, nuru evvel yaratıldı.
Ne demek nuru evvel yaratıldı?
Evvelü mâ halakallahu nûru muhammed. Peygamber Efendimiz rivayet eylemiş, nûrî buyuruyor. "Evvela benim nurumu yaratmış Allah."
Ne demek?
Rabbü'l-âlemîn murad eylemiş, bilinmek istemiş. Kullar kendisini bilsin istemiş. Hem de zorlansın, çeşitli tehlikelerin arasından uğraşsın da bulsun istemiş.
Yoksa ona hiç âsi olmadan ibadet eden mahlukâtı yok mu?
Sayısız mahlukâtı var. Melekleri var; hiç Allah'a âsi olmazlar, ne emredildiyse onu yaparlar. Nefis yok, nefis diye bir şey verilmemiş kendilerine. Bize nefsi veren de Allah celle celâlühû. Şeytanı bizim karşımıza hasım diken de Allah celle celâlühû...
İnne'ş-şeytâne le-küm adüvvün fe't-tehizûhü adüvvâ.
"Şeytan sizin düşmanınızdır, ben onu size düşman yarattım."
Fe't-tehizûhü adüvvâ.
"Siz de onun düşman olduğunu bilin, aklınızı başınıza toplayın." diye bize tekrar ihtar eden, ihbar eden de Allahu Teâlâ hazretleri.
Neden?
Kul zorlansın, çırpınsın, çabalasın, Rabbü'l-âlemîn'i alnının teriyle bulsun. Allahu Teâlâ hazretleri o zaman seviyor. Teklif, mükellefiyet, böyle çeşitli ihtimallerin içinden nefsi bir tarafa çeker; gel bu tarafa, burada çalgı, eğlence, keyif, içki var; mehtap, kaymak, bal, börek çörek var. Bu tarafta da Allah'ın rızası var. Ben Allah'ın rızasını isterim dediği zaman seviyor Allah!.. Fedakârlık ettiği zaman seviyor. Allah yoluna, Allah'ın yolunu tercih ettiği zaman seviyor. Bir insan önüne iki tane ihtimal çıktığı zaman Allah'ın rızası tarafını seçebiliyorsa Allah'ın sevdiği kuldur. İmân-ı kâmil kuldur.
İşte o öyle olsun diye sahneyi böyle yaratmış. Muhammed-i Mustafâ'sı gelsin diye Âdem atamızı cennetten çıkartmış. Yeryüzüne insan neslini yaymış. Ama insan neslini rahmetinden, lütfundan, kereminden habersiz, habercisiz bırakmamış. İhtarsız, ihbarsız bırakmamış peygamber göndermiş. İlk insan ilk peygamber. İnsanoğlunun ebü'l-beşer; babası, Âdem atamız.
Peygamberlerin evveli Âdem atamız. Ona peygamberlik vermiş, O'na varlığını bildirmiş. Onu, varlığını bildirsin diye kendisine peygamber kılmış. Ondan sonra adını bildiğimiz bilmediğimiz nice peygamberler gelmiş, geçmiş.
Hepsi neden?
Allah'ın rahmetinden, Allah'ın kullarına şefkatinden.
Hadis-i Şerifte bildirildiğine göre; Allahu Teâlâ hazretleri cenneti yarattığı zaman ulu meleği Cebrail aleyhisselam'a buyurmuş ki;
"Yâ Cebrail! Cennet diye bir yurt yarattım, bir yer yarattım, git gör."
Cebrail aleyhisselam cenneti gitmiş görmüş. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale sığmayan, tarifsiz, şahane, müstesna lütuflar, nimetler, güzellikler, şahaneler şahanesi, kelimelerin izahtan âciz kalacağı şahane cennet... Cebrail aleyhisselam gelmiş.
"Gördün mü cennetimi yâ Cebrail?"
"Gördüm yâ Rabbi! Bu cennetin varlığını kim duyarsa, ne yapar yapar buraya gelir, koşar gelir. Bunun adını duyan, bunun şöhretini duyan, bunun varlığından haberdar olan, ne yapar yapar kapağı cennete atar, koşar gelir buraya."
Bunun üzerine Rabbü'l-âlemîn cennetin etrafını mekârih ile ihâta eyletmiş.
Mekârih ne demek?
Nefse ağır gelen, zor gelen, meşakkatli gelen ama aslında güzel olan şeyler. Nefsin hoşuna gitmiyor.
Geceleyin kalkıp namaz kılmayı sever misin?
"Hocam severim ama çok zor. Yorgun yatıyoruz zaten, gece geç vakit yatıyoruz, sabah namazına zor kalkıyoruz." Üç defa geliyorlar başıma; kalk yahu, ezan vakti geldi, şimdi bak kalkmazsan yüzüne su dökeceğim... Üstümden yorganı çekiyorlar filan, zar zor uyanıyorum.
Kalkamıyor, neden?
Nefsine or geliyor. Uykuyu bırakıp yapmak zor geliyor.
Yaz gününde oruç tutmayı sever misin?
14-16 saat gündüz, cayır cayır, 41 derece sıcak, karpuzlar karşıda yiyemiyorsun, buzlu limonatalar şarıl şarıl vitrinlerde dolaşıyor, içemiyorsun, dermanın kalmıyor.
Oruç tutmayı sever misin?
"Severim ama, işte memurum da, yorgunum da, işte tutamıyorum da, bilmem ne de filan.. Çalışıyorum, ağır iş görüyorum da tutamıyorum." Binbir türlü bahane
Huffetü'l-cenneti bi'l-mekârih. "Cennetin etrafını nefse zor gelecek, meşakkatli olan, ağır gelecek şeylerle çevirmiş."
Cennet kolay mı kazanılır?
"Git yâ Cebrail, bir daha bak bakalım cennete."
Cennetin içi güzel ama etrafı nefse hoş gelmeyen şeylerle dolu. Nefse hoş gelmeyen şeylerle etrafı çevrilmiş. Cennete gitmek için onları yapıp da öyle gideceksin. Onları geçip de öyle varacaksın cennete. Gelmiş;
"Nasıl buldun?"
"Yâ Rabbi! Bu nefse hoş gelmeyen şeyler var ya, bunlar yüzünden korkarım ki insanların hiçbirisi buraya gelemez; bunlardan çekinir, bu fedakârlıkları yapamaz, cennete giremez."
"Öbür taraftan, cehennemi yarattım, git bir gör."
Cehennemi gitmiş görmüş; korkunç azaplar, etrafa kükrüyor alevleri, müthiş, facia, dehşetli bir manzara. Dönmüş gelmiş;
"Nasıl buldun?"
"Yâ Rabbi! Bu cehennemin adını duyan, bu cehennemi duymamak için tir tir titrer, bu cehenneme girmemek için her türlü tedbiri alır girmez cehenneme. Ölse girmez. Günahlara yanaşmaz. Cehennemin korkusundan titrer, hiç günaha, harama yanaşmaz, cehenneme düşmez. Çünkü bu korkunç şeyin nâmı bir yayıldı mı kimse o tarafa uğramaz."
Filanca karayolunda saat altıdan sonra eşkiyâ aşağı iniyor, geçen kamyonları, arabaları soyuyor.
Geçer misin oradan?
Yoo, nemelâzım, işim mi yok, eşkıyayla uğraşmak... Yarın gidiveririm, başka yoldan gidiveririm, dolanırım. "Köpekle dalaşmaktan çalıyı dolanırım daha iyi." der insan.
Onun üzerine Allahu Teâlâ hazretleri cehennemin etrafını da nefse tatlı ve hoş gelecek şeylerle çevirmiş . Keyifler, çalgılar, zevkler, çengiler, oyunlar, lezzetler, keyifler... Ooh oh diyecek şeyler. Gelmiş tekrar bakmış. Rabbü'l-âlemîn sormuş ki;
"Nasıl buldun?"
"Yâ Rabbi! Etrafı öyle nefse tatlı gelecek cazibeli şeylerle çevrilmiş ki herkes onu yapmaya gelir, oradan pat cehenneme düşer."
Rabbü'l-âlemîn cennet yaratmış, mü'min kulları için. Cehennem yaratmış, Azîzün züntikâm olduğu için, kâfirlerden intikam alma yeri olarak, ceza ve ikap yurdu olarak... Ama bunların hepsini bildirmiş. Bunların hepsini peygamberler göndererek bildirmiş.
Peygamberler göndererek bildirmiş de Hz. Âdem, Nuh aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, Musa aleyhisselam, nice nice Kur'ân-ı Kerîm'de ismi zikredilen, zikredilmeyen peygamberler gelmiş ama bir taraftan da bir peygamberin nâmı aynı zamanda yürümüş. Bir âhir zaman peygamberi olacak, habîbullah, resûl-i ekrem, en şerefli, en asil peygamber diye namı yürümüş.
E nasıl olur bu? Önceden bildirilir mi, önceden bilinir mi?
Sen bir filmi önceden bir defa görmüş olsan sonunu bilir misin bilmez misin?
Bilir. Daha önce görmüştüm bu filmi, bunun sonu böyle bitecek. Bu adam bunu öldürecek, bu bunu alacak, bu bunu verecek, bu hapisten kurtulacak, şöyle bitecek diye bilir.
Sen bir romanı, bir hikayeyi kendin yazıyorsan, sonunu nasıl bitireceğini zihninden tasarlayamazsın mısın?
Tasarlarsın.
Yahu bu kâinatın sahibi Allahu Teâlâ hazretleri. Alîmün habîr, her şeyi bilen, her şeyi yaratan. Her şeyi bilen Allah evvelini de âhirini de biliyor, olacağı da olmayacağı da biliyor, zamanı da mekânı da yaratmış, Rabbü'l-âlemîn her şeyi yaratmış... Onun için âhir zamanda bir âhir zaman peygamberi gelecek.
Gelecek mi?
Gelecek.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in mübarek sahabesi işkence çekerken, azap görürken, azınlıktayken, Kureyş'in müşrikleri, azılı eşrafı, köleleriyle, paralarıyla, develeriyle âciz, zavallı azınlık müslümanlara baskı yaparken, işkence yaparken, bazılarını şehit ederken Peygamber Efendimiz ne dedi?
"Bu işkencelerin hepsi bitecek, Allah bu dini hakim kılacak, bu din okyanuslardan öbür taraflara gidecek" dedi mi?
Dedi.
Allah bildirince istikbal bilinir. Allah bilir, bildirdiği kullarına da bildirince onlar da söylerler.
Muhterem kardeşlerim!
Musa aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, daha başka adını, namını bilmediğimiz peygamberler Peygamber Efendimiz'den yüzlerce asırlar önceden o Peygamber-i zîşân gelecek diye bildirdiler. Eğer bildirmeseler bu zamanın münkir insanları derler ki;
Ne mâlum, çıkmış kabiliyetli bir insan, zeki bir insanmış... Öyle diyorlar, başka bir şey diyemiyorlar. Muhammedü'l Emin, eminliğinden başka bir rivayet gelmemiş. Başarılı bir insan. Dünya nüfusunun beş kişiden bir tanesi, bir milyar taraftarı olan bir din getirmiş ortaya... Tamam diyorlar, zeki diyorlar, bilmem ne diyorlar, methediyorlar ama kalplerinde nur yok, kapkara kalpleri. Allah'ın peygamberi diyemiyorlar!
Yahu Allah yardım etmezse olur mu?
Allah'ın peygamberi diyemiyorlar.
Başka türlü izah ederlerdi ama Allah önceden de bildirmiş.
Ve iz kâle îsebnü meryeme yâ benî isrâîle.
Hani o günleri hatırla ki ey resûlüm, ey okuyan, ey Kur'an dinleyen kişi! "Hani o günler ki Meryem hatunun oğlu İsa aleyhisselam kavmine ne demişti?"
Yâ benî isrâîle.
"Ey İsrailoğulları!" Daha ortada Peygamber Efendimiz yok. Daha altı asır evvel. Daha Peygamber Efendimiz yok ortada, İsa aleyhisselam ne demişti?
Yâ benî isrâîle.
"Ey İsrailoğulları!"
İnnî resûlullâhi ileyküm.
"Ben sıradan bir insan değilim, ben Allah'ın size gönderdiği elçiyim." Ben peygamberim, ben müstesna bir insanım, Allah'ın vazifelendirdiği bir insanım, Allah'ın size gönderdiği bir elçiyim ben! Resûlüm ben!
İnnî resûlullâhi ileyküm musaddikan limâ beyne yedeyye mine't-tevrâti. "Benden önce Musa aleyhisselam'ın Tur Dağı'nda aldığı vahiyleri, daha başka vahiyleri ihtiva eden Tevrat kitabındaki hakikatler, onlar da ilahi hakikatlerdir, onları tasdik ediciyim."
Onlar ilahîdir, onlar peygamberlere gelmiş hakikatlerdir. Onları tasdik ediciyim, korkmayın, çekinmeyin, siz benî İsrailsiniz; ben Musa aleyhisselam'a gönderilmiş olan hakikatlerin münkiri değilim, onlardan sizi koparmak istemiyorum, onları tasdik ediciyim ama yeni bir peygamberim. Yeni bir peygamberim, onları tasdik ediciyim, çekinmeyin, ben sizdenim, sizin tarafınızdanım ama;
Ve mübeşşiren bi-rasûlin ye'tî min ba'dî.
"Bir vazifem daha var, benden sonra gelecek olan bir habibullahın müjdecisiyim ben!" Bir peygamber gelecek, onu bildirmekle vazifeliyim!..
"Tevrat'ı tasdik ediciyim."
Ve mübeşşiren bi-rasûlin ye'tî min ba'di's-m-hû ahmed.
"Adı da Ahmed olacak!.."
Adı Ahmed olacak olan bir habibullah, bir ekrem-i rusül, seyyidi'l-evvelîne ve'l-âhirîn, seyyidi'l-mürselîn bir Muhammed-i Mustafâ gelecek. Onu da müjdelemekle vazifeliyim." diyor. Hz. İsa diyor!
Bir peygamberi müjdeliyor. Bir peygamber gelecek diye Hz. İsa müjdeliyor.
İncil ne demekmiş?
Sonradan müslüman olmuş olan çok alim bir papaz diyor ki;
"İncil zaten müjde demektir." Kelime mânası müjde demektir diyor.
Neyin müjdesi?
"Hz. İsa her gezdiği yerde, her vaazında benden sonra bir mübarek peygamber gelecek diye onu müjdelerdi. İncil odur işte" diyor. Yani Peygamber Efendimiz'in geleceğinin müjdelerinden meydana gelmiş bir kitap. İsmi de Ahmed olacak. İsmini de veriyor.
Daha ne terüddüt edecek, [terüddüt edecek] bir şey mi kalıyor?
Selmân-ı Fârisî radıyallahu teâlâ anh hazretleri İran'dan yetişmedi mi?
İran'dan yetişti.
Anası babası dihkandı, bir köyün ağasıydı, ateşe tapmıyorlar mıydı?
Ateşe tapıyorlardı. Allah ona hidayet ihsan eyledi, o ateşe tapmadı. O zaman devr-i Muhammedî daha gelmemiş, Muhammed-i Mustafâ'nın güneşi daha doğmamış, daha henüz ondan evvelki devre. Bir papazın yanına gitti, onun sözlerini doğru gördü, o dine girdi. Yani o devir için hak din olan dine girdi. Selmân-ı Fârisî ateşe tapmadı, Allah'ın hak dinine girdi.
Sonra o [papaz] öleceği zaman;
"Sen öleceksin, ben şimdi hak dine girdim. Ben, seni iyi bir alimsin diye yanına geldim, hizmetinde bulundum. Şimdi sen ayrılıyorsun, âhirete göçüyorsun. Bana ne tavsiye edersin?"
"Falanca şehirde bir başka, benim itimat ettiğim, takvâ ehli bir alim vardır. Onun yanına git. Ona inanıyorum, ona güveniyorum. Onun yanına git."
Selmân-ı Fârisî onun yanına gitmedi mi? O ölünce ötekisinin yanına gitmedi mi? O ölünce ötekisinin yanına gitmedi mi? Bursa'nın karşısında iki tane tepe olan, Çağlayan Köyü'nün karşısında orada bir papazın hizmetinde bulunmadı mı? Antakya'da bulunmadı mı?
Evet, tarih kitapları "bulundu, bulundu.." [diyor,] hep tasdik ediyor.
Sonra en son üstadı ona ne dedi?
Sen ölüyorsun, ben ne yapayım? Hep tutunduğum, eteğine tutunduğum hocalar, din adamları vefat ediyor, ben şimdi ne yapayım?
Âhir zaman peygamberinin gelmesi yakındır, Hicaz taraflarından çıkacağı kitaplarımızda yazılıdır. Selman-ı Fârisi hazrerlerine, "fırsat bulursan o tarafa git" demediler mi.
Dediler.
Daha peygamberimiz yok ortada.
Selmân-ı Fârisî'ye o zamanın papazları böyle demediler mi?
Böyle dediler. Tarih kitapları böyle yazıyor.
O zamanın yahudileri Araplarla kavga ettikleri zaman, kızdıkları zaman; bizim, İbrahim aleyhisselam'ın soyundan, içimizden bir peygamber çıkacak, o zaman biz sizin putlarınızın hepsini kıracağız, sizi de keseceğiz, sizi de emrimize alacağız diye bir peygamber beklemiyorlar mıydı?
Bekliyorlardı.
Hatta İsa aleyhisselam'a; "Ben Allah'ın peygamberiyim" dediği zaman, "Sen o peygamber misin, o Allah'ın çok methettiği âhir zaman peygamberi misin" diye sormamışlar mıydı?
Sordukları zaman; "Hayır, ben o değilim, o benden sonra gelecek" dememiş miydi?
Öyle demişti.
Dünyadaki bütün din kitaplarında bu bilgiler var. Hindistan'ın adını bilmediğim kitaplarında bu bilgiler var. İran'ın adını bilmediğim kitaplarında bu bilgiler var. Bu şerefli zât-ı muhteremin geleceğini Allah ümmetlere önceden bildirmiş. Bu hakikatler Kur'ân-ı Kerîm ile de sabit, o tarih kitaplarında da var.
Alimin birisi Hindistan'ın eski dinlerinden birisinin kitabından fotokopi almış, [o kitapta] diyor ki;
"Filanca diyarda bir peygamber çıkacak. Bu peygamber savaş yapacak."
O zamanın insanına garip geliyor. Hem peygamber olsun, hem halim selim, merhametli olsun, hem de savaş yapsın.
"Savaş yapacak. Savaş yapan bir peygamber çıkacak. Kavmi onu doğduğu yurttan çıkartacaklar, başka şehre hicret edecek, şöyle olacak..." diye Peygamber Efendimiz'in vasfını bildiriyor.
Bütün eski, yeni din alimleri, hıristiyanlardan, yahudilerden, hintlilerden, japonlardan dini inceleyen insanlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e "Evet, o beklenen âhir zaman peygamberidir" diye iman ettiler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri Medîne-i Münevvere'ye vardı. Gün gibi aşikâr.
Muhterem kardeşlerim!
Şöyle şu elle tutulacak gibi bir hadise bu. Medîne-i Münevvere'ye vardı. [Medine ahalisi;]
"Peygamber denilen birisi gelmiş, gidelim bir bakalım." [dediler.]
Gittiler baktılar. Bakan şahıs diyor ki;
Fe-izâ vechühû leyse bi-vechi kezzâb.
"Yüzüne bir baktım ki yalan söyleyecek insan yüzü değil ki." Nur mübarek! Nur... Yalan söyleyecek bir insan yüzü değil.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, yahudilerin havrasına gitti. Yanında sahabesinden birkaç kişi, yahudilerin havrasına gitti, içeriye girdi, dedi ki;
"Ey yahudi alimleri, ey hahamlar, ey ahbâr-ı yehûd! Sizin Tevrat'ınızda şu âyet yok mu, şu âyet yok mu, şu âyet yok mu, şu âyet yok mu?" diye Tevrat'ın [âyetlerini] okudu onlara; kendisini bildiren, kendisini müjdeleyen, kendisine tâbi olmayı emreden âyetlerini Tevrat'tan okudu. Ses yok. Hiç ses çıkartmadılar. Havranın içinde hahamlar hiç ses çıkartmadılar. Durdular. Efendimiz onlara tebliğ etmiş olmak için gitmişti.
Sahabesiyle havradan çıktı, haydi gidelim [dedi.] Döndüler. O iki cihan güneşi giderken arkasından Abdullah b. Selâm isimli yahudi alimi koştu geldi, dedi ki;
"Yâ Resûlallah! Yâ Resûlallah! Senin söylediklerinin hepsi doğrudur! Evet, o âyetler o Tevrat'ta var. Ama bu bizimkiler kıskançlıklarından, hasetlerinden, menfaatleri bozulacağı için evet diyemediler. Ben diyorum, evet var." dedi. O imana geldi.
Riyazü's-salîhin'de var. Okuyun bu hadis kitaplarını. Bunlar sıhhatli kitaplar, ana kaynaklar. Yahudi alimlerinden birisi ötekisine dedi ki;
"Şu peygamberim diyen insanın yanına bir gidelim. Bir gidelim, soru soralım şuna, yoklayalım şunu." Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine gittiler, dediler ki;
"Musa aleyhisselam'a indirilen dokuz emir neydi? Dokuz tanesi neydi, dokuz emir neydi?" diye soruyu böyle sordular. Peygamber Efendimiz de dedi ki;
"Zina etmemek, hırsızlık yapmamak, adam öldürmemek... bu dokuz emri saydı. Dokuz tanesi tamam. Bir de dedi, sizin sakladığınız, dokuz tane diyorsunuz, dokuz tane değil onlar, on tane! Onuncusu da cumartesi gününe hürmet edip, cumartesi gününe Allah; "hürmet edin" diye size emretmiş, o hürmete riayetsizlik yapmamak, bir de onuncusu cumartesi gününü çiğnememek." dedi.
O iki yahudi Peygamber Efendimiz'in ellerine sarıldılar, bir!.. Şap diye ellerini öptüler, [iki]...
El öpmek var mı İslâm'da?
Demek ki varmış.
Ellerini öptüler. Duramadılar, bir de ayaklarını öptüler. Bir de mübarek ayaklarını öptüler Peygamber Efendimiz'in o iki yahudi. Hem ellerini öptüler hem de ayaklarını öptüler;
"Şehadet ederiz ki sen Allah'ın Resûlüsün" dediler. Öyle bir peygamber... Bizim Peygamber-i zîşânımız öyle bir peygamber!
Aziz ve muhterem kardeşlerim.
İşte bu sözler; daha Peygamber Efendimiz dünyaya teşrif eylemeden önce yazılmış kitapların satırları...O kitaplar, daha önceden, Peygamber Efendimiz'den önce yazılmış. Bu oyun olamaz, düzmece olamaz, uydurmaca olamaz diye herkesin kabul etmek zorunda kalacağı deliller bunlar.
Yahudiler, Lut Gölü'nün kenarında ki mağaralarda çok eski mağaralar buldular. Orada eskiden yazılmış Tevrat ruloları buldular. Kumran harabelerinde, mağaralarında rulolar buldular. Ruloların bir kısmını Amerika'ya kaçırdılar, bir kısmını Vatikan'a kaçırdılar, bir kısmı Ürdün devletinin elinde kaldı. Bu kitaplarda, bu rulolarda, bu yazılarda Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinde bildirilen hakikatler aynen var. Çünkü o zaman sahtekârlar İncil'den, Tevrat'tan müslümanların lehine olan âyetleri çıkaramamışlardı. Öyle bir şey bahis konusu değildi, yazılar orada aynen var. Ama müzelerde okutmuyorlar, anlatmıyorlar. Tek tük alimler yazı yazıyor.
Ama müzelerde okutmuyorlar, anlatmıyorlar. Alimler, tek tük yazı yazıyor.
Peygamber Efendimiz'in peygamberliğine kendisinden asırlar önce yazılmış kitaplar şahit. Kendinden önce gelmiş ümmetler şahit, kendinden önce gelmiş peygamberler şahit, kendisinin ahlâkı şahit, kendisinin asaleti şahit, kendisinin icraatı şahit, kendisinin başarısı, zaferleri şahit. Öyle bir peygamberin ümmetiyiz elhamdülillah...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri, "Ben İbrahim aleyhisselam'ın duasıyım." diyor. [İbrahim aleyhisselam] Hicaz kavmi için elini açmış dua etmiş.
İbrahim aleyhisselam çok sevdiği oğlunu [ekin bitmez taşlık bir vadiye bırakmış.] Yıllar yılı bir evladım olsun diye beklemiş beklemiş, onun için ikinci bir defa evlenmiş. Bir erkek evlâdı olmuş, bu kadar erkek evlâdı düşkünü olan bir insan, oğlunu götürüp de ekin bitmez taşlık bir vadiye bırakır mı anasıyla?
Bırakır mı!?
Bırakmaz.
İsmail aleyhisselam küçücük bir bebekken annesiyle beraber İbrahim aleyhisselam onları getirdi. Şimdiki Mescid-i Harâm'ın olduğu yere, Safâ'nın, Merve'nin, zemzemin, Kâbe'nin, Mescid-i Harâm'ın olduğu yere bıraktı. Ondan sonra elini açtı, dedi ki;
Rabbenâ innî eskentü min zürriyetî bi-vâdin ğayri zî-zer'in.
"Yâ Rabbi! Ben zürriyetimden, evladımdan bir kısmını ekin bitmez bir vadiye bıraktım." İşte buraya bıraktım. Bunları rızıklandır, nimetlendir, meyveler, sebzeler, çeşit çeşit [rızıklar ver.]
Ekin bitmez bir vadi, taşlık. Biliyorsunuz, Mekke'nin etrafına baktığınız zaman, toprak yok, çatır çatır her tarafı volkanik kaya. Oraya bıraktı. Ekin bitmez.
Eskentü min zürriyetî.
"Zürriyetimden bir kısmını..." Ötekiler başka yerde. Bunları buraya aldı getirdi. Anasını, oğlunu buraya bıraktı.
Nereye bıraktı?
Ekin bitmez bir vadiye bıraktı.
Sonra boynu bükük, kalbi üzgün yürüyüp gitti. Arkasından Hacer validemiz diyor ki;
"Yâ İbrahim! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Burada su yok, yiyecek yok, insan yok, ev yok, bir şey yok, yani ekin bitmez bir vadi. Bunu Allah'ın emriyle mi yapıyorsun?"
"Evet, Allah'ın emri olduğu için yapıyorum." dedi.
İnsan yıllar yılı beklediği evladını, sevdiği hanımını ekin bitmez bir vadiye bırakabilir mi?
Hayvanını bırakabilir mi, kuzusunu bırakabilir mi?
Bırakamaz.
Neden?
Oradan, o İsmail aleyhisselam'ın neslinden Muhammed-i Mustafâ gelecek! Ondan [bıraktı,] çare yok.
Halîlullah... Allah ne emrettiyse onu yapmaya hazır. Evladını kes deseler [kesecek.] Rüyada kes diye emrolunmuş, kesmeye hazırlandı. Kesme [vakti gelince],
Kad saddakte'r-rü'yâ.
"Sıdkını, sadâkatini ispat ettin, [oğlunu] kesme, onun yerine şu koçu kes." diye Allah onun beğendi, imtihanı başardı.
Oraya onu yerleştirdi. O zürriyetini oraya yerleştirdiği zaman da;
Verzukhüm mine's-semerâti. "Bunlara çeşit çeşit nimetler ver. Bunlara ceşit çeşit meyvelerle ikram et. İnsanlar bunlara teveccüh etsinler gelsinler." diye dua etti. Peygamber Efendimiz diyor ki;
Ben kimim biliyor musunuz?
"Ben dedem İbrahim aleyhisselam'ın duasıyım, işte dua ettiği insan benim."
Peygamber Efendimiz, İbrahim aleyhisselam'ın duası.
Daha nice nice şeyler var söylenecek de... Söz benim sözüm olmasın diye bir iki hadîs-i şerîf de okuyuvereyim.
Muhterem kardeşlerim!
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyuruyor ki;
Ene seyyidü'l-mürselîn izâ bu'isû. "Ba'sü ba'de'l-mevt'ten sonra ben peygamberlerin serveriyim, seyyidiyim, efendisiyim."
Ba's olundukları zaman peygamberler var, yaşlıları var, gençleri var, Hz. Âdem atamız var, ak sakallı, İbrahim aleyhisselam var... Hepsi Peygamber Efendimiz'in zaten sevdiği, hürmet ettiği kimseler ama Peygamber Efendimiz, makâm-ı Mahmûd'un sahibi O. Ba's olundukları zaman efendi O, bir.
Ve sâbikühüm izâ veradû. "Cennete girip de havz-ı kevserin başına doğru gidecekleri zaman, o gidiş esnasında en evvel gideni olacağım." Hepsinin başında olacağım, en evvel gideni olacağım.
Ve mübeşşiruhüm izâ üblisû. "Hepsinin me'yus olduğu, kendisinin korku içine düştüğü, "acep Rabbü'l-âlemîn nasıl muamele eder" diye çekindiği zamanda hepsine müjdeyi verecek olan benim."
Herkes kendi [derdine düşmüşken,] bütün insanlar peygamberleri dolaşacaklar, şu mahşer gününde aman diyecekler, hepsini dolaşacaklar, herkesin, hepsinin bir sıkıntısı, bir üzüntüsü, bir derdi, bir telaşı, bir korkusu, bir çekindiği nokta olacak... Peygamber Efendimiz müjdeci, mübeşşir...
Ve imâmühüm izâ secedû.
"Saf bağlayıp namaz kıldıkları, secde ettikleri zaman imamı, imamları Peygamber Efendimiz..." Yaşça küçük, en son gelmiş ama Peygamber Efendimiz imamları.
Ve akrabühüm meclisen ize'c-teme'û.
"Rabbü'l-âlemîn'in huzûr-u izzetinde toplandıkları zaman Rabbü'l-âlemîn'e en yakın olanları Peygamber Efendimiz."
Hepsi Allah'ın sevgili kulu, hepsi Allah'ın peygamberi ama Allah'a en yakın olanı Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ...
Allah şefaatine cümlemizi nâil eylesin.
Etekellemü fe-yüsaddikunî.
"Ben konuşacağım, Rabbü'l-âlemîn beni tasdik edecek." Ben konuşacağım, âlemlerin rabbi, "Evet, doğru, öyledir, tamam." diye beni tasdik edecek.
"Beni tasdik edici."
Ve eşfe'u fe-yüşeffi'unî.
"Ben de şefaat dileyeceğim, ümmetime şefaat dileyeceğim, yâ Rabbi affet bunları diyeceğim; şefaatimi Allah kabul edecek."
Allahu Teala hazretleri tevfikini cümlemize refik eylesin. Sevdiği razı olduğu amelleri işlemeye muvaffak eylesin. İşin sonunda sevdiği kul olmayı nasip eylesin. Huzuruna sevdiği razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.