es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun. Bu günler Hocamız Mehmed Zahid Kotku kaddesallâhu sırrahu’l-azîz Efendimiz’in vefatının sene-i devriyesi olması münasebetiyle, bu Cuma konuşmamda bu konuya yakın bazı hadîs-i şerîfleri sizlere okumak ve anlatmak istiyorum.
Biliyorsunuz, bu dünyaya imtihan için geldik. Bu dünyadaki her hareketimiz, sözümüz, niyetimiz tespit ediliyor, deftere yazılıyor. Yaptığımız iyi şeyler, sevap kazanmamıza sebep olacak şeyler hesaplanacak; kötülükler, günahlar hesaplanacak. Bunlar âhirette mizanda, terazide tartılacak. Zerre kadar hayır işleyenin hayrı geride, boşta kalmayacak, zâyi olmayacak; zerre kadar şer işleyenin şerri karşılıksız kalmayacak.
Allahu Teâlâ hazretleri Mâliki yevmid-dîn’dir. Yani kullara yaptıkları ibadetlerin, kullukların, iyiliklerin, kötülüklerin karşılığının verildiği günün sahibidir. Allahu Teâlâ hazretleri herkesi hesaba çekip mükâfatlandıracak veya cezalandıracak.
Âhirete imanımız, imanın en önemli, en sağlam, en mühim konularından birisi... Çünkü âhiret imanına sahip olan müslüman bu imanı sayesinde her şeyini hesaplı yapıyor, ayağını denk alıyor. Allah’tan korkarak, hesaptan korkarak, cenneti arzulayarak, Allah’ın rızasını kazanmayı dileyerek çalışıyor. Âhiret duygusu insanı insan yapıyor, insân-ı kâmil yapıyor, evliyâ yapıyor. O bakımdan, âhirete iman çok önemli bir husus...
Herhangi bir şekilde âhirete imanı olmayanlar da çok zalim, gaddar, hain, fasık, facir, kötü insanlar oluyorlar. Çünkü ne yaparsa yanına kâr kalacak sanıyorlar. Aslında onların sanmaları bir şeyi değiştirmez; hem bu dünyada hem âhirette Allah cezalandırıyor. Üstelik bu dünyada da cezalandırıyor, zalim mutlaka zulmünün karşılığını, cezasını görüyor.
Bu dünya imtihan dünyası, meşakkat yeri, mü’minin zindanı olduğu halde, mü’minler de yaptıkları iyiliklerin karşılığını, faydasını bu dünyada da görüyorlar. O da karşılıksız kalmıyor. Mutlu, huzurlu yaşıyorlar, herkes tarafından seviliyorlar. İçleri rahat, müsterih oluyor. Herkes onları bağrına basıyor, baş tâcı ediyor. Bunların hepsi birer mânevî mükâfât... Ayrıca maddeten de huzur içinde yaşıyorlar.
Herkesin bu hesap meselesini, âhirette amellerin tartılması meselesini iyi bilmesi lazım! Bu dünyada yaptığı hiçbir şeyin gizli kalmadığını, kendisinin görünmeyecek bir yerde, tenhada, yapayalnız bir odada dururken, dağ başında gezerken bile Allah tarafından görüldüğünü ve melekler tarafından da izlendiğini bilmesi çok önemli... Bir kere yanından hiç ayrılmayan melekler var. O melekler ona daima arkadaşlık ediyorlar; yaptıkları iyilikleri, kötülükleri yazıyorlar. Ayrıca vücutta görevli melekler var. Yani insan yalnız değil. Yalnız olduğunu sandığı zamanda bile yalnız değil...
İnsan bu dünyada çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor, ondan sonra bir gün gelip ölüyor. İnsanın yaşadığı hak olduğu gibi ölüm de haktır. Muhakkak ölüm gelecek, hiç bundan kurtuluş yok... İnsan ne kadar tatlı yaşarsa yaşasın, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, ölecek!
Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz -sıhhatli hadisleri toplayan büyük hadis alimi- İmam Tirmizî’nin rivayet ettiği bir sıhhatli hadîs-i şerîfte buyurmuş ki;
الْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ وَالْعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا وَتَمَنَّى عَلَى اللَّهِ الأماني
el-Keyyisü men dâne nefsehû ve amile limâ ba’del-mevt. “Zeki insan nefsini hakimiyeti altına alıp, zabt u rabta alıp, nefsine hâkim olup âhiret için hazırlanandır.”
“Bu dünya fâni, âhiret hayatı bâki ve ebedî.” diyerek akıllı insan âhirete hazırlanır; sevap kazanmaya, cenneti kazanmaya çalışır, gaflette olmaz.
Ve’l-âcizü. “Kârını, zararını tespit edemeyen, menfaatini düşünemeyen, kendisini kazançlı çıkaracak işleri ayırt edemeyen, zarara uğratacak işlerin zararlılığını anlayamayan âciz insan da nefsini hevâ-yı nefsinin peşine salıverir, serbest bırakıverir, hevâ-yı nefsinin peşinde koşar durur ömrü boyunca...”
Yani içinin, nefsâniyetinin, şehevâtının, arzularının peşinde, aklının sözünü dinlemeden, Kur’an’ın sözünü dinlemeden, akıllı insanların, hocaların, alimlerin, mürşid-i kâmillerin işaretlerine kulak asmadan, “Vur patlasın, çal oynasın...” tarzında ömrünü geçirir. Nefsini hevâ-yı nefsinin peşine salıverir, takar. Hani bir kamyonun arkasına insan kendisini iple taksa, yerde sürüklense, ne kadar fecî bir durum... İşte o azgın nefis öyle bir varlıktır. Onun hevâsının peşine takılmak da kamyonun arkasına takılıp da yerlerde sürüklenerek, çatır çutur, patır kütür, başı, ayağı, azaları taşlara çarpa çarpa, toprakta sürüne sürüne hızla sürüklenip gitmek gibidir. Cahil böyle yapar, nefsinin peşinde ömrünü geçirir.
Ama şeytan, insan gafletten uyanıp hatasını anlar da ıslah olur, âgâh olur, uyanır, doğru yola gelir diye insanı kandıracak duygular, düşünceler de verir. Duygu ve düşünceleri insanın aklına da getirir, insanların şeytanları vasıtası ile de söylettirir.
Mesela nasıl söylettirir?
Ve temennâ ale’llâhi’l-emâniye. “Allah gafûru’r-rahîm’dir, mağfiret etmeyi, affetmeyi sever. Allah affeder. Ziyanı yok. Ben günah işlesem de Allah affeder.” dedirtir.
Böyle ahmaklık olmaz. Evet, Allah gafurdur, rahimdir, gaffârü’z-zünûb’dur, settârü’l-uyûb’dur ama eski akıllı insanlar hiç öyle “gafurdur, rahimdir” diye günaha dalmamışlar, sevapları işlemeye gayret etmişler. Bütün ömürlerini çok sevaplı işlerle geçirdikleri halde yine korkmuşlar da arada da ümitlenmişler. “Allah gafurdur, rahimdir, bizim hatalarımıza bakmaz. Karınca kararınca yaptığımız amellerin de kıymeti yoktur. Âciz, nâçiz bir şeyler yaptık ama bilmiyoruz ki makbul mü değil mi?” diye amellerinin kabul olunup olunmadığından tereddütlü olarak, günahlarını gözünde büyüterek korkar ve hem korku içinde olur hem de ümidini kesmez. Çünkü ümit kesmek de Kur’ân-ı Kerîm’de yasak... Korku ile ümit arasında yaşar. Korkusu kendisini hizaya getirmeye, iyi kulluk yapmasına sebep olur. Ümidi de yıkılmamasına sebep olur. Kullukta devam etmesine, iyice mâneviyâtın yerlere serilip de artık kişinin hasta duruma düşmemesine sebep olur. Ümit ışığı oldukça insan gayrete gelir, çalışır. Onun için ümit de lazım, korku da lazım.
Akıllı insan ölümden sonrası için hazırlanır, çalışır. Ama bütün ömür boyu ne kadar çalışsak, Allah’ın bize verdiği nimetler eğer ücretli, parayla satın alınacak bir şey olsaydı, çok çalışmamıza rağmen Allah’ın nimetlerini satın alamazdık. Bir tanesine bile paramız yetmezdi. Nasıl deniz kenarında kocaman bir köşk olsa, herkes beğeniyor ama “Nerede... Benim bunu alacak kadar param yok.” diyor. Denizde bir yat görse, Akdeniz’e, Ege’ye giden, mavi yolculuklar yapan çok lüks bir gemi görse ağzının suyu akar, beğenir ama “Benim bunu alacak, çalıştıracak, sahip olacak param yok!” der. Parası yetmediği için sadece beğenmekle kalır. Allah’ın nimetleri de öyle, onları ödeyemeyiz.
Mesela bir göz nimeti ücretle, paralı olsaydı görmemizin ücretini nasıl ödeyecektik? Yani bir saat bağlasalardı, elektriğin/cereyanın ölçüldüğü gibi, her gördükçe hesap işleseydi, bir aylık görme, işitme faturası ne kadar gelirdi?
Görmenin, işitmenin, konuşmanın, sıhhatin sağladığı sonsuz faydalar, akıl nimeti, sonsuz nimetler... Bunların hepsi faturaya binseydi, saati takılsaydı, ücreti olsaydı, insanlar bunların ne tesis masrafını ödeyebilirlerdi, ne de hizmet, idâme masrafını ödeyebilirlerdi. Ama Allahu Teâlâ hazretleri lütfuyla, keremiyle bizim yaptığımız ibadetlerin azlığına bakmıyor, lütfedip, kullar eğer ibadetleri güzel yaparsa, o zaman affediveriyor, cennetine dahil ediveriyor. Yine de kişinin iyi niyetini ortaya koyması lazım.
İnsan öldü mü defteri dürülür. Melekler artık “Bu kişi öldü.” diye defteri kapatırlar. O zamana kadar neler işlemişse onlar yazılı kalır. Ama herkeste böyle değil. Arkasında devam eden birtakım âdetler bırakmışsa, bir çığır açmışsa... Kötü bir çığır açmışsa, o kötülük âdet olmuşsa, herkes onun icat ettiği o kötülüğü o ölse bile yapmaya devam ediyorsa; filanca adamın açtığı yol, çığır, âdet; herkes bunu bayram, festival, âdet edinmiş, o çılgınlığı, o kötülüğü, o kepazeliği yapıyor. O kötülüğü yapanların hepsinin günahlarının bir misli, o çığırı açana verilmeye devam eder. Ölse bile kurtulmaz. Onun için kötü çığır açmamaya çalışmak lazım! İyi çığır açanların da, o iyi çığırda, iyi yolda yürüyenlerin, o âdetleri yapanların hepsinin kazandığı sevaplar kadar sevap -ölse bile- defterine yazılmaya devam eder. Demek ki iyi şeyleri yapmaya da gayret etmek lazım.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinden müjdeli bazı hadîs-i şerîfler rivayet edilmiştir. O hadîs-i şerîflerde, öldüğü halde bazı insanların sevaplarının yazılmaya devam edeceği müjdeleniyor. Mesela hadis alimi İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyuruluyor;
إذا مات الإنسان انقطع عمله إلا من ثلاث : صدقة جارية أو علم ينتفع به ، أو ولد صالح يدعو له
İzâ mâtel-insânu inkataa ameluhû illâ min selâsin: Sadakatün câriyetün ev ilmin yüntefau bihî ev veledin sâlihin yed’û lehû.
İzâ mâtel-insânu. “İnsan öldüğü zaman.” İnkataa ameluhû. “Onun işi kesilir, biter.” Sevaplarının işlenmesi durdu, günahlarının işlenmesi durdu. İcraatı kopar, kesilir, biter. İllâ min selâsin. “Ancak üç kimsenin devam eder, kesilmez, kopmaz, bitmez.”
Kimdir bu sevapları veya günahları, icraatı kesilmeyen insanlar?
Sadakatün câriyetün. “Arkasında sadaka-i câriye bırakmış olan bir insanın defterine sevaplar gelmeye devam eder.”
Sadaka-i câriye ne demek?
Yani cârî sadaka. Sevabı, faydası, işlerliği devam eden ve ondan birçok insanın hâlâ istifade ettiği hayırlı işe sadaka-i câriye derler. Mesela adam sağlığında çeşme yaptırmışsa, o çeşmeden su içildikçe, o sudan istifade edildikçe -cârî oluyor, sadaka, hayrı devam ediyor- onun sevabı kesilmez. O sudan istifade edildikçe, hayvanlar, kuşlar içtikçe, bir şey yıkandıkça, tarlalar sulandıkça, o suyu getiren kimsenin sevapları yazılır durur, öldüğü halde... Veyahut köprü yaptırmışsa mesela, üstünden geçen insanlar, “Oh çok şükür, derenin üstünden geçtik, bu olmasaydı karşıya geçemezdik... Islanırdık veya kayık tutmak gerekirdi. İşte bak buradan geçiyoruz, ne güzel. Bunu yaptırandan Allah razı olsun!” [dedikçe] köprüyü yaptıran hayır sahibinin defterine sevaplar yazılmaya devam eder. Bunun gibi. Veyahut bir ağaç dikmiştir, diktiği bu ağacın meyveleri vardır. Birileri onları yedikçe... Vakıf zeytin, vakıf elma, vakıf armut, vakıf ceviz ağacı, dut ağacı... Kuşlar bile yese, insanlar yese, başka hayvanlar yese; elmalar yere düşmüş, geçen koyunlar onu yedi, yine sevap yazılır. Kuyu açmış, kuyudan istifade edildikçe sevap yazılır. Mektep yaptırmış, içinde okundukça sevap yazılır. Cami yaptırmış, içinde namaz kılındıkça sevap yazılır durur kişilere...
Demek ki cârî hayırlar, sadakalar, yani hayatta olan, yıkılmamış olan, devam etmekte olan hayırlardan o hayrın sahibine sevap gelir durur. Öldüğü halde işi bitmez, sevap kazanması devam eder.
Ev ilmin yüntefau bihî. “Veyahut da geride herkesin istifade ettiği bir bilgi, bir eser, bir kitap bırakmış olan kimsenin sevapları kesilmez.”
Bu ilim nasıl olabilir?
Ya mübarek bir alimdir, araştırması, incelemesi vardır, bir kitap yazmıştır; o kitap okundukça kendisine sevap yazılır. Hadis, tefsir, tasavvuf, ahlâk, akâid, fıkıh kitabı yazmış... Veya “Ağaç nasıl dikilir?” veyahut “Şu hastalıktan nasıl kurtulunur?” gibi arkasında faydalanılan bir bilgi bırakan kişinin de defteri kapatılmaz, sevap kazanmaya devam eder.
Ev veledin sâlihin yed’û lehû. “Ya da arkasında kendisine dua eden hayırlı bir evlat bırakan kimsenin defteri kapanmaz.”
Salih evlat, kendisi ibadet ediyor, namazın niyazın arkasından “Yâ Rabbi, anama babama rahmeyle, affeyle, mağfiret eyle.” diye dua ediyor. O babanın da sevabı devam eder. Hem çocuk ibadet ettiği için sevap kazanır hem de babasına dua ettiği için babası da kendisine dua eden o evladı sayesinde sevap kazanmaya devam eder.
Evlat kendisinin değil, mesela çoluk çocuğu olmamış adamcağızın, hiç evladı yok ama camide mahallenin çocuklarını okutmuş, Kur’an okumayı, namaz kılmayı, dinî ilimleri, ahlâkı, dürüstlüğü, doğru sözlülüğü öğretmiş... Tamam, o da onun mânevî evladıdır; o da iyi insan oldu mu onun sevabı yine onu yetiştiren hocaya gelir.
Mürşid-i kâmiller, evliyâullah, insanları mânevî bakımdan terbiye eden, mârifetullaha erdiren, ahlâkını güzelleştiren, nefsini terbiye eden büyük evliyâullah, mürşid-i kâmiller de talebelerinden, müridlerinden sevabı alır. Onlar zikir yaptıkça, hayır yaptıkça, güzel ahlâklı oldukça, tatlı dilli oldukça, insanları mutlu edecek hayırlar yaptıkça mürşid-i kâmillerinin, şeyhlerinin defterine sevap yazılmaya devam eder durur. Evladın ille kendi sulbünden, kendi zürriyetinden has evlat olması mecburiyeti yoktur; talebe de olur, mürid de olur. O zaman insan yine sevap kazanmaya devam eder.
İşte Hocamız Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh Efendimiz hazretleri için o zamana kadar hazırladığımız hatimleri, duaları, zikirleri, tesbihleri Hocamız’ın ruhuna hediye ediyoruz.
Kardeşlerimizden bazısı 70 bin kelime-i tevhîd çekiyor, kimisi bir hatim indiriyor, kimisi şu kadar İhlâs-ı şerîf okuyor.
Tabii bunlardan çok çok sevaplar gelir ve o sevaplar, o vefat eden mübarek zâtın ruhuna vâsıl olur. Onun derecesi artar, kabrinde nuru ziyadeleşir, makamı yükselir, memnun olur.
Tabii, sadece kendisi salih bir insansa kendisi memnun olur, kabri nurlanır, ışıldar, ruhu şâd olur, kabri genişler, makamı artar... Ama kendilerine hediye edilen kimseler bir de evliyâullahsa, yani Allah’ın mübarek, sevgili kulları ise o zaman hediye edenlere de onlar karşılık verirler. Yani vefat etmiştir ama evliyâullaha Allah selâhiyet verdiğinden onların himmetleri, “himmet” dediğimiz mânevî faydaları, lütufları kendilerine iyilik eden kimselere nâil olur, vâsıl olur.
Mesela [Mehmed Zahid] Hocamızla ilgili birkaç hususu anlatarak konuyu biraz derinleştireyim, kardeşlerimiz bilsinler:
Düzce’de bir camide namaz kılmıştık yıllar önce... O caminin imamı da rahmetullahi aleyh Bolulu Şeyh Muhiddin Efendi’nin müridlerindenmiş, halifelerindenmiş. Kendisi anlattı. Bir başka şeyhin müridi ama o şeyh ile bizim Hocamız rahmetullahi aleyh çok iyi muhabbetleri, ziyaretleşmeleri vardı, ikisi de mübarek insan olarak... Bu Muhiddin Efendi’nin ihvânı, halifesi olan hoca efendi Hocamız’ı tanıdığı için, İzmir’den de bir arkadaşını yanına almış, “İstanbul’a gittiğimiz zaman Mehmed Zahid Kotku Efendi hazretlerinin kabrini de ziyaret edelim.” demiş.
Süleymaniye’de, cennet-mekân Kanûnî Sultan Süleyman’ın türbesinin yakınında Hocamız’ın kabri... Türbesinin girişinde, sol tarafta Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendimiz’in muhterem valide hanımla beraber kabirleri var. Oradan biraz daha ileri gidince de sıra sıra Gümüşhaneli Dergâhı’nın şeyhlerinin kabirleri var. O arada Hocamız’ın kabri var. Orada kabir taşları yazılı, işaretleri belli...
Ziyaret etmişler. Hocamız’ın müridi değil ama Hocamız’a muhabbet eden başka bir şeyhin müridi... Hocamız’ı ziyaret etmişler, ayrılmışlar. “Ayrıldıktan sonra -kendisi anlatıyor Düzceli hoca efendi- ertesi gün geceleyin rüyamda Mehmed Zahid Kotku hazretlerini gördüm, bana teşekkür etti.” diyor.
Bak, evliyâullah kendisini ziyaret etti diye, rüyasına girip ziyaret eden kimseye memnun olacağı şekilde iltifat buyuruyor.
“Tabii ben buna çok sevindim.” diyor. “Demek ki hakiki evliyâ böyle oluyor.” diye sevinmiş. Sabahleyin beraber ziyaret ettiği arkadaşına rüyayı anlatmış:
“Mehmed Zahid Kotku Efendi hazretlerini dün ziyaret etmiştik ya, gece rüyama geldi mübarek, bana teşekkür etti. Demek ki ziyaretimiz kabul oldu. Evliyâullah büyüklerin sevgisi böyle fayda veriyor demek ki...” deyince, öteki arkadaşı da elini dizine vurmuş:
“Yahu Allah Allah, benim de rüyama geldi, ben de rüyada gördüm, bana da teşekkür etti.” demiş.
Tesadüf değil, görüyorsunuz mânevî bir şey, kesin bir olay... Kendisini ziyaret etti diye her iki zâta da rüyasında teşekkür ediyor. Demek ki ruhlar âleminde kendisinin serbestliği olduğundan kabrini ziyaret edenlere böyle iltifat buyuruyor.
Başka bir şeyi anlatayım: [Mehmed Zahid] Hocamız’ın, kendisine, hanımına, çocuğuna iltifat ettiği bir aile vardı. Bunlar biraz zengin bir aile idi. Hocamızla beraber evlerine gittiğimiz zaman gördüm. Çok lüks bir yerde, Boğaz’a nâzır, Boğaz Köprüsü gören, manzaralı güzel bir evleri vardı. Evlerinin her odasında bir televizyon vardı. Televizyonun çok az olduğu zamanda evlerinde dokuz kadar televizyon saymıştım. Salonda, mutfakta, banyoda, çocuk odasında, öbür odada, beriki odada... Pek çok televizyonu vardı. Demek ki parası var ki o kadar alabiliyor. Her yere televizyon koymuş.
Tabii o aileyi anlatmak için söylüyorum. Mesela erkeğin parmaklarında altın yüzükler vardı. Halbuki İslâm’da erkek altın yüzük takmaz. Demek ki onu bilmiyor o kardeşimiz, o bey, o evin efendisi... Sonra salona girince şaşırdım çünkü bir köşesinde “bar Amerikan” vardı. İçinde çeşit çeşit içkilerin olduğu bir bölme, tezgâh vardı. Şaşırdım ve biraz da Müslümanlığım dolayısıyla garipsedim. Hatta “Hocamız niye böyle bir kimseyle ahbaplık ediyor?” diye de düşündüm. Ama sebebi varmış, sonradan inceleyince anladım.
Bu kardeşlerimiz, İbrahim Hakkı-i Erzurûmî hazretlerinin şeyhi İsmail-i Fakîrullah hazretleri ile akrabalarmış. Demek ki o sülaledeki asâletten dolayı Hocamız onları seviyor, onları ziyaret ediyor. İşin bir yönü bu…
Bu evin beyi kardeşimiz bana anlattı. Hocamız vefat edince bir camiye gitmiş. Bakmış ki imamın çok güzel sesi var, güzel Kur’ân-ı Kerîm okuyor. Onun yanına varmış, demiş ki;
“Benim bir hocam vardı, vefat etti. Ben onu çok seviyordum. Sen onun için bir hatim indirir misin, Allah rızası için okur musun?”
“Okurum.” demiş hafız.
“Ama şartım var benim...”
“Nedir şartın?”
“Ben her sabah geleceğim, sen okuyacaksın, ben de Kur’ân-ı Kerîm’den takip edeceğim. Böylece karşılıklı dinleyeceğiz.” demiş.
Anlaşmışlar. Bu anlatılan usulle hatimi indirmişler. “Çok garip bir şey oldu. Hatmin indirildiği, duasının yapılacağı gün cami mübarek kadınlarla, cemaatle doldu. Ben hayret ettim. O kadar kalabalık değilken o cami, o gün özel olarak büyük bir kalabalık, izdiham oldu. Şaşırdım.” diyor.
Demek ki mânevî bir şeyler var işin içinde... Hocamız’a hatim indirildiği için olduğu anlaşılıyor.
Sonra hatim duası yapmışlar, hatm-i şerîfi Hocamız’a hediye etmişler. Sevdiğinden, sesini beğendiğinden, Hocamız’a da hatim indirdi diye hoca efendiyi almış, bir güzel lokantaya götürmüş, güzel bir ziyafet çekmiş. Hediyesini vermiş vesaire...
“O gece rüya gördüm.” diyor, “Rüyamda büyük bir yalçın dağın önünde insanlar kuyruk olmuşlar, bir mağaraya giriliyormuş. Ben de o kuyruğun en arkasına gidiyorum. Bir de baktım kuyruğun en ön sırasına geçivermişim. Nasıl olduğunu anlayamadım rüyada... En arkaya girdiğim halde en öne geçivermişim. Hemen içeri girdim. Dağın içinde, büyük, yüksek tavanlı güzel bir mağara var. Bir de baktım ki [Mehmed Zahid] Hocamız bir kenarda oturuyor. Yanında iki kişi daha var, onları tanıyamıyorum, onlar da mübarek kimseler. Tabii ben çok memnun oldum Hocamız’ı görünce, halbuki vefat etmişti. Sarıldım. Hayatta iken beni hiç öyle selamlamamıştı, kucaklamamıştı. Güzelce birbirimize sarıldık, kucaklaştık.” diyor.
Çok memnun olduğu için;
“Efendim, çok memnun kaldım, buraya her zaman geleceğim.” demiş.
Hocamız da gülerek;
“Buraya her zaman insanı almazlar, gelemezsin.” demiş.
Kuyruğun en arkasındayken en öne geçmek ne demek?
Hocamız’ın muhiblerinin arasına sonradan katıldığından en arkada oluyor kuyrukta... Fakat Hocamız’ın ruhuna hatim indirdiği için Hocamız iltifat etmiş olduğundan ön sıralara geçmiş oluyor. “İşte ben ona hatim indirdim diye böylece keramet gösterdi, iltifat eyledi, rüyama girdi, göründü.” diyor. Bu ikinci...
Üç olsun diye bir tane daha söyleyelim. Hani salih insanların hatıralarının anıldığı da iyi oluyor. O anıldığı yere de gökten nur iner, diye de biliyoruz.
Medine-i Münevvere’de bizim Mustafa kardeşimiz var. O hacca geldikleri zaman [Mehmed Zahid] Hocamız’a hizmet etmiş, evinde misafir etmiş. Ondan sonra da Hocamız, biraz hastalanmış bir vaziyette Türkiye’ye dönmüş. Türkiye’ye döndükten sonra bir hafta kadar kalmıştı 1980 yılında... Bir perşembe gelmişti, öteki perşembe öğle üzeri ruhunu teslim edip âhirete irtihal eylemişti. Mekânı cennet olsun, makamı yüksek olsun...
Görüşmüş oldukları kimse -bir hafta, kaç gün önce ise- vedalaşıp İstanbul’a döndüğü için durumu bilmiyor Medine’den. “Gece rüyamda Hocamız’ı gördüm.” diyor, “Mustafa, artık ben gidiyorum, hadi Allah’a ısmarladık!” demiş, bir güzel vedalaşmış.
Mustafa kardeşimiz uyanınca ailesine demiş ki;
“Hocamız galiba vefat etti.”
“Nereden anladın?”
“Çünkü rüyama girdi, bana, ‘Allah’a ısmarladık, hadi artık ben gidiyorum!’ dedi, teşekkür etti, ayrıldı.” demiş.
Hakikaten o gün telefon açmışlar, Hocamız’ın vefat haberini almışlar. Aynı şekilde vedalaştığı iki kişiyi daha hatırlıyorum; “Rüyamızda Hocamız geldi, ‘Allah’a ısmarladık.’ dedi. Sonra tahkik ettik ki o gün vefat etmiş.” diye bir iki kişiden daha duydum. Demek ki evliyâullah vefat ettiği halde, kişilerin rüyalarına girip onlara iltifat, himmet edebiliyorlar.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi de sevdiği kulları zümresine dahil eylesin...
Bir de, hakikaten sevdiği kulları var. Peygamberleri seviyor, sevmiş, peygamber seçmiş kendisine... Ondan sonra salih kulları, mutî kulları seviyor... İyiliksever, merhametli, başkalarının hizmetine koşan, onlara iyilik yapan kulları seviyor... Âbid, zâhid, salih kulları seviyor. Namaz kılanları, oruç tutanları, tesbih çekenleri seviyor Allahu Teâlâ hazretleri...
Bizi de, sevdiği güzel işleri, ibadetleri, kullukları yapmaya muvaffak eylesin. Bizi de sevdiği kullarının sevgisine, iltifatına, teveccühüne nâil eylesin. Bizi de hüsn-ü hâtimeler ile güzel bir şekilde âhirete mü’min-i kâmiller olarak göçenlerden eylesin. Kabri cennet bahçesi olanlardan eylesin. Kabirden kalktıktan sonra da peygamberlerle, sıddîklarla, şehitlerle, salihlerle beraber olmayı nasip eylesin. Mahşer yerinde Peygamber Efendimiz’in hamd sancağı altında onlarla beraber toplanmayı nasip eylesin. Mahşer gününün tehlikelerine, sıkıntılarına, dehşetlerine, azaplarına, korkularına uğramadan, hesaba çekilip terlemeden bi-gayri hisâb cennete girenlerden eylesin. Cennet içre bizi o sevgili, mübarek kullarına, o evliyâullahına komşu eylesin. Cemaliyle müşerref eylesin. Rıdvân-ı ekberine vâsıl eylesin. Evlatlarımızı da, sevdiklerimizi de böyle salih kullar eylesin...
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Mübarek cuma gününde hepinize dünya ve âhiretin hayırlarını dilerim. İki cihanda aziz ve bahtiyar olun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!