Hutbeleri son derece celâlli olurdu ben hayret ederdim.
"Bu kadar halim selim, bu kadar sevimli, bu kadar sempatik, bu kadar tatlı bir insan minberde niye böyle aslan gibi, kaplan gibi kükrüyor, niye bu kadar sert oluyor?" diye hayret ederdim. Sonradan hadîs-i şerîfleri okuyunca öğrendim; Peygamber Efendimiz hazretleri de minberde öyle celâlli imiş. Demek ki o sünneti uyguluyor.
Çok nefis hutbeleri olurdu ve kâğıt kullanmazdı. Âyetleri, hadisleri, vaaz vereceği şeyleri kendisi ezberinde tutup söylerdi. Kâğıt kullanarak, okuyarak hutbe îrâd etmezdi. Son derece muhteşem hutbeleri olurdu.
Ali Rıza Sağman diye İmam-Hatip Okulu'nda hocalık yapmış meşhur bir hoca var. Birisine Hocamız'ı anlatırken; "Bilhassa hutbeleri tüyler ürpertici idi." diyor.
Kendisi fevkalâde mütevâzi bir insandı. Kendisine bir tavır, edâ, bir poz, bir makam vermezdi. Çok yumuşak bir tarzda, "Ben âciz kardeşiniz..." diye hitap ederdi.
Arkadaşların birisine hitabı neyse, aynen onu kullanırdı.
Mesela arkadaşlar bir üniversite hocasına "Osman Abi!" diyorsa, o da, "Osman Abi!" derdi. Halbuki Osman, onun çocuğu yaşında ama "Osman Abi!" derdi. Halkın verdiği ünvanı kullanırdı. Fakat şurası çok kesin: Her günü, her sözü keramet idi. Kerametleri zahir ve bâhir, şeksiz süphesiz bir hakiki velî idi.
Birisini ele almak istedi mi, onu mutlaka adam ederdi. Bir zengin amcayı hatırlıyorum. Çok negatif bir amca idi. Hocamız onu ele aldı, öyle mükemmel bir mü'min hâline getirdi ki ben hayret ederdim. Sırf ona ders verdi. Oturdu bir kişiye ders verdi. Onu çok faydalı bir insan eyledi.
Birisini ele aldı mı bırakmazdı.
Son derece vefâlı bir kimse idi. İhvanı ve ihvanın özel meselelerini çok iyi takip ederdi.
Maraş'ta bir olay olmuşsa, bana İstanbul'dan telefon ederdi.
"Es'ad git Maraş'a!.. Filanca kimse vefat etmiş, başsağlığı dileyiver." derdi.
Müslümanların kardeşliğinin icabı neyse, onu çok güzel yapardı. O takibine, o vefâsına çok hayret ederdim.
Evde latifeci bir insandı. Hadîs-i şerîflerden Peygamber Efendimiz'in de evde hanımlarıyla, çoluk çocuğu ile latifeci olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla o hâli de tam sünnet-i seniyeye uygundu.
Çok cömert bir insandı. Verdiği zaman verdiği miktarlara, "Bu kadar da bol verilir mi?" diye içimden itiraz ederdim; öyle bol verirdi. Verdiği zaman çok fazla verirdi. Doyurucu tarzda veririsi. Verdi mi ihyâ ederdi. Peygamber Efendimiz'in de öyle olduğunu biliyoruz.
Sofrasında ekseriyetle misafir olurdu. Misafirsiz yemek yemezdi. Camide, gelen kimselere bakar, sonra arkadaşlara işaret eder, "Filancayı, filancayı içeri çağır!" derdi. Yemek yedirirdi.
Biz de daha kendisiyle bir damatlık alakamız yokken, çok defalar sofrasında yemek yemişizdir. Ben utanırdım, gitmek istemezdim ama hasseten beni içeriye çağırttırırdı.
Böyle sofrası misafirliydi. Bu da Hz. İbrahim'in âdetidir. İbrahim aleyhisselam hiç misafirsiz yemek yemezmiş; onun âdetini devam ettirirdi.
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet ederdi. Geceleyin seher vaktinde mutlaka uyanıktı. Ayrıca, sabah namazından sonra işrak vaktine kadar camide bulunma sünnetini de, ben Hocam'dan öğrendim. O zamana kadar başkasında görmemiştim.
Biliyorsunuz Peygamber Efendimiz'in âdetiydi, severdi. Kendisi sabah namazından sonra camide otururdu. Peygamber Efendimiz eğer cihad gibi, cenaze gibi, hasta ziyareti gibi mühim bir şey yoksa camide oturmayı severdi. İşrak namazı kılardı. Bunun çok sevap olduğunu hadîs-i şerîflerden biliyoruz.
Bu sünneti ben Hocamız'da gördüm. Başka hiç bir camide görmemiştim. Sonra, Anadolu seyahatlerimde bir de Urfa Dergâh Camii'nde gördüm. Aynen bizim okuduğumuz evrâdı okuyorlar. Tahmin ediyorum o da Hâlidiye kolunun âdeti olarak, oradan geliyor.
Pek çok alim ve din adamı tanıdım. Bunları şöyle düşünüyorum. Hocamızın haliyle, onların halini yanyana getiriyorum. O'na benzeyeni yok. O kadar güzel insanlar tanıdım hocamız gibisi ona benzeyeni yok.
O ariflerin, o zarif insanların arasında çok daha başka arif, zarif, kamil bir kimseydi. Çok daha tatlı ve güzel bir kimseydi, çok hoş bir insandı.
Şöyle söyleyeyim -benim yakınım olduğu için şirin görünmek durumunu değil- Ben Ankara'da bir evde oturuyordum. Hocamız rahmetullahi aleyh kızının evi olması dolayısıyla bizim haneyi teşrif ettiler. Bizim ev sahibimiz de Ankara'nın yerlisi bir hacı amcaydı. Hanımı da Ankara'nın Çubuk ilçesinin köylerinden temiz bir kimseydi. Kamburu çıkmış ev sahibi dedenin yaşlı hanımı, Anadolu temizliğiyle, sâfiyetiliğiyle "kimdi o güzel adam" diye soruyor. Güzel kelimesini kullanıyor. Konya'ya, Ankara'ya, Kütahya'ya camiye gittiğimiz zaman; namaz kılıp çıkarken benim ilgili oldu mu anlayıp halktan birileri yanıma gelir "kimdir bu zatı muhterem" diye sorarlardı.
Muhterem bir kişi olduğu görünüşünden derhal belli olurdu ve yüzünün güzelliği de derhal etki uyandırdı.
Bedenen çok heybetliydi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek evlatlarından, sülalesinden Kafkasya tarafından Nuha tarafından gelmiş. Şu anda Azerbaycan'da bulunan bir şehir -Şeki diye adlandırılıyor- oradan gelmiş. O heybet vardı.
Şeyh Şamil'in resimlerine baktığınız zaman o kalpağıyla görünen heybet gibi bir heybeti vardı. Bizim bakanlık yapmış bir kardeşimiz diyor ki ;
"çok kereler Hocamız'ın o heybeti karşısında ben de hayret ediyordum ve yanına varıyordum. Yanında dururken omuzu ile omuzumu mukayese ediyordum. Boy bakımından aynıyız ama o heybetli görünüyordu"
Hocamızın manevi bir heybeti vardı ve yüzü çok güzeldi. Güzeller güzeli bir yüzü vardı. Siması çok tatlıydı. Hakikaten yarışma olsa seçilecek hoş görünüşlü kimseydi. Ahlakı çok güzeldi. Biz kitaplarda, hadis-i şeriflerde ahlakın güzel olduğunu okuyoruz. Bütün ilahiyat fakültelerinin hocaları bilirler ama; ahlakın güzel olduğunu bilmek ve okumak başka, ahlakın güzel olduğunu bizzat göstermek, yaşamak, onu vurgulamak çok daha başka. İkisi de anlatılmaz derecede farklı şeyler.
Hocamız çok sağlam bir ahlaka sahipti. Ahlakına hayran olmamak mümkün değildi. Bir kere çok cömertti. Yanına yaklaşan, kendisi ile yakınlığı olan, ziyaretine gelen her insana muhakkak cömertliğinin eseri ulaşırdı. Mutlaka bir ikramı olurdu.
Mânevi bakımdan manevi alametlerinin çok yüksek olduğunu biliyoruz. Herkes hocasını çok iyi bilecek -tasavvufta buda böyle bir esastır- iyi bilecek ki feyz alsın. Çok müstesna yüksek bir makamı olduğunu bir takım olaylardan, karşılaştırmalardan, ziyaretlerden, rüyalardan biliyoruz. İncelemek imkanı oluyor.
O kadar yüksek makamına rağmen son derece mütevazi idi. O kadar tatlı kelimelerle tevâzunu, samimî bir tarzda ifade ederdi ki o tevazuna bir kere aşık olurdunuz. Son derece sevgi dolu bir insandı. Sevgi verirdi sevgi görürdü. Bilirsiniz; mutlaka sevgi karşılıklıdır diye söyleniyor. Son derece sabırlıydı. Etrafında ki tecrübesiz insanların; O'nun makamına, mekanına, şanına uygun olmayan davranışlarına ve karşılaştığı olaylara karşı son derece metin kale gibi sağlamdı.
Sahildeki dalgaların, yalçın kayalıklara gelip geriye dağıldığı gibi olayların karşısında öyle metin, sabırlı hali vardı.
Çok ketûm idi. Sırları etrafa fâş etmezdi. Kendisinin manevi kemalâtınıda; çok büyük bir ustalıkla ketmederdi, belli etmezdi, saklardı. Hiçbir şey yokmuş gibi gösterirdi. Güneş balçıkla sıvanmadığından O ne kadar acizliğini, nacizliğini ifade etse de insanlar O'nun ne kadar yüksek olduğunu anlarlardı.
Manevi yönden her sözü hikmetliydi. Boşuna söz söylemediğini anlardınız ve o sözün birisi için olduğunu bilirdi.
Aaa bu söz bana diye o işareti alır, ona göre kendisinde bir hata varsa düzeltirdi.
Her davranışı bir kerametti. Keramet denilen şeyi ben hocamızın çevresinde yaşarken gördüm. Tabii görmediği için görmeyen bir insanın bu işlerie içinin kâni olmamasını -uygun olmasa bile- ben anlıyorum.
Madem ki çok büyük alimler böyle bir şey var diye buyurmuş, madem ki Kur'an-ı Kerim'de ki bazı olaylar kerametin misali o zaman kabul etmesi lazım.
"Evet öyle ama" diyorlar yine de bir insanın keramet sahibi olduğuna inanamıyorlar. İnanma kabiliyetleri olmayınca duyduklarını içine sindirememiş oluyorlar.
Hocamız'ın yanında olan insanlar her an bir keramet ile karşılaşırlardı, karşılaşırdık. Ben halefiyim, vekiliyim, damadıyım ama benim dışımda ihvanımızdan kime sorulsa kaç tane başından geçmiş hadiseyi anlatır.
Mesela biz hacca gideceğiz Suriye'de kaç arabayız. Bir şehirde bir doktoru arayacağız. Telefonunu bilmiyoruz, adresini bilmiyoruz. İstiyoruz ki o doktorla buluşalım. Çünkü yolda dinleneceğiz, hocamız dinlenecek, ondan sonra hacc yoluna devam edeceğiz. Onunla dönen bir kavşakta, cadde üzerinde -nereye müracaat etsek diye düşünürken- karşılaşıvevirdik. Birden karşımıza çıkıveren -zuhurat dediğimiz- olaylar ile çok karşılaşırdık.
Âlemi İslam'da hâlâ hatırası aramızda. Hatta günlük gazetelerde taptaze, capcanlı, dipdiri gönüllerde yaşıyor. İlgi ile, sevgi ile saygı ile yâd ediliyor
Dünyanın dört cihet ve yedi kıtasında hatırası anılıyor. Çok az insana nasip olan bir güzel durum. Ruhu pâkine -sadece sene-i devriyelerinde değil- her gün, her vesileyle dualar ediliyor. Hatimler, sureler, tesbihler, tehlilat, salavat-ı selamlar, zikirler gönderilip duruyor. Çünkü yetiştirdiği talebeleri; öğrettiği güzel ibadetlerin yapılması esnasında dualarda ismini geçiyor. Her an kabri pâkine sevaplar gönderiliyor. Nurlar yağıyor, makamı âlâ oluyor, nuru ve süruru ziyade oluyor.
Hocamıza; dünyanın birçok yerinde, hâlen Mehmet Zahid Kotku Camiisi diye camiler -O'nun adına- açılmakta. Caddelere ismi verilmekte. Ruhu pâkine hediye olsun diye hayır olarak çeşmeler yapılmakta, bahçeler düzenlenmekte. Avustralya gibi uzak bir kıta bile İngilizler canan'dır diye anıyorlar. Yani alt tarafı olan bir yer. 24 saat havada uçup öyle gidiyorsunuz. Elhamdülillah orada dahi, muhtelif şehirlerde Hocamız nâmına bizler dergahlar, mescitler açtık.
Mesela; Sidneyde'ki oyunlar dolayısıyla - uluslararası idman karşılaşmaları dolayısıyla- herkesin bildiği bir yer. Orada Hocamız'ın Kotku Dergahı var. Açan kardeşlerimizden, vesile olanlardan Allah razı olsun. Dubbo denilen bir iç şehirde -şirin, temiz, güzel havalı bir şehir- O'nun namına Kotku Camisi var.
Brisbane diye Türk kardeşlerimizin çok gittiği çalıştığı tarım, meyve, sebze üretim şehrinde Hocamız'ın adına bir camisi var. Birisban'ın en büyük camisi diyebileceğimiz sekiz dönüm arazi içerisinde, çamların arasında camisi var. Daha daha niceleri inşallah açılacak. Çünkü ben şöyle düşünüyorum; bir talebenin hocasına yapacağı en güzel hizmet, O'nun ruhuna sevabı daima gitsin diye onun namına bir sadaka-i cariye tesis etmektir. Tabii bu arada İstanbul'daki, Ankara'daki Kotku Camilerini saymıyorum. Allah razı olsun Çamlıca'da, Ayrancı'da, başka yerlerde kardeşlerimizin yaptırdığı güzel bir Kotku Camiisi var.Tabii bu camilerde namazlar kılındıkça, ibadetler edildikçe Hocamız'ın adı anıldıkça ruhuna sevaplar gidiyor. Ayrıca evradı şerifesini sabahları ihvanımız her yerde okuyorlar. Duası yapılırken hocamız anılıyor, hatimler indirilince ruhuna hediyeler gönderiliyor. Böylece sadaka-i cariye dediğimiz -istifade edilen ve müessese haline gelmiş hayırlar; cami, mektep, çeşme, koru, bahçe, ağaçlık gibi şeyler- onlar hizmete devam ettikçe, bunlardan insanlar, kuşlar, kelebekler, hayvanlar, sincaplar istifade ettikçe sevap devamlı gidiyor. Bir defada biten sadaka değil de -sadakayı cariye cereyan eden devam etmekte olan sadakalar Hocamız'ın ruhuna gönderiliyor. Kabrine nurlar yağıyor
Gerçek Müslümanlık onlarda evliyaullah da. Herkes gerçek müslümanı bulamıyor, göremiyor. Elhamdülillah -ben aciz, naçiz kardeşiniz ve benim emsalim, ihvanı mız- böyle bir zât-ı tanıdık.
Çok profesörler tanıdım. Çok ünvanları şişirilmiş insanlar bilirim. Bilmem kimlere bilmem kimlere kadar... Pek çoğunu bilirim. Onlar da beni bilir. Yurt dışından başka kimseler de bilirim.
Kayınpederim olduğu için hocam olduğu için söylemiyorum. Özlediğiniz zaman, istediğiniz zaman; iyi bir müslüman görsem diye, tam bir müslüman görsem, dört dörtlük, yüzde yüz, sâfi, taptaze bir müslüman görsem dediğiniz zaman bu işin ne kadar zor olduğunu anlarsınız. Öyle insanların ne kadar az olduğunu anlarsınız aziz ve muhterem kardeşlerim.
Peygamber Efendimizin müjdesi var. Salih kimseleri sevmemiz lazım! Sevmek için anlatmaklazım! Ya göreceksin seveceksin
Ya da görmeyince ballandıra ballandıra birisi anlatacak da, sende ağzını şapırdatcaksın
Öyle bir insandı. Yanında durulmaya doyulmayan bir insandı. Yüzüne bakılmaya doyulmayan bir insandı. Sohbetinin tadına doyulmazdı. Hutbede konuştuğu zaman tüylerimiz ürperirdi, başımızı kaldıramazdık. Hutbede öyle heybetliydi ki sanki islam ordularının başkomutanı gibiydi. Kağıt mağıt olmaz da elinde. Kağıt mat olmadan irticalen -hemen o anda- öyle konuşurdu. Mest olurduk, mahvolurduk, erirdik, mum gibi erirdik, herkes erirdi.
Ali Rıza Sağman vardı meşhur Sağman tecvidini yazan -sesi güzel, hafız nir zat. Allah rahmet eylesin- ziyaretine gitmiştik de ben;
"Mehmet Zahid Efendi'nin damadıyım" dediğimde ilk söylediği "mübareğin hutbeleri ne celâlli olurdu, ne kadar haşmetli, ne kadar tesirli olurdu" dedi.
Sonradan okudum ki kitaplarda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de hutbelerde öyleymiş. Hutbesinde de tam Rasulullah gibi. Diyebilirim ki takva yolunun sultanıydı kesin! Diyebilirim ki asrımızda sünneti seniyyeyenin ihyâ edicisi idi. Çünkü unutulmuştu pek çok sünnetler. Biz ondan gördük.
Peki sünneti ihya etmenin mükafatı nedir?
Ümmetin bozulduğu zaman da bir sünneti ihya edene şehit sevabı veriliyor.Hocamız çok sünnetleri ihyâ etmiştir.
Tasavvuf yolunun sultanı idi. Tasavvuf; İslam'ın özüdür. Tasavvuf İslam'ın yaşanmasıdır. İlmi kâl -laf ebeliği-değildir. İlmi hâl, hâlini müslüman yapmaktır. Hocamız işte bunu öğretti bize. Yolun büyüğüydü.
Sünneti ihya eden, islamı yaşayan ve yaşayarak başkalarına öğreten hakiki bir mürebbi, hakiki bir eğitici ve yetiştirici. Kısaca böyle anlatabilirim.
Hocamız sünnetin ihyacısıydı. Sünneti uygulardı ve icra ederdi. Giyimi, kuşamı hiç böyle şeye benzemezdi. Sünneti ihya ediciydi. Dünyayı terk etmiş bir insan da değildi. Bu çok önemli! Çünkü Peygamber Efendimiz böyle yapmadı. Peygamber Efendimiz devlet kurdu. Kurmadı mı? Kurdu!
Elçi göndermedi mi? Gönderdi! Elçi kabul etmedi mi? Kabul etti! Medine'nin çarşısına, pazarına -Medine'nin anayasası diye- kanun koymadı mı? İçimizden erbabı bilir. Hocamız değil Türkiye'nin; Balkanların en büyük fabrikasını bize kurdurdu. Gümüş motor fabrikası diye.
"Hocam böyle bir fabrika bilmiyoruz biz"
"bilirsiniz bilirsiniz... Sonra elimizden aldılar da pancar motor dediler. Şimdi bildiniz mi? Şimdi herkes biliyor. Çünkü pancar motor hâlâ tarlalarda. Bu poto poto poto.. Böyle böyle sulama işlerinde hâlâ kullanılıyor. İşte o fabrikayı hocamız kurdu Ben konuşmalarını hatırlarım. O fabrikanın kurulması için Hocamızın huzurunda yapılan toplantıları hatırlarım.
Değil Türkiye'nin Balkanlar'ın en büyük motor fabrikası o. Zaten Arap aleminde motor fabrikası falan yok. Suriye'de, Irak da, Suud'da yok. En büyük motor fabrikasını Hocamız kurdurtdu. Hâlâ hizmet görüyor ama bizim elimizden çıktı. Hocamız sanayiciydi. Hocamızın yetiştirdiği insanlar, Türkiye'nin sanayisini ve bugünkü hâle gelmesinde, bugün dışarı ihracat yapan -kötü yöneticiler olmazsa gölge etmeseler- dünyanın sayılı develtlerinden birisi olacak. Türkiye'nin bugünkü hâle gelmesin de çok büyük payı olan bir insandı. Din adamı ama öyle! Din adamı ama sanayici. Gidip de fabrikayı kendisi mi açtı. Hayır! Yönlendirdi, konuştu, emretti yaptırttı, destekledi. Himaye etti, besledi, korudu sonra da hata yaptıkları zaman hatalarını da söyledi.
Ama Müslümanlar Türkiye'nin idaresinde, sizin de hakkınız var ne demek diye o işin içine soktu. O zamana kadar yoktu böyle bir şey. Hocamızın dini tarafı, dünyevi tarafı her şeyi; tam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine uygun tarzdaydı.
Bizim ufkumuzu uluslararası açtı. Eskiden evden camiye, camiden eve Türkiye'nin 50 yıl önceki durumları. Gelişmeler benim gözümün önüne geliyor. Hocamız bizi Pakistanlılarla buluşturdu, tanıştırdı. Suriyelilerle tanıştırdı. Suriye'den, Şam'dan bir sürü ihvanımız varmış. Halep müftüsü Hocamız'ın halifelerinden. Mısır'dan, Cezayir'den,Tunus'tan, Sudan'dan pek çok yerlerden Amerika'dan, İngiltere'den, Afrika'nın Komor adalarından ziyaretçiler gelirdi. Hocamız bizi oralarla cihanşumûl bir cemaat haline getirdi. İçine kapalı, kendi halinde adı sanı duyulmayan bir şey değil. Uluslararası, dünya çapında bir şey oldu. Pakistan'dan bilirler, İngiltere'den överler, Amerika'da ruhuna Fatihalar gönderirler. Hoca dediğin böyle olur derler öyle bir insandı.
Şiir; Mevlana Celaleddin-i Rumi'den tam hocamızın vefat ettiği takvim yaprağına denk geldi. Arkadaşlarımız bilirler. Bilenlere de bir hatırlama olsun. Farsçasını da okuyacağım.
Be-rûz-i mörg çü tâbûti men revân bâşed
Güman meber ki merâ derd-i în cihân bâşed
Vefatım gününde, benim tabutum yürürken sen sakın şüphe etme ki benim içimde şu dünyanın derdi var. Ben bu dünyanın gamını çekiyorum sanma.
-Hani insan, bu dünyadan ayrılırken daha güzel bir yere gidince arkasına dönüp mü bakar. Benim tabutum yürürken sen sakın öyle bir tereddüte düşme ki ben bu dünyanın telaşındayım. Bu dünyadan ayrılıyorum, üzülüyorum filan gibi bir şey hatıra gelmesin-
Berâ-yi men megırî vü megû: Diriğ, diriğ
Bedûğ-u dîv der üfti dirîğ ân bâşed
Benim için ağlama, gözyaşı dökme.
Benim vefatımı, tabutumu görünce; sakın yazık yazık deyip durma. Eğer şeytanın tuzağına düşersen asıl yazık o zaman olur. Yoksa insan şu fani alemden kalkıp da bâki ahirete gidince yazık denmez. Şeytanın tuzağına düşünce yazık denir.
Cenâze-em çü bebînî megû: Firâk, firâk!
Merâ visâl ü mülâkât ân zaman bâşed
Benim cenazemi gördüğün zaman içinden el-firak el-firak deme. Çünkü benim için kavuşmak ve mülakat o zaman olacak. Rabbime kavuşacağım. Ne diye ayrılık diyorsun.
Merâ begûr sipârî megû: Vedâ, vedâ
Ki gûr perde-i cem'iyyet-i cinân bâşed
Beni kabrime yerleştirdiğin zaman sakın elveda elveda deme. Çünkü kabir cennet topluluğunun perdesidir. O perdeden öbür tarafa geçti mi;
El mü'minüne lâ yemûtün be'l yenkılüne min dârin ilâ dâr
Mü'min için bir evden başka bir eve geçiştir.
Fürû şuden çü bidîdî ber âmeden biniger
Gurûb-i şems-ü kamer râ çirâ ziyân bâşed
Aşağı düşmeyi gördün, batmayı gördün yükselmeyi de bir gör. Güneşin ve ayın batmasından onlara ne zararı var. Bu taraftan batar, öbür tarafta doğar. Senin için akşam oluyor, guruptan güneş batıyor ama; alemin öbür tarafı için güneş doğuyor. Ay ve güney öyle. Bir taraftan batıyor gibi görünüyor öbür tarafa doğum oluyor. Sen de gece olurken öbür tarafın sabahı oluyor. Ne güzel güneşe benzetiyor.
Turâ gurub nümâyed velî şurûk büved
Lahd çü habs nümâyed hâlâs-ı cân bâşed
Sana batma gibi görünür ama aslında o doğmadır. Öbür aleme doğmadır. Lahit de -insanın konulduğu kabirde- hapis gibi görünür ama canın kurtuluş yeridir. Can asıl bu kafeste hapistir.
Küdâm dâne fürû reft der zemîn ki nürüst
Çirâ bedâne -i insânet in gümân bâşed
Hangi dâne ki toprağa düştü de yeniden bitmedi. İnsan dânesi için niye telaş ediyorsun. Bu da bir başka aleme -yere konulan tohumun büyüyüp bittiği gibi- o da öbür tarafa tekrar bir başka hayata başlıyor.
Küdâm delv fürû reft ü pür birûn nâmed
Zi çâh Yusuf-i cân râ çirâ figân bâşed
Hangi kova ki; kuyuya aşağıya sarktı da dopdolu çıkmadı. Kuyu için can Yusuf'una niye feryat figan olsun. Malum Yusuf Aleyhisselam'ı kuyuya bıraktılar ama ondan sonra oradan çıktı, Mısır'a sultan oldu. Yusuf neden kuyudan telaş etsin sonunda sultanlık var.
Dehân çü bestî ez în sûy ân taraf begüşa
Ki hây ü hûy-i tû der cevv-i lâ mekân bâşed
Buradan ağzını kapattığın zaman öbür tarafta aç. Çünkü artık lâ mekan alemine geçiyorsun diye bu şiir var.
Hani biz bir şeyi anlatacağımız zaman atasözü söyleriz. Darb-ı mesel irâd ederiz, öylece anlatıveririz. Mevlana Celâleddin-i Rumi'nin şiiri oraya tevafuken, keramet olarak gelmiş. O, bize ağlama çünkü daha güzel bir yere gidiyorum diye bir teselli. Onu görünce hakikaten müteselli olduk.