Kurban, teslimiyeti ve teslimiyetin kazandırdığı güzellikleri hatırlatıyor. İlahî takdirlere ya sabır ya da şükürle karşılık vermek, yani teslimiyet sahibi olmak, mü'min bir insanın en özel vasfıdır.
Peygamber Efendimiz (SAS.) bir hadis-i şeriflerinde, şöyle buyurmaktadır;
“Hayret edilir mü'minin haline. Üzücü bir olayla karşılaşsa sabreder kazanır, sevindirici bir olayla karşılaşsa şükreder yine kazanır. Yani mümin bu özel vasfı sayesinde her olayı hakkında hayra çevirebilir. Böylece tevekkül ve teslimiyeti ona hep kazandırır, hiç kaybettirmez.” ( Müslim, Zühd, 64)
Lokman Hekim de, mü’minin bu halini şu cümlelerle izah eder;
“Nasıl madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri çıkarsa, Allah’ın sevdiği kulları da, maruz kaldıkları musibetleri sabır ve tevekkülle karşılayarak, günahlardan arınmış saf kullar haline gelirler...”
Doğru yolun tek sahibi olan Yüce Allah (C.C.) Kuran’da, sonsuz güzellik yurdu cennete kavuşmanın, salih amellerle mümkün olacağını bildirmiştir. Salih amellerde bulunmak ve cennete layık bir ruh güzelliğine sahip olabilmek ise kuşkusuz güçlü bir imana bağlıdır. İmanın olgunluğa erişmesi de teslimiyetli üstün bir ahlaka…
Göklerin ve yerin nuru olan Yüce Allah’a duyulan güven ve teslimiyet, iman edenlerin hayatları boyunca yaşadıkları büyük bir konfordur aslında. Müminler, her olayın Allah’ın kontrolünde gerçekleştiğini bilirler. Bu yüzden olsa gerek, hiçbir olay karşısında sıkıntı, üzüntü ya da yılgınlık hissetmezler. Zira teslimiyet sahibi kullar, Bakara suresindeki şu ayet-i kerimeyi, en güzel şekilde idrak etmişlerdir;
“…Olur ki (bazen) hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur ve hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olur. (Hayırlı ve doğru olanı) Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara: 216)
“Allah’a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzab: 3)
Bu hüküm gereği bize düşen tek şey, Allah’a teslim olmaktır. Zaten İslam kelimesi de, boyun eğen ve teslim olan manasını taşımaktadır…
Yüce Allah’a teslim olmak, “(Gerçek anlamda) inananlar, ancak o kimselerdir ki Allah’ın adı anıldığı zaman yürekleri titrer, O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman, (bu) onların iman (nur)larını artırır (kuvvetlendirir). Ve (her işlerinde) ancak Rablerine güvenirler.” (Enfal: 2) ayetiyle bildirildiği gibi, imani olgunluğa erişmenin sırrı ve anahtarıdır.
Bu olgunluğa erişen bir mümin; her insanın Rabbimiz’e muhtaç olduğunu bilip, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını ve her işi bir kader ile yarattığını anlayarak, kendi bedenini ve ruhunu Allah’a emanet eder ve O’na teslim olur…
Hayat yoluna çıkmış bir insan, yürümek için dur durak bilmeden adımlarını atmaya başlar. Her adımıyla farklı şeyler öğrenir, öğrendikleri de insanın ruh hallerini oluşturur ve kalbini şekillendirir. Hayat yolculuğuna bu şekilde çıkmış bir insanın öğrenmesi gereken en önemli şey de kalbin sahibinin Cenab-ı Hak (C.C.) olduğudur. Zira hayatımızı anlamlı kılan ve hayattan lezzet almamızı sağlayan şey, kalptir. Kalp, kâinatı gören gizli bir penceredir. Buna mukabil, her şeyle alakadar olduğundan çok çabuk bozulma ihtimali vardır. Dolayısıyla, muhafazası da bir o kadar meşakkatlidir. Muhafaza edilen bir kalp, mana erlerinin ifadesiyle; “teslimiyet duygusuyla bezenmiş” demektir.
Kalbin geldiği en güzel makam olan teslimiyeti ise Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail’in hayatlarında görerek öğrenmek, mümkündür...
Yüce Allah, Hz. İbrahim’i teslimiyet vasfıyla övmüş ve mübarek Kur’an’da, buyruklarına karşı kayıtsız teslimiyetinden bahsetmiştir.
“İyilik ederek/işi güzel ve doğru yaparak kendini, Allah’a teslim eden ve İbrahim’in ‘Allah’ı birleyen dinine’ uyan kimseden, din bakımından daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa: 125)
“Hani Rabbin, İbrahim’i birtakım kelimelerle (emirlerle) sınamış, o da onları hakkıyla yerine getirmişti. (Allah da ona:) “Ben, seni insanlara imam (önder) yapacağım.” buyurdu. İbrahim de: “Soyumdan da (önderler yap ya Rabbi!)” dedi. O da: “Benim ahdim, (nübüvvet sözüm, onların içinden) zalim olanlara erişmez (onları içermez).” buyurdu.” (Bakara: 124)
O, iman hakikatlerini duyurma uğruna ateşe atılmayla karşı karşıya kaldığında, Allah’ın takdirine boyun eğerek tam bir teslimiyet göstermiştir. Gördüğü bir rüya sonrasında biricik evlâdını Allah için kurban etmesi talep edildiğinde de, yine bütün varlığıyla O’na teslim olmuştur.
Hz. İbrahim, eşi ve evladını Safa ile Merve dağı arasında bıraktığı vakit, çöl ortasında kalan Hz. Hacer’in, yüreğinden kopup gelen sözler; “Öyleyse, Rabbim bizi zayi etmez…” olmuştu.
Aynı anda, canlarını Rabbine teslim eden Hz. İbrahim’in dilinden ise, şu dua yükselmiştir:
“Ey Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin mukaddes evin (olan Beytullah’ın) yanında, ekinsiz (çorak) bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı ikâme etsinler (orada diye böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve onları (çeşitli) meyveler ile rızıklandır ki sana şükretsinler.” (İbrahim: 37)
Eş ve evladı aşarak Rabb’ini bulan bir gönül, ne kaybeder ki? Hz. Hacer’in gönlü de çoktan Rabb’ini bulmuş ve ötelere gitmişti bile. Değil mi ki emir Cenab-ı Hak’tan gelmişti, elbette O, kendisini ve evladını zayi etmezdi…
Hz. Hacer bunu bilerek, Safa ve Merve dağı arasında koşuyordu. Hızlıca koşuyordu. Bir yanda İsmail’i, bir yanda umutlarıyla koşuyordu. Bir, iki, üç derken adımları daha da hızlanıyor, her adımında Rabb’ine olan özleminin sancısıyla koşuyordu. Aynı zamanda evladına olan annelik görevini yapabilmek için de, tüm gücünü harcıyordu. Bu güzide insan, ümitle yüzünü Mevla’sına dönerek koşuyor ve kendisinden asırlar sonra gelecek olan günümüz insanlarına, adeta sabır ve tevekkülün dersini veriyordu.
O gün anne ve evladına, sonsuz teslimiyetlerinin ikramı olarak sunulan zemzem, toprağın altından fışkırıp aşkla yeryüzüne kavuşurken; Hz. Hacer’de zorluğun ardından kolaylığa, feraha ve şükre kavuşuyordu...
Hz. İbrahim ve ailesi için, teslimiyet kapısı bir kez daha aralanır.
Bu kez İbrahim Aleyhisselam, rüyasında, oğlu Hz İsmail’i (a.s.) kurban etmekle emrolunur. Hz. İbrahim, sonsuz bir sadakat duygusuyla, Mina’ya doğru yola koyulur. Hadise, İbrahim suresinde şöyle anlatılır;
“Artık o (İsmail) beraberinde (işe) koşma çağına erişince (babası): “Ey yavrucuğum! Doğrusu ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum; artık (düşün) bak, ne dersin?” dedi. (Oğlu:) “Ey babacığım! Emredildiğin şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” dedi. Böylece ikisi de (Allah’ın emrine) teslim olunca (İbrahim) onu şakağı üzerine yatırdı.” (İbrahim: 102 -103)
Bu imtihan gününde, Rabb’ine gönülden bağlı olan Hz İsmail (a.s.), billur sular gibi serinletici cümleler söylüyordu;
“Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın. Lakin yüzünü benden çevir, başka yöne bak. Bu apaçık imtihana karşı sabret. Allah’a şükredenlerden ol. Anneme döndüğün zaman, benden ona selam söyle Ona sabrı ve teslimiyeti tavsiye et!”
İbrahim Peygamber’e ateşin serin ve selamet olması gibi, bıçak da Hz. İsmail’e müşfik ve selamet olmuş, Cenab-ı Hak indinde Halilullah ve oğlunun sadakati, kalpleri mesrur eden şu ilahi nida ile mükâfatlandırılmıştır;
“Biz ona (şöyle) seslendik: “Ey İbrahim!”
“Gerçekten rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.”
“Hakikaten bu, apaçık imtihanın ta kendisidir.”
“(Oğluna karşılık) ona büyük bir kurbanlık (koç) fidye verdik.”
“Sonraki (gelen)ler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık (ki sonrakilerce:)”
“İbrahim’e selam olsun.” (denilmektir.)
“İşte iyi hareket edenleri biz böyle mükâfatlandırırız.” (Sâffât: 104 – 110)
Bu nidanın ardından, cennetten bir koç gönderilir ve İsmail Peygamber’in yerine kurban edilir. İtaatin güzelliğini ve Hakk’ın emrine teslim olmanın yüceliğini, kalplere damla damla akıtan bu hadiseye dönüp bakan Müminler ise, kendilerini ayakta tutan iman cevherini bir kez daha idrak etmişlerdir…
DOSYA: Kurban; İbrahimî itaat ve İsmailî bir teslimiyettir
© İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.