Ortak değerlerimizi canlı tutan geleneklerimizden biridir aşure. Aşureyi pişirme, dağıtma, paylaşma…
Muharrem ayının 10. günüdür, o paylaşma günü. Hakkında çeşitli rivayetler ve izahlar vardır. Ancak Resulullah Efendimizden gelen pek çok rivayet arasında Abdullah ibni Abbas dan gelen bir hadis şöyle nakledilir:
"Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Ramazandan sonra hiçbir günün diğerinden (daha) faziletli olduğunu araştırmazdı! Ancak Âşure günü hariç!”
Anadolu halkının dilinden nakledilen tarifi ve tarifler…
Şöyle der Anadolu insanı:
Tufan senesinde Nuh aleyhisselam ve yanındakiler sefere çıkmışlar. Gemi 150 gün boyunca azgın dalgalarla mücadele etmiş. Bir süre sonra sular, yavaş yavaş çekilmeye başlamış. Dünyadaki bütün insanlar ve canlılar ölmüş ama Nuh (a.s.)'ın gemisindeki canlılar yeni bir dünya kurmak için karaya çıkacaklarmış. Karaya çıkmadan önce gemideki bütün yiyecekleri karıştırmış ve bir yemek yapmışlar. Bugün hâlâ insanlar bu yemeği yiyorlar ama şimdi bir yemek değil, bir tatlı. Bu tatlının adı da: Aşure.
Aşure pişirilmesi Nuh Peygamber'in sünneti olarak da herkes tarafından kabul edilmiş. Ekseriya hayır sevenler aşure pişirip halka ve bilhassa fukaraya dağıtmak için imaretler ve vakıflar kurmuşlar. İlk halini bilemiyoruz ama geleneklerimizden nakledilen aşureye bir nevi tatlı, yemişli bir çorba diyebiliriz.
Anadolu geleneğinde Aşure günü biri matem diğeri kutlama olmak üzere iki şekilde yer alır. Kameri takvime göre Muharrem ilk aydır. Yevm-i âşûra denilen aşure günü ise bu ayın onuncu günüdür. Aşure, Muharrem ayı ile o kadar özdeşleşmiştir ki Muharrem ayı "aşure ayı" olarak da isimlendirilmiştir. Bu gelenek belli tarihlerde İmam Hüseyin’e bir saygı olarak gözetilmekle birlikte, Muharrem yeni yıl veya o güne hasredilen önemli olayların kutlaması olarak devam etmiştir.
Osmanlı Devleti'nde her yıl muharrem ayında aşure pişirilmesi hem toplum hem de devlet nezdinde uygulanan önemli bir gelenekti. Her yıl başta saray olmak üzere tekke ve zâviyeler dahil, Mekteb-i tıbbiyede, âsâkir-i şâhânede, Hz. Hüseyin’in Haleb’de bulunan makam-ı (meşhed) şeriflerinde ve elbette evlerde mersiye-i şerife okunup dualar yapılarak aşureler pişirilmiş ve halka ikram edilmiştir.
Anadolu'da verilen farklı isimler
Aşureye Anadolu’da muhtelif isimler verilmiştir. Mesela Gaziantep’te “şirinli şora” veya “şirinli çorba”, Kilis’te “aşır”, Çorum yöresinde “pekmezli hedik”, Sivas yöresinde “pekmezli hedik” veya “üzümlü çorba” denilmiştir.
Aşurenin içine konan malzemeler farklılıklar gösterir. Evlerde büyük helvahane veya kuzu kazanı içinde hazırlanan aşure ocaktan indirilince evin en yaşlısı kazanı kanştırıp bir Yasin-i şerif ve Mülk suresi okur, kazanın ağzına kalaylı bir tepsi, bunun üstüne de beyaz bir örtü örtülür, aşurenin demlenmesi tamamlanınca tepsi alınır, evin en büyüğünden en küçüğüne sıra ile tas tas ikram edilirdi. Herkes salavat getirdikten sonra yer, Daha sonra aşure kaselere boşaltılır üstlerine şam fıstığı, çam fıstığı, kuş üzümü, mevsimi ise bir miktar nar tanesi serpilerek kapaklan kapatılır, her birinde birer çift kase olmak üzere süslü tepsiler konur, tepsilerin üstü beyaz örtü ile bağlanarak kibar ahbaplara gönderilirdi. Getiren adama bahşiş verilip kaplar iade edilirdi. Geri kalanı büyük kaselerle yakın ahbap ve kornşulara dağıtılır. Kaselerin yıkanmadan geri verilmesi ayıp sayıldığından güzelce yıkanıp, çeşitli çerezlerle doldurulur, iade edilirdi.
Tarihte aşure pişirme gelenekleri
Aşure pişirilmesi ve yenilmesi tasavvufun sembolik izahları ile de süslüdür. Mesela aşure içine konan her malzemenin (buğday, nohut, kuru fasulye, mısır,yeşil mercimek, az pişmiş pirinç, bulgur, ceviz, badem, incir, karanfil, zemzem suyu gibi) Allah’ın isimlerine işaret ettiği düşünülürdü. Bu anlayış nedeniyledir ki, aşurenin bir zerresi dahi yere düşürülmemiş ve zayi edilmezdi. Hatta bir şifa besini ve manevi bir ilaç gibi kabul edilirdi. Aşureler yalnız halka dağıtılmaz saraya ve saraylılara da gönderilirdi. Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda Kadîrîhane’den merasim ile yollanan aşureyi beklediği, mabeyncisine, “aşuremiz nerde kaldı?” diye sabırsızlıkla sorduğu rivayet edilmektedir.
Topkapı Sarayı’nda üç çeşit aşure pişirilmiştir: Büyük Mutfak’ta ballı aşure pişirilir, bu aşure sarayın dış halkına, kozbekçiler, zülüflü baltacılar, teberdar, bostancılar ve şehir halkından saray kapısına gelenlere dağıtılırdı. Helvahanede pişirilen şekerli aşure enderun-u hümayunun zülüflü ağalarına ve saray iç oğlanlarına dağıtılırdı. Kuşhane mutfağındaysa, içerisine süzme misk katılan aşure pişirilirdi.
Devlet görevlilerine ve din alimlerine kase ve testilerle gönderilmiş aşureler boşaltılır, aynı kaplara kuruyemiş, şekerleme gibi yiyecekler koyarak iade edilirdi. Hanedan mensupları, paşa ve vezir gibi en yüksek tabaka ise, aşureyi birbirlerine hediye olarak kabul edilebilecek değerli porselen yahut aşurelik adı verilen küçük testilerde gönderirdi. Muharremiyelikler Göksu deresinin çamurundan mamuldü.
Şehzadebaşı Külliyesi tabhanesinde barınan veya Anadolu’dan gelen âmâların Muharrem ayının ikinci ve üçüncü haftaları buyunca sokaklarda dolaşarak aşure goygoyculuğu yaptığı ve aşure malzemesi toplar ve bu malzemelerle aşure pişirildiği rivayet edilir.
Anadolu halkları, yükledikleri zıt anlamlarla da olsa aşure gününde birlik içinde olmayı yüzlerce yıldır başarmış, konu komşuya, fakire zengine dağıttıkları aşurelerle hüzün ve sevinçlerini paylaşmayı bilmişlerdir.