Tevhid usulünün yaşanan, Allah’ın en seçkin elçisi Muhammed-i Mustafa (SAS)’da vücut bulan ilkelerini anlattığımız yedinci bölümden sonra tevhide gönül verenlerin sınavları ile devam ediyoruz.
8. Bölüm
Tevhide gönül verenler büyük sınavlar vermekteydi. İslam’ın gittikçe daha fazla kimse tarafından benimsenmesini kendilerine yediremeyen müşrikler zayıfları ve fakirleri gözlerine kestirmişti. Ammar b. Yasir (RA)’in gözlerinin önünde anne ve babası şehit düşmüştü. İslam’ın ilk şehitleri onlar olmuştu. Yasir (RA)’ den diliyle tevhidi inkar etmesi istenmişti. Gönlü imanla dolu olduğu halde dilinden dökülen bu sözler onu fazlasıyla üzmüştü. Hayati zorluk karşısında kalan Müslümanlara da bir kolaylık ve bir taktik sunan ayet bunun üzerine inmişti:
“Kalbi imanla (tevhid ile) huzur bulmuşken, (dinden dönmeye) zorlananın dışında, kim imanından sonra Allah’ı inkâr eder veya (emirlerini kabul etmeyip) gönlünü küfre/kâfirliğe açarsa, Allah’tan onların üzerine (büyük) bir gazap vardır; en büyük azap da onlar içindir!” (Nahl, 16/106).
Müşriklerin eli giderek bizzat Muhammed’e (SAS) de uzanmaya başladı. Yollarına dikenler serpildi. Kapısının önüne kötü kokulu hayvan artıkları bırakıldı. Kâbe’de secdeye vardığında sırtına hayvan pisliği döküldü…
Hz. Muhammed’in (SAS) uğradığı alay, hakaret, işkence ve suikastler siyer kitaplarında uzun sayfalar kaplamaktaydı. Tüm bunlar karşısında Muhammed’i (SAS) Kur’ân-ı Kerîm teselli ediyor ve göreve devam etmek için cesaretlendiriyordu.
“(Ey Resûlüm!) Hiç kuşkusuz, senden önceki peygamberlerle de alay edildi. (Fakat) onlarla alay edenleri, alay ettikleri şeyler kuşat(ıp mahvet)ti.” (En’âm 6/10)
“O halde (Resûlüm! İslam hükümlerinin tesisinde, eziyetlere diğer) peygamberlerin azim (sabır) sahibi olup sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar için (azap konusunda) acele etme! Onlar tehdit edildikleri (azapları)nı gördükleri gün, (dünyada) sanki gündüzün bir saatinden başka kalmamış gibi olurlar. Bu bir tebliğdir. Bundan sonra artık yoldan çıkan (fâsık)lar topluluğundan başkası helak edilir mi?” (Ahkâf 46/35)
“Sakın, (seni ibadet ve taatten menedene korkup) boyun eğme; (Allah’a) secde et ve (böylece başkalarına kulluktan kurtulup O’na) yaklaş. (Alak, 96/19) Secde ve kulluk mümini Allah’a yaklaştırırdı.
Müslümanların sayısı her geçen gün artıyordu. “Rabbimiz Allah” diyenler çoğalıyordu. Müşrikler yeni bir yol düşündüler, karar verdiler: Müslümanlarla her türlü ilişki kesilecekti...
Peygamber’in (SAS) sülalesi Haşimoğulları kendi hallerine terk edilecekti. Açlığa ve yalnızlığa mahkûm edilecekti. Bu açıkça, siyasî, ticarî, sosyal ve ekonomik bir ablukaydı... Anlaştılar. Anlaşma maddelerini yazarak Kâbe duvarına astılar... Haşimoğulları’nın lideri Peygamber (SAS)’in amcası Ebû Tâlib’ti. Mekke’de onun oturduğu mahalleye “Şi’b’i Ebû Tâlib” denirdi. Şi’b’i Ebû Tâlib abluka dönemi boyunca Müslümanların sığınağı olmuştu. Muhammed (SAS) Erkâm’ın evinden, müminlerin yanına taşındı. Amcası Ebû Tâlib de Müslümanlarla beraberdi... “Yeğenini, düşmanlarına teslim etti”, dedirtemezdi... Bir başka amcası Ebû Leheb ise, müşriklerle beraberdi.
Mekke dönemi zorlukları
Binbir güçlük, binbir sıkıntı ile tam üç yıl geçti... Müşrikler hem boykotu hem de kendi aralarındaki anlaşmanın uygulanmasını sıkı sıkı takip ediyorlardı. Müslümanlar ise yiyecek-içecek sıkıntısı çekiyordu. Kaynaklar onların açlıktan, ağaç yapraklarını yediklerini bildiriyordu. Çocukların iniltileri ta mahalle dışından işitiliyordu... Neticede akrabalık gayretleri galeyâna geldi. Boykot, birkaç kişi tarafından kırıldı.
Zaten bir güve Kâbe duvarındaki anlaşma metnini “Allah’ın adıyla” kelimesi hariç, delik deşik etmiş, kemirmişti... Müslümanlar bunalmıştı. Ama yenilenler yine müşrikler olmuştu. Ablukadan kurtuluşun sevinci çok sürmedi. Ebû Tâlib ve Hz. Hatice (RA) peşi sıra vefat etti... Muhammed (AS) bu iki destekçisinin kaybından fevkalade üzüldü. Bu yıl gerçekten “Âmû’l-hüzn”dü, üzüntü doluydu...
Taif’te İnsaf Arayışı
Ebû Tâlib’in ölümünden sonra Haşimoğullarının başına diğer amcası Ebû Leheb geçmişti. Hani hakkında ayet inen, iki eli kuruyacak olan Ebû Leheb. (Tebbet, 111/1) Yeğenini himaye etmek, koruyup kollamak yerine “Toplum dışı” ilân etti. Şimdi davet için bir başka yer, bir başka yurt gerekmekteydi...
Hz. Peygamber (SAS), Mekke’ye iki günlük mesafedeki Taif’i gözüne kestirdi. Taif’in o günkü yöneticileri Abdi Yalil Oğulları, annesi tarafından Hz. Peygamber’e (SAS) akrabalığı olan kimselerdi. Kim bilir belki söz dinlerlerdi... Üstelik Hz. Peygamber’in (SAS) amcası Abbas’ın da Taifliler üzerinde saygınlığı yüksekti. Onlara borç para verirdi. Gitti, Taif liderleriyle görüştü. Onları İslâm’a ve Mekkelilere karşı kendisine yardımcı olmaya davet etti. Biri kaba ve sert, diğerleri alaylı sözlerle teklifi reddettiler ve Hz. Peygamber’den (SAS) hemen Taif’i terk etmesini istediler. Bununla da yetinmediler, halkı galeyana getirdiler. Taşlar ve sopalarla peşinden koşanlar Allah’ın elçisini yaraladılar... Hz. Peygamber (SAS) binbir güçlükle kendisini Mekkelilere ait bir bahçeye, bir hurma ağacı altına attı, canını kurtardı.
Güçlükten sonra kolaylık, uyanık Addas
Henüz birkaç dakika geçmişti ki, bahçıvan Addas, elinde bir tabak üzümle çıkageldi: “Buyur ye” dedi. Peygamber (SAS) “Bismillah” diyerek yedi. Bu söz Addas’ın dikkatini çekti. Şimdiye kadar kimseden böyle bir söz duymamıştı. Hayretini gizleyemedi: “Bu sözü buralılar söylemez, bilmezler de,” deyiverdi.
Hz. Peygamber (SAS): “Nerelisin sen, hangi dindensin?” dedi. Addas: “Ninovalıyım, Hristiyanım” cevabını verdi. Hz. Peygamber (SAS): “Demek sen salih insan Yûnus b. Metta’nın (AS) hemşerisisin,” dedi.
Addas iyice şaşırmıştı. “Sen Yûnus’u nereden biliyorsun?” dedi. Peygamber (SAS): “O benim kardeşimdir. Çünkü o, bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!” cevabını verdi.
Addas kalktı, Hz. Peygamber’in (SAS) eline ayağına sarıldı. Her güçlükten sonra bir kolaylık vardı. Addas artık pırıl pırıl bir Müslümandı. Hz. Peygamber’in (SAS) hayatında en olumsuz şartlar altında daima bir zafer ışığı parlardı... Addas, soranlara Müslümanlığını şöyle açıkladı: “O bana bir söz söyledi ki onu ancak bir peygamber bilebilirdi. Yeryüzünde ondan daha hayırlı birini görmedim, ben beni bileli.” (İbn Hişâm, Sîre, II, 62-63) Ne var ki herkes Addas değildi.
Resûlullah’ın Arzuhâli
Hz. Peygamber (SAS) biraz kendine geldikten sonra iki rekat namaz kıldı, ellerini açıp Rabbine şöyle sığındı, halini arz etti: “Allah’ım: Güçsüz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikayet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sensin zayıf düşenlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim! Beni kime bıraktın? Senden uzak olan ve beni gördükçe suratını asan kimselere mi? İşimi eline verdiğim düşmana mı? Allah’ım! Aldırmam çektiklerime; yeter ki uğradığım senin gazabın olmasın. Fakat, Senin af ve mağfiretin, benim için, gazabından daha geniş ve engindir... Allah’ım, gazabına uğramaktan, rahmetinden uzak kalmaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan ilâhî nuruna sığınırım. Rızanı dilerim. Güç de kuvvet de senindir, senin elindedir!”(İbn Hişâm, Sîre, II, 61-62)
Bu, Hz. Yakup misali (Yusuf, 12/86) hüznünü ve umudunu Allah’a arz edişti. Bu, peygamberce bir dertlenişti... Bu, cevabı gecikmeyecek samimi bir yakarış, içten bir yalvarıştı...
Hz. Aişe Vâlidemiz bir defasında Resûlullah’a sormuştu: “Uhud savaşından daha fazla daraldığın bir gün oldu mu?” diye. “Ey Âişe, hayatımda Kureyş’in sebep olduğu sayısız zorluklarla karşılaştım. Fakat Akabe günü karşılaştığım durum hepsinden zordu.
(Şöyle olmuştu): Ben Kureyş’den gördüğüm baskı üzerine Taif’e gitmiş, korunmamı İbnu Abdi Yâlil’e teklif etmiştim, yanaşmadı. Ben de üzüntülü bir halde Mekke’ye dönmüştüm. İşte bu dönüş esnasında “Karnı seâlîb” mevkiine gelince başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, bir bulutun beni gölgelendirdiğini gördüm. Buluta dikkatlice tekrar baktığımda içinde Cebrail’in bulunduğunu fark ettim.
Cebrail bana: “Yâ Muhammed, Allah, kavminin dediklerini işitti. Seni korumaktan çekindiklerini gördü. Allah sana şu dağlar meleğini gönderdi, emrindedir. Kavmin hakkında ne yapılmasını dilersen, emredebilirsin.” dedi.
Bunun üzerine dağlar meleği, seslenip bana selâm verdi ve sonra: “Yâ Muhammed, Cebrail doğru söyledi. Ne emredersen, yerine getirmeye hazırım ben. Eğer (Ebû Kubeys ve Kayakan denilen) şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine (çökerek) birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri topluca ezmesini) istersen (onu da emret)!” dedi.
Ben şöyle cevap verdim:
“(Hayır ben bunu istemem). Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnızca Allah’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi eş-ortak koşmayan tevhide gönül vermiş bir nesil getirmesini dilerim!”
(Buharî, Bed’ul’-halk, 7, Buhârî, Sahîh, 4/83, Müslim, 3/1420-1421)
Bu ne yücelikti?.. Bu ne dilekti!.. Evet işte bunu ancak bir peygamber, Hz. Muhammed (SAS) yapabilirdi...
Hedef, Müslüman, tevhid ehli bir nesildi... O da hiç şüphesiz mevcut müşriklerden gelecekti... Ve o nesil geldiği gün tevhid yükselecekti...
Şimdi, Müslümanların mutluluğuna, huzuruna, selametine; müşriklerin doğru yola ermesine dua etmek değerli ve gerekliydi...
Ancak durum hâlâ vahimdi. Öylesine vahimdi ki Hz. Peygamber bu yolculuğundan dönüşte memleketi Mekke’ye ancak eman isteyerek, birilerinin koruması altında girebilmişti. Çünkü onu amcası Ebû Leheb, “istenmeyen adam” ilân etmişti... Çaresiz, Mekke ve çevresi, kaderine terk edilecekti...
Şimdi artık ilâhî bir tesellî ve görülmemiş güzel bir tecelli ihtiyacı hissedilmekteydi.
“Allah hakkıyla bilen”, “hüküm ve hikmet sahibi” idi. (Tevbe, 9/15)
◀️ 7. Bölüm: Peygamber Efendimiz ve Tevhid İlkeleri
▶️ 9. Bölüm: Mirac Mucizesi, Akabe ve Hicret Hazırlıkları