İslâmiyet’in zekât, sadaka gibi dini birtakım sosyal yardımlaşma ahlâkıyla şekillenen ecdadımızın tesis ettiği toplumsal dayanışma yapılanmaları dikkat çekici önemi hâizdir.
Mahalle halkının birbirine karşı maddî manevî sorumluluğu, esnafın oluşturduğu orta sandıkları ile maddî olarak zor duruma düşene destek olması, çocuğun daha ana karnındayken bir birey olarak haklarının olması, anne ve babanın ölümü ya da çocuğa bakamayacak olduğu durumlarda geliştirilen tebennî (geçici evlatlık) sistemi, boşanma durumunda kadın ve çocuğa nafaka bağlanması ve devletin kontrolü altına alınmaları, iş yapamayacak durumda olan yaşlılar için gerektiğinde yaşlının talebi üzerine çocuklarından nafaka talebinde bulunabilmesi, vakıflar yoluyla yoksullara yardım edilmesi ecdadımızın tesis ettiği toplumsal dayanışma yapılanmalarına örnek sayılabilir.
Geleneksel mahalle ahlâkına göre halk birbirine karşı sorumlu olup sosyal bir dayanışma içinde yaşamıştır. Mahalleli çevresinde olup bitenden hayra hizmet etmek üzere haberdâr, sorumlu ve duyarlıdır.
Mahalle halkının birbirine karşı sorumluluğu vakıf geleneğiyle de örtüşerek dikkat çekici bir hâl almıştır. Hayır sahiplerinin kurduğu bu vakıflardan, ihtiyaç sahibi kimseler, dul ve yetimler, fakir ulema, sâlih ve fakir Müslümanlar, hâkimin seçtiği muhtaç kimseler yararlanmıştır.
Bu tür kişiler bazen vakfedilmiş bir evde kira ödemeden oturmuşlar, barınma sebebiyle dilencilik etmekten kurtarılmış veya ilgili bir vakıftan elbise, giyecek, eğitim yardımı alarak asgari ihtiyaçlarını insanî şartlarda gidermişlerdir. Hatta bazı vakıflar belirlenen ihtiyaç sahiplerini yıllık gelir fazlasına ortak ederek düzenli gelire kavuşturmuşlardır.
Vakıflar ve yardımlaşma kültürü
Geleneğimizde yemek pişirme ve dağıtımına yönelik vakıflar da önemli bir yere sahiptir. Türk toplumunda, halkın yedirilip içirilmesi, fakirlerin doyurulması adeta yerine getirilmesi gereken görevler arasında kabul edilmiştir.
İslamiyet’in yardımlaşma anlayışının da desteklediği bu özellik, Osmanlı toplumunda son derece gelişmiş, devlet adamları ve halktan zengin kimseler büyük halk mutfakları sayılan imaretler inşa ettirmişlerdir. İmaret kuramayacak güçte olan vatandaşlar da bu yardımlaşmaya katılmış, belirli gün ve gecelerde yemek pişirilip dağıtılması amacıyla vakıflar kurmuşlardır.
Tüm bunlara rağmen çok zor durumda kalan kimseler devletin kontrolü altında dilencilik yapabilmiştir. Öyle ki adeta bir meslek erbabı gibi başlarında devlet ile olan ilişkilerini düzenleyen kethüdaları bulunmaktadır. Bu durum Osmanlı Devleti’nin dilencilere insanlara dua etmeleri belki de psikolojilerinin düzelmesi için çalışan bir hizmet grubu yani “duacı esnaf” gibi yaklaştığını görüyoruz.
Tüm bunlara rağmen art niyetli, kolay para kazanma peşinde koşan, halkın duygularını istismar eden ve rahatsız eden dilenciler, bulundukları yerden başka yerlere sürgün edilmek zorunda kalmışlardır.
1913’te kaymakam Tunalı Hilmi Bey'in önderliğinde Bayburt’ta Müslüman Dilendirtmezler Cemiyeti insanları dilencilikten uzak tutmak için kurulmuştur.
Osmanlı'nın son dönemlerinde Anadolu insanının işgaller sırasında yokluğun, açlığın ve işsizliğin hızla yayıldığını ve dilenciliğin büyük boyutlara ulaştığını gören, savaştan, ekonomik sıkıntılardan, yoksulluktan yorgun düşmüş halkın dilenmesini izzet-i nefis meselesi yapan, bunu Müslüman onuruna yakıştıramayan vakur insanlar Müslüman Dilendirtmezler Cemiyeti'ni kurmuşlardır.
Cemiyetin nizamnamesinde şunlar belirtilmektedir:
Dilendirmezler, işsizliği bahane edinerek dilenciliğe girişmiş yahut girişecek olanlara iş bulmayı sadakanın en makbulü gibi tutarlar.
Cemiyet, her işsize iş bulmaya borçlu değildir; Yaşlıca, başlıca, sağlamlıkça, sanatça, işçilikle ve her türlü yaşayışınca göze çarpar bir halde güçlü bulunanlar, cemiyete kat’iyyen sığınamazlar. Cemiyet yalnız bir hastalık, bir felaket, belki de bir talihsizlik yüzünden düşmüş olanlara açıktır.
Köylü dilenciler, dilenciliklerine köylerinde de asla müsaade edilmemek, fakat köylüleri tarafından hallerine göre geçimleri temin edilmek üzere köylerine tard ettirilir. Bakımları köylülerine havale edilir. Yol masrafları da cemiyet tarafından karşılanır. İhtara rağmen dilencikte ısrar edenler devlete ihbar edilerek başka şehirlere sürgün edilir.
Dilendirmezler, gönüllerinde kat’i bir merhamet, ruhlarında "Müslüman Dilenmez, dilendirilmez!" emelini taşırlar. Kim ki rast geldiğine sadaka vermekten kendisini alamaz, derakeb zaafının kefareti olarak yani acıdığı kimseyi düşkünlükden mutlak suretde kurtarmak emeliyle vazifesiyle hükûmete, yahut cemiyete haber verir. Vermezse ikinci bir kefaret karşısında bulunarak cemiyet sandığına derakib bir yıllık zekatını, sadakasını yatıracaktır.
Bir meslek ve geçim yolu kabul edilmemesine, alınan bütün tedbirlere rağmen dilencilik yapmak zorunda olanlar da vardı. Bunlara tıpkı miskinlerde olduğu gibi bir kethüda atanıyordu. Devletin dilenmeye izin verdiği kişiler bu işi gelişigüzel yapamazlardı. Başlarındaki kethüdanın denetimi altındaydılar. Dilenciler kethüdasının görevi dilenciler arasında adaletle hükmetmek, bunlardan konulan kurallara inat ve muhalefet ederek uyumsuzluk gösterenlerin bu türlü davranışlarını engellemekti.
Geçimlerini kendileri sağlayamadıklarından dolayı dilencilik yapmalarına izin verilen kimselere izin kâğıdı verilirdi. Devlet, elinde bu kâğıt olmadan dilenen kimselere ve dilencilere başbuğ tayin edilen kimselerin para karşılığında bu kağıdı temin etmelerine izin vermezdi. Ayrıca görevlilerden ellerinde izin kağıdı olup dilenmeye hakkı olanların da engellenerek rencide edilmemeleri istenmiştir. Dilencilerin denetim ve kontrolleri kadıların yönetimi altındaki subaşıların yetkisi dahilindeydi.
Evliya Çelebi de dilencileri esnaf olarak kabul etmekte ve sayılarının yedi bin kişiye ulaştığını belirtmektedir. Hatta eserinde dilencilerin geçit törenlerini “Her birinin ellerinde çeşitli bayrakları, birbirinin omuzlarına yapışıp, kimi topal, kimi kambur, kimi felçli, kimi saralı, kimi elsiz ve ayaksız, kimi çıplak, kimi eşeğe binmiş bir hengâme ile dua edip bir ağızdan ‘Allah Allah, âmin!’ dedikleri vakit sesleri göğe varırdı. Bu tertip üzere dilencilerin şeyhi Alay Köşkü dibinden geçilen yerde durup padişaha hayır dualar eder, bahşişe mahzar olunca durmayıp giderler.” şeklinde anlatmaktadır.