Hocamız, Gönül Dostumuz, Mürebbi'miz Mahmud Es’ad Coşan'ın; "Belalara sabretmek, şükretmek, Müslümanların sakınması gereken hususlar ve Kur'an-ı Kerim'e Sarılmak" üzerine hadis-i şerifleri açıkladığı Cuma Sohbetini istifadenize sunuyoruz.
Dinlemek İçin:
Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Allah bu mübarek, sevaplı, nurlu günün hayrından, bereketinden en güzel tarzda hissemend olmayı cümlenize nasîb eylesin.
Bugünkü sohbetimde hadîs-i şerîflerin içinden, umûmî esasları anlatan üç tanesini size açıklamak istiyorum.
Büyük alim İmam Beyhakî’nin rivayet ettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri buyurmuşlar ki:
Men’übtiliye fe-sabera ve u’tıye fe-şekera ve zulime ve gafera ve zaleme fe’stağfera ülâike lehümü’l-emnü ve hüm mühtedûn.
Bakın, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sözlerinin ne kadar güzel olduğuna. Aynı zamanda müzikalitesi var, secîleri var, şiir gibi. Ama en güzeli, kelâmının, kelimelerinin güzelliğinin altında yatan derin mânalar hiç şüphesiz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Allah’ın lütfuyla bu kadar küçük satırın içine, bu kadar az kelimelerle ne kadar büyük mânalar sığdırmış ki hadîs-i şerîflerden biliyoruz. Peygamber Efendimiz’e az sözle çok mânâ ifade etme kabiliyeti, Allah tarafından, özel bir bağış olarak ikram olunmuş. Çok güzel bir hâl. Ve bunların bizim için güzelliği, kolayca hatırımızda tutabiliriz, ezberleyebiliriz; mânasına riayet etmemiz o zaman daha kolay olur.
Şimdi ne buyuruyor Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve âlihî ve sellem, açıklamaya başlayalım. Buyuruyor ki:
Men’übtiliye fesaber. Hani insanlar bazen hastalanırlar, başlarına sıkıntılar gelir, belâlar gelir, çeşitli üzücü durumlara düşebilirler. Buna insanlık hali, dünya hayatı diyoruz. Tabii, bunların hepsini gönderen, alnımıza, kaderimize yazan Allahu Tealâ hazretleri. Allah imtihan için kullarını çeşitli durumlara düşürüyor ve davranışlarına göre onları mükâfatlandırıyor.
“Kim böyle bir hastalığa tutulur, bir belâya mâruz kalır, üzücü bir duruma düşerse ve sabrederse...”
Bu durumda müslümanın ne yapması lazım?
Sabretmesi lazım. Dinimizin çok önemli bir yönü, müslümanın sabredince sevap almasıdır. Onun için “Dinin yarısı sabırdır, yarısı şükürdür.” denilmiştir.
Demek ki hasta olabiliriz; amanlı hastalık, amansız hastalık, öldürücü hastalık, geçici hastalık, büyük, küçük… Veya sıkıntı, üzüntü, üzücü olaylar, haksız muameleler, mâlî birtakım sıkıntılar... Bunların Arapça’da hepsine ibtilâ deniliyor. Allah tarafından insan onlara mübtelâ kılınmış oluyor. Bu bir imtihan.
“Bunların karşısında müslüman sabredecek, sabrederse...”
Dört tane şey söyleyecek Efendimiz. Sonunda buyuruyor ki;
Ülâike lehümü’l-emn. “İşte böyle yapan insanlar, emniyet içinde olacaklar.”
Nerede?
Âhirette emniyet içinde olacaklar. Allah’ın kahrından, gazabından, cehennemden uzak olacaklar. Cennetine girmiş olacaklar. Huzur ve emniyet içinde olacaklar.
Ve hüm mühtedûn. “Ve onlar hidayet üzere yürümek kendilerine nasip olmuş kimselerdir ve cennete, Allah’ın âhiretteki büyük ikramlarına ulaşması kolaylaştırılmış kimselerdir.” denilmiş oluyor.
Birincisi eğer başımıza üzücü bir olay gelmişse, sabredersek diye sabır konusunda.
Men’übtiliye fe-sabere. “Kim ki bir şeye mübtelâ kılınırsa, hayatında bir üzücü olayla karşılaştırılırsa Allah tarafından ve sabrederse...” Ve u’tıye fe-şekere. “Eğer kendisine bir nimet verilmişse, bir mevki, bir makam, bir para, bir evlat, güzel bir durum, sevindirici bir durum; maddî mânevî, görünür görünmez, dünyevî uhrevî bir ikram, bir nimet, bir güzel şey verilmişse; Fe-şekere. “O zaman da ona şükrederse...”
Evet, işte müslümanın davranışlarının önemli bir bölümü de budur. Mübtelâ olursa, sabredecek; nimete mazhar olursa, şükredecek. Bir şeye mübtelâ olursa sabrederse, kendisine Allah tarafından bir şey ikram olunup verilirse, ona da, “Çok şükür yâ Rabbi!” diye şükredebilirse...
Sonra, Ve zulime ve gafera. “Kendisine zulmedilir, haksız muamele yapılır da, affederse...”
Zulüm çeşitli şekillerde olabilir. Çok geniş bir kavramdır. Nâhak yere, haksız yere bir insana ters bir muamele yapmak demek. Bu işte yaralamaya, öldürmeye kadar gider. Malını almaya ait bir haksızlık olabilir, sözle bir haksızlık olabilir, üzücü bir muamele yapmak olabilir. Derece derece, renk renk, merdiven merdiven, kademe kademe bir haksızlık.
Bir müslüman, böyle bir kimse tarafından ters bir muameleye mâruz kalır, mazlum ve mağdur olursa... O zaman da karşısındaki müslümansa, tabii hakkını aramak gerekebilir, icabında kendisini savunması gerekir. Onları da ayrıca açıklarız. Ama diyor ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
“Bir haksız muameleye uğramış da, affetmişse...”
“Hadi affettim seni, bağışladım. Sen bana şu zulmü yaptın, şu haksızlığı yaptın ama ben seni affettim” derse işte bu affetmek de çok büyük bir şey oluyor. Tabi, bu affetmenin hududu var. İnsan kendisine ait bazı şeyleri affeder de, topluma zararı dokunan şeyleri affedemez. Bunu bugün de biliyoruz. Kanunlar bazen, bir şahıs “Ben davacı değilim!” dese bile, suçlunun yakasına yapışabiliyor. Kim takip ediyor o suçluyu?
“Ben davacı değilim!” diyor, şahıs çekiliyor kenara ama savcı yakasına yapışıyor, bırakmıyor:
“Hayır, o affetse bile, ben affetmeyi kabul etmiyorum. Sen bunu topluma karşı bir suç olarak işledin, gel bakalım, ver cezasını!” diyebiliyor. Böyle durumlar var. Hatta bir keresinde ben okumuştum da, çok şaşırmıştım. Sanıyordum ki, müslüman pasif olacak, boynunu bükecek. Diyor ki Peygamber Efendimiz: “Bir Müslüman malı ve canına kastedildiği zaman…” malı da diyor, sadece can değil. “Malı ve canına kastedildiği zaman, mücadeleye kalkışırsa...” ki bu onun savunma hakkıdır. “Ve öldürülürse, şehit olur.”
Diyelim ki dağ başında gidiyorsunuz, birisi yolunuzu kesiyor, malınızı istiyor: “Ver paraları, boşalt ceplerini!” diyor. Veyahut kamyonu durduruyor, malları almaya kalkıyor. O da vermek istemiyor, bir mücadele oluyor. Sonunda yaralanıyor, ölüyor, şehit sayılıyor. Ben sanıyordum ki “Mal, ne olacak canım, nasıl olsa gelir, ses çıkartmayayım” desin. Ama öyle dedirtmiyor dinimiz, haksızlığa o kadar yüz verdirtmiyor. Onun karşısında mücadele etmeyi, soylu bir davranış olarak kabul ediyor. Tabii, bu gibi durumlar bu yönüyle de burada parantez içinde anlatılmalı. Affedilebilecek şeyler affedilir. Yapıldığı zaman karşı taraf bunu âdet edinip cemiyetin düzeni bozulacaksa o zaman da affetmek doğru olmaz. “Merhametten maraz hasıl olur” demiş büyüklerimiz. “Maraz” hastalık demek. Çok acıyınca hastalık çıkar.
Nasıl bir hastalık çıkar?
Ahlâkî bir hastalık çıkar, sosyal bir hastalık çıkar. Bazı şeyleri de affetmemek lazım.
Hatta yine Peygamber Efendimiz diyor ki:
“Eski ümmetler, kendilerinin fakirleri, yoksulları, itibarsız, çevresiz olanları, güçsüz olanları suç işlediği zaman, onların suçlarının cezalarını verirlerdi ama soyluları, itibarlıları, asilleri, çevresi olanlar suç işlediği zaman, ona ses çıkartmazlardı. Onun için helâk oldular. Böyle bir şey yapılmamalı! En yakınım bile bir suç işlese, onu cezalandırırdım.” diye hadîs-i şerîfler var.
Bu da İslâm’ın her yönden ne kadar, işin her tarafını düşündüğünü ve ne kadar güzel olduğunu, ne kadar mükemmel olduğunu, ne kadar çok yönlü olduğunu, ne kadar ilâhî olduğunu ve ne kadar dengeli olduğunu gösteriyor.
Demek ki affedilebilecek bir şey olduğu zaman; kaba bir söz söylemiş, bir yanlış iş yapmış, kendisinin maddî mânevî bazı zararlara uğramasına sebep olmuş ama özür diliyor. Tamam, o zaman onu affederse… Başından başlayalım:
“Bir Müslüman bir rahatsızlığa, üzücü duruma düşer, mübtelâ olur da sabrederse veyahut kendisine Allah tarafından bir nimet verilir de, ona şükrederse veyahut kendisine bir haksız işlem, muamele yapılır da, yapanı affederse...”
Ve zaleme fe’stağfera.
Veyahut da insan bazen frenleri tutmaz, yanlış işi kendisi yapar. Kendi başkasına zulmeder, haksız muamele yapar.
Yaptı, ne olacak?
Hemen dönecek, hatasını anlar anlamaz derhal bırakacak. İş işten geçmişse, o zaman da af dileyecek Allah’tan:
“Yâ Rabbi, ben zulmettim, haksızlık yaptım.”
Zulüm bazen günah mânasına da geliyor.
“Şu günahı işledim yâ Rabbi! Pişman oldum, beni mağfiret et, affeyle pişman oldum.” diyecek. Böyle kendisi zulmettiği zaman da, istiğfar ederse işte bu insanlar âhirette huzur ve emniyete ulaşmışlardır ve hidayete ermişlerdir. Mutlu sona ulaşmak kendilerine bahşedilmiş, kolaylaştırılmış demektir.
Bu hadîs-i şerîfi hayatımızda uygulasak, ne kadar güzel olacak, değil mi sevgili dinleyicilerim?
Bunların hepsi insanın başına gelebiliyor. Başımıza hastalık gelebilir, üzücü şeyler gelebilir. O zaman sabredeceğiz. Bu sabrı çok kimse yapmıyor maalesef, feryâd ü figânı basıyor, itirazı yükseltiyor ve hatta Allah’a âsî olacak, Allah’ın hoşuna gitmeyecek tarzda ifadeler de kullanabiliyor. Böyle olmaması lazım!
Dişini sıkacak, sabredecek. Nimetleri anlayacak, nimetlere de şükredecek. Haksız muamele yapılmışsa, zengin ve engin bir iç âlemi olacak, affedecek, “Bağışladım seni!” diyecek.
Merhum Arif Nihat Asya’nın bir şiirini hatırlıyorum, Afv-ı Umûmî diye. “Onu affettim, bunu affettim” diye güzel bir şiiri vardır. Nur içinde yatsın.
İnsan biraz da engin olmalı, bağışlayıcı olmalı. Affetmek büyüklüktür. Bir de hatalarını anladığı zaman derhal dönmeli, kendisini frenlemeli, özür dilemeli. Hem haksızlık yaptığı kimseden hem de tabii Allahu Teâlâ hazretlerine yönelip; “Yâ Rabbi! ben zulmettim, haksızlık ettim, affet yâ Rabbi! Nasıl telafi etmem gerekiyorsa, onu da yapayım.” diyecek.
Bu hadîs-i şerîfte çok güzel bir prensip grubu, gözümüzün önüne serilmiş oldu, kulağımıza geldi. Allah bu güzel mânaları gönlümüze nakşeylesin. Cümlemizi sabırlı, şükürlü, affedici, tevbe edici kullar eylesin.
Gelelim ikinci hadîs-i şerîfe. İbn Abbâs radıyallahu anhüma’dan Taberânî rahmetullâhi aleyh rivayet etmiş. Bu da hatırda kalabilir. Bu ikinci kısa hadîs-i şerîfte Efendimiz buyuruyor ki:
Meni’t-tebeâ kitâba’llâhi, hedâhü mine’d-dalâleti ve vekâhu sûe’l-hisâbi yevme’l-kıyâmeti.
Burada da cümlelerde paralellik var, ses güzellikleri var aynı zamanda. Çok özlü bir söz. Bizim atasözü dediğimiz zaman anladığımız gibi ve mânası çok genel bir hakikati ifade ediyor. Çok güzel. Ve bu hadîs-i şerîfe sımsıkı sarılsak, kurtuluşumuza vesile olacak.
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
“Kim Allah’ın kitabına sarılırsa, tâbi olursa, ittibâ ederse uyarsa ona...”
Onu kendisine önder ediniyor, Allah’ın kitabını rehber ediniyor ve kendi hallerini ona uyduruyor. Allah’ın kitabına tâbi oluyor. Ne demişse yapıyor, neyi yasaklamışsa bırakıyor.
“Kim Allah’ın kitabına ittibâ ederse, Hedâhu mine’d-dalâleti. “Allah onu sapıklığa düşürmez, sapıklıktan kurtarır, sapmaktan kurtarır, hidayete erdirir, rızası yoluna sokar.”
Sonunda mükâfatları vereceği güzel bir yöne çevirir.
Ve vakâhu sûel-hisâbi yevmel-kıyâmeti. “Kıyamet gününde de mahkeme-i kübrâda müthiş bir şekilde hesaba çekilmekten onu korur.”
“Gel bakalım, niye şunu şöyle yaptın, niye bunu emrettiğim halde yapmadın?” gibi bazı insanlara çeşitli hitaplar, çeşitli hırpalamalar, sorgular, terletici bir hesap olabiliyor. Sûu’l-hisâb, hesabın kötü bir şekilde cereyan etmesi bazı insanlar için oluyor. Bazıları da güzel bir şekilde, kolay bir hesap görüp geçiyorlar. “Tamam, geç bakalım!” deniliyor.
Dün akşam polis köprüyü geçerken bizi durdurdu. “Allah Allah, Hayrola!” dedim. Karanlıkta geçiyoruz, saat bire yakın. Gişelerden geçtik, polis işaret etti; “Şu tarafa” diye. Biz girdik, öteki polisin yanına kadar geldik. Baktım elinde tüpler var. Anladım ki alkol muayenesi yapmak istiyor. Bizim arabayı alkol muayenesi yapmak üzere oraya sevk etmiş. Polis memuru şöyle başını eğdi, baktı benim simama; sakallıyım. Yanımdakilere baktı; İslâmî kıyafetler. “Buyrun geçin!” dedi. Biz de, “Hayırlı görevler!” dedik, geçtik. Yani kolay geçiş. Bir durdurma oldu ama kolay bir geçiş oldu.
Âhirette de bazı insanlar bir hesap görecekler ama hisâben yesîrâ kolay, az bir şekilde hesap. Ondan sonra cennete girmek.
Bir de en yüksek insanlar var. Allah bizleri o duruma nâil eylesin. O muameleye mazhar eylesin. Onlar hiç hesap görmeden cennete girecekler. Bi-gayri hisâb muamele, hesap vesaire olmadan. Hani birçok büyük toplantı, şerefli, güzel herkesin rağbet ettiği toplantıyı düşünün. Herkes kuyruğa girmiş, biletler elde, kontrolden geçiliyor, içeriye giriyorlar. Girmek isteyen bir sürü insan bilet bulamamış, dışarıda bekliyor. Ama bakıyorsun, birisi arabayla geliyor, koca kapılar açılıyor, herkes selam duruyor. O toplantıya hiç öyle bir sorgu sual olmadan içeriye giriyor. “Kim bu?” diyorsunuz. “Protokolden, meşhur şahıs filanca.” Elbette, ona biletin var mı diye sorulur mu? Zaten o toplantının şeref misafiri oluyor.
Gözünüze böyle bir manzara serilsin diye, hatırıma geldiği için söylüyorum. Bazı insanlar da cennete bi-gayri hisâb girecek.
Neden?
Allah’ın sevdiği kulu, dünyada Allah’ın rızasına uygun yaşamış. Allahu Teâlâ hazretleri onlara sorgu sual etmeden, defter divan açıp terletmeden, bi-gayri hisâb cennete sokacak.
Bu hadîs-i şerîfte bakın ne diyor?
“Allah kötü bir şekilde hesaba mâruz kalmaktan ve sonunda da hesabı bozuk çıkıp da cehenneme düşüp azap görmekten insanı korur. Hidayete erdirir ve cehenneme düşmekten korur. Kötü bir hesaba çekilip mahv ü perişan olmaktan korur.
Kimi korur?
Üstüne bastıra bastıra söylüyoruz. Allah’ın kitabına tâbî olanları korur. Mü’minler, müslümanlar olarak hepimiz Kur’ân-ı Kerîm’e tâbi olacağız aziz ve kıymetli dinleyicilerim.
Kur’ân-ı Kerîm bizim rehberimizdir. İçinde Allahu Teâlâ hazretlerinin emirleri ve yasakları var. Onun Fâtiha’sından Kul eûzü bi-rabbi’n-nâs sûresine kadar, sonuncu sûresine kadar içindeki ahkâm bizler için.
Mehmed Âkif ne güzel söylüyor: “Ölüler için inmedi ki bu kitap; cenazelere okunsun, kabirlerde okunsun diye inmedi ki; diriler için indi. Dirilerin hayatı dirlik ve düzenlik içinde olsun diye indi, hayatlarını düzenlemek, güzel ahlâkı yerleştirmek için; insanlar güzel şeyler yapsın, dünyada birbirlerini kırmasınlar, üzmesinler diye bir nizam getirmek için indi.”
Onun ahkâmına herkes uyarsa nizam olacak, uymazsa uymayan da cezasını bulacak.
Onun için bu konuda kendinizi bir kontrolden geçirin, kendi kendinizi sorgulayın sevgili dinleyicilerim. Muhakkak ki evinizde kaç tane Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm vardır. Kimisi yaldızlı, kimisi büyük, kimisi küçük, kimisi tercemeli.
Allah’ın kitabı elinizde var ama Allah’ın kitabına uyuyor mu yaşayışınız? Halleriniz, ahlâkınız, davranışınız, âdetleriniz, kazancınız, ailevî münasebetleriniz, komşuluk münasebetleriniz, Allah’ın kitabında bize emrettiği şekilde mi? Yasaklarından kaçınıyor musunuz?
“Bu benim nizamnâmemdir, bu benim ilâhî kanunumdur. Bu, Allah’ın bana hitabıdır, bu Allah’ın mukaddes kitabıdır.” diye onu göğsüne basacak, öpüp başına koyacak, gönlünden ona tâbi olacak. Ahkâmını da bilecek, tabii cahilce hareket etmeyecek.
Bir Müslüman âriftir, elbette alimdir; elbette Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmına uyması gerekiyor. Lütfen hepimiz kendimizi kontrol edelim ve Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmına uyan insanlar olmaya çalışalım! Kur’ân-ı Kerîm’i açalım, âyetleri, mânasını, mealini okuyalım! Ve kendi kendimize soralım:
“Bu âyetlerde anlatılan şeylere benim yaşantım, benim hayatım uyuyor mu, benim davranışlarım uyuyor mu?”
Uymuyorsa, Kur’ân-ı Kerîm’e göre kendimizi düzenleyelim ki Allahu Teâlâ hazretleri bizi kıyamet gününde korusun ve hidayete erdirsin ve cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
Çocuklarımızı da Kur’ân-ı Kerîm bilgisiyle yetiştirelim. Çocuklarımızın mutlaka bilmesi gereken bir bilgi dalı Kur’ân-ı Kerîm’dir, dindir, imandır. Ama öbür tarafta İngilizce öğrensin, mühendislik öğrensin, tıp öğrensin, çeşitli ilimleri öğrensin. Hatta onda profesör olsun, ihtisaslar yapsın. Hatta birkaç fakülte bitirsin. Ama mutlaka ve mutlaka Allah’ın kitabını hepimizin bilmesi lazım! Bileyim diye şevk ile okuması lazım!
“Her gün, Kur’ân-ı Kerîm için lütfen biraz zaman ayıralım, birkaç saatimizi Kur’ân-ı Kerîm’e ayıralım!” diye sizlere hatırlatıyorum şu mübarek cuma gününde sevgili Akra dinleyicilerim.
Gelelim üçüncü hadîs-i şerîfe. Zaten bu ikisi insanları hidayete erdirmek için, cennete götürmek için kâfi kuralları, esasları ihtivâ ediyor ama bir şeyi üç defa yapmak da sünnet olduğundan, üç hadîs-i şerîf olsun diye, üçüncü hadîs-i şerîfi de size okuyacağım. Bunu da el-Bezzâz rivayet eylemiş. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem, burada da bize umumî bazı esaslar ifade buyuruyor.
Allah şefaatine erdirsin, cümlemizi kendisine cennette komşu eylesin. Onun köşkünün yanında köşklerimiz olsun inşaallah.
Buyuruyor ki:
Meni’ctenebe erbaan dehale’l-cennete ed-dimâe ve’l-emvâle ve’l-fürûce ve’l-eşribete.
Ne kadar kısa, kaç tane kelimeden ibaret bir kısa cümle. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem diyor ki:
“Şu dört şeyden sakınan, korunan, bunları yapmayan insan cennete girer, girmiş demektir.”
Dehale mâzi siygasıyla, cennete girdi diyor. “Kim ki bunlardan, bu dört şeyden korundu, cennete girdi.” Daha cennete gitmedik, girdi diyor.
Ne demek?
“Mutlaka girer, girdi saysın kendisini” demek. Böyle söylemesinde de bir güzel mâna var. Se-yedhulü demiyor, girecek demiyor, girmiş sayılır diyor. Onun için bu dört şeye de dikkat edelim, bundan kendimizi koruyalım!
Nedir bu dört şey? Sıralıyor Efendimiz:
Ed-dimâ’. Dimâ’, “dem” kelimesinin çoğuludur, kan demek. “Kanlardan kendisini koruyan.”
Vel-emvâl. Emvâl, “mal” kelimesinin çoğuludur. İnsanın sahip olduğu varlıklar, eşyalar, mülkler...
Vel-fürûc. Furûc da, “ferc” kelimesinin çoğuludur. Aslında tenasül aleti demek. Ama buradan kasdedilen namus oluyor.
Vel-eşribe. Bu da “şarap” kelimesinin çoğuludur; meşrubat, içecek şeyler demek.
Bunları açıklayalım:
Dört şeyden sakınacağız, sakınacağımız şeyleri bilelim, tarifi doğru ve güzel yapalım. Müslüman kanlardan sakınacak. Sakınabilirse cennete girecek.
Kanlar nedir?
Bir insan, bir insana bıçağı çekiyor, saplıyor, kanını yere akıtıyor, kanları yerlere saçılıyor. Aa olmadı.
Kocası bıçağı eline almış, karısı bıçağı eline almış. Tabii kimse bilmiyor ama olay yerine geldikleri zaman olaydan o anlaşılıyor. İkisinin elinde de bıçak var, bıçaklaşmışlar, düello yapmışlar âdetâ. Bıçaklamışlar, birisi ötekisini öldürmüş.
Hani hayatı beraber sürdüreceklerdi, bir yastıkta kocayacaklardı, mutlu olacaklardı. Hani İslâm’ın bize böyle tarihte gösterdiği, sergilediği mutlu aile tipleri, o başörtülü hanımefendiler; “Efendi bugün ne istersin, buyur emret!” diye kocasına itaatli olanlar. Hani o hanımına sevgili, saygılı, güzel ifadeler kullanan, onu himaye eden, yediren, içiren, giydiren, üzmeyen, yormayan efendiler! Nerede böyle eline bıçaklar alıp birbirleriyle düello eden çiftler?
Bu alınan terbiyenin yanlışlığından, kültürün kaymasından İslâm’ın hakimiyetinin dışındaki sahalara kaymış olmasından, İslâm’ın bunların hayatlarından düşmüş olmasından kaynaklanıyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim, İslâm’da can son derece önemlidir. İnsan, değil başkasının canına kendisinin canına bile kıyamaz, “Can benim değil mi istediğimi yaparım.” diyemez, kendi canına bile kıyamaz. İntihar ederse, kendi canına kıyarsa cehennemi boylar. İntihar etmek de yok!
“Hocam çok acıyor, ızdırabım var, dayanamıyorum.”
Dayanamıyorsan hadîs-i şerîfte okuduğumuz gibi sabredeceksin, oradan ecir alacaksın, Allahu Teâlâ hazretlerine yalvaracaksın. Ama can sana emanettir, can senin değildir. Can, Allah’ın sana verdiği emanettir, ona iyi muamele etmen lazım; kıyamazsın! Kendi canına kıyamadığın gibi, başkasının canına da kıyamazsın. Büyüklerin canına kıyamadığın gibi, küçüğün canına da kıyamazsın, bebeğin canına da kıyamazsın.
Bir anne “evlat istemiyorum” diye çocuğu da aldıramaz. Düşük yapamaz. Onun da bir haysiyeti var, onun da bir varlığı var. Hasılı katil olamaz, can yakamaz, haksız yere bir kimsenin kanını yere dökemez.
Ben fakültede okuduğum yıllarda hatırlıyorum, maalesef bu memleketin evlatları, gençler, birbirleriyle kışkırtıldığı için birbirleriyle çarpışırlardı. O karı kocanın çarpıştığı gibi karşı karşıya geçip, silah alıp birbirleriyle uğraşırlardı.
Ben onlara söylerdim: “Bakın biriniz ötekisinin burnuna bir yumruk vursa, yere bir damla kanı damlasa o kanın hesabını veremezsiniz. Yapmayın böyle!” derdim. Aralarına girerdim. Silah çekerlerdi, patlardı silahlar. Ben aralarına girerdim. Yumak gibi birbirlerine sarılmışlar, kavga ediyorlar. Beş altısı birisinin üzerine çullanmış… Ayırmaya çalışırdım.
Tabii bunlar nedir muhterem kardeşlerim?
Bunlar İslâm’dan ayrılmanın örnekleridir. İslâm’dan ayrılınca, insanlar birbirlerine, aynı vatanın vatandaşları olsa bile, düşman oluyor. Kendi ırkını düşünüyor, “Ben Kürdüm!” diyor, “Türküm!” diyor, “bilmem şöyleyim, böyleyim” diyor. Ama müslüman olduğun zaman… Yunanlı bile müslüman olunca geliyor, bizim boynumuza sarılıyor.
Eski Cat Stevens, sonra “Yusuf İslâm” adını alan o mübarek kardeşimizi ele alalım. Ben hastayken hastaneye de geldi. “Geçmiş olsun.” dedi. Sakal bırakmış, cübbe giymiş. Tam bizim Karadenizli müslüman kardeşlerimiz gibi tatlı bir kıyafete bürünmüş. Yunanlıydı ama müslüman oldu. Bak nasıl kardeş oldu, nasıl aramıza geliyor, nasıl böyle İslâmî çalışmalar yapıyor, vakıflar kurmuş, nasıl parasını İslâm’a harcıyor?
Demek ki İslâm toplumun düzenini de, kardeşliğini de sağlıyormuş. Bazı insanlar maalesef İslâm’ı düşman edindiler. İslâm’ı kültürümüzden silmeye çalıştılar. İslâm’a savaş açtılar. İşte bütün bu kan dökmelerin müsebbibi, gerçek failleri onlardır. Çünkü İslâm insanların gönüllerinden çekilip alınınca, insanlar çok vahşi varlıklar oluyorlar. İşte Kafkasya’yı görüyorsunuz, işte Afrika’yı, Afrika’daki katliamları görüyorsunuz. Ruanda’da vesâirede, bilmem Tutsi Kabilesi’nde falancanın ötekisine yaptığı katliamları görüyorsunuz. Ölenlerin haddi hesabı yok.
İslâm’da böyle şey yok. İnsanoğlu muhteremdir, kanı dökülmez, kimsenin canına kastedilmez.
ed-Dimâ. “Kendisini kan dökmekten kim koruyabilirse.” Adam öldürmek yok, yaralamak yok.
Ve’l-emvâl İnsan mal sahibi olmak istiyor, kazanıyor, uğraşıyor. Ama bunları haksız yerden iktisab ederse, rüşvetle alırsa, haksızlıkla, hırsızlıkla alırsa, nâhak yere gayrı meşrû şekilde kazanırsa ne oluyor?
Bunlar da haram oluyor. Haram mallar, haram mülkler, haram varlıklar ne oluyor?
Bunlar âhirette, fecî bir şekilde cezaya uğramaya sebep oluyor. Dünyada da hayrını görmüyor. Çoluk çocuğunda da çeşitli şekillerde tezahür ediyor. Bu aldığı haramların zararları ailesinde, kendisinde, sıhhatinde, çoluğunda, çocuğunda, dünyasında da görülüyor. Ben böyle çok insan hatırlıyorum. Haram malları dolayısıyla kendi oğlunun, feci bir şekilde çocuğunun suikastına bile uğramışlar. Ve hayatları sona ermiş olabiliyor.
Onun için insanın, can yakmaktan, adam öldürmekten kaçındığı gibi malları edinmekte de haramdan kaçınması lazım! Helâlinden kazanmaya, helâlinden mal mülk edinmeye çok dikkat etmesi lazım! Böyle olursa cennete girebilir.
Ve’l-fürûc. “Namusuna dikkat edecek”. Kendi namusuna gölge düşürmeyecek, başkasının namusuna tecavüz etmeyecek, zinaya yaklaşmayacak.
Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de Ve lâ takrabüz-zinâ. “Zinaya yaklaşmayın!” diyor. Ve lâ teznû “Zina etmeyin.” demiyor; “Zinaya yaklaşmayın!” diyor. Alimler burada, bu ifadedeki inceliğe dikkati çekiyorlar. Zinaya insan birden düşmez. Zinaya yaklaştırıcı bir takım ön şartlar, ön işler oluyor. Bakışmalar, işaretleşmeler, tanışmalar oluyor. İş yavaş yavaş ilerliyor. Yangın gittikçe daha fazla bacayı sarıyor. Sonunda insan günaha düşüyor. İslâm her türlü kötülüğü önceden engellediği için diyor ki: Ve lâ takrabuz-zinâ. “Zinaya yaklaşmayın!”
Seni zinaya yakın duruma getirmeye sebep olacak işlere bile bulaşmayın! Bir müslüman yabancı bir kimseye bile bakmayacak.
Emin olun cennette derece kazanmak, dünyada İslâmî bakımdan büyük bir mertebeye ulaşmanın çok önemli bir şartıdır. İnsanın haramlardan kendisini, gözünü, elini, dilini, tenasül uzvunu koruyabilmesi çok önemli. Bu devirde maalesef bu küçümseniyor. “Modern tahsil gördüm.” diyor, “Ben Avrupa’da, Amerika’da okudum; onlar böyle şeylere aldırmıyorlar.” diyor.
Aldırmıyorlar da mutlu mu oluyorlar? Amerikalılar mutlu mu, Avrupalılar mutlu mu?
Onlar da arayış içinde. Biz mutluyduk, müslümanlar mutlu. İnsanlığa mutluluğu veren İslâm.
Avrupalı, Amerikalı bize ahlâk konusunda örnek olamıyor, ahlâksızlıkta örnek oluyor. Görüyoruz ne kadar şenî, fecî, çirkin, kötü ahlâksızlıkları var. İşte bunlardan da korunacak bir müslüman. Müslüman namusuna, tenasül uzvuna sahiptir, namusuna gölge düşürmez. Kendisi namuslu yaşar, başkasının namusuna da göz dikmez veya zarar vermez. Hem de başkasının namusunu da korur.
Bir mecmuada okumuştum. 1904-1905’de Kapalıçarşı’ya Fransız sefâretinden bir grup gelmiş. Kapalıçarşı tarihî, egzotik bir yer. Fransızlar merak ediyorlar. Türk mallarından bir şeyler alacaklar. Oradaki mallar, antikalar da tabii onların dikkatini çeker. 1905 seneleri, Padişahlığın olduğu, Osmanlı’nın yaşadığı devrede, Kapalıçarşı’ya girmişler. Kapalıçarşı esnafı şaşırmış. Kapalıçarşı’da kadınlar dolaşmazdı ki eskiden, erkekler alırdı alacağı şeyleri. Kadınların öyle çarşı pazarda dolaşması olur mu?
Biraz garipsemişler. Çarşı içinde esnaf, hamal, tezgâhtar var, çeşitli insanlar var. Bazı kabadayılar kenardan şöyle yan bakmaya, bıyık burmaya filan başlamışlar, ahlâksız bir durum. Bakış da kötü bir şey. Onun üzerine bizim hacı babalar, müslüman tüccarlar orada bir harekete geçmişler, o yan bakanları, bıyık buranları kaçırtmışlar.
Ne oluyor diye, o Fransızlar da dikkat etmiş, bu olayı kitaplarına yazmışlar. Diyorlar ki yazdıkları kitapta: “Türkler namuslarına çok düşkün, çok namuslu bir millettir. Kendilerinin namuslarına düşkün oldukları kadar, gözlerinin önünde başkalarının namuslarına da yan bakılmasına tahammülleri yoktur. Bakın orada bizim madamlara yan bakmaya dahi müsaade etmediler” diye methetmiş.
Namusumuzu da koruyacağız, helâlinden mal edineceğiz, kan da dökmeyeceğiz.
Sonuncusu nedir?
Ve’l-eşribeti. “Meşrubat.” Meşrubat ikiye ayrılır ana hatlarıyla: Bir helal meşrubat; iki haram meşrubat, şaraplar ve çeşitleri.
Bizim bir profesör vardı fakültemizde Hamdi Ragıp Atademir, Allah rahmet eylesin. Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı zaman, Almanya’ya gitmiş. Kocaman bir sofrada Türk heyetiyle Alman heyeti oturmuşlar. Sofra donatılmış. Çeşitli yemekler geliyor ve çeşitli içkiler konulmuş. Hamdi Ragıb bey kendisi anlatmıştı; dikkat etmişler, içki almamış, sadece meşrû olan, helal olan meyva suyu gibi, maden suyu gibi, normal su gibi meşrubatları almış. Demişler ki:
“Efendim, beyefendi içki almıyor musunuz?”
“Allah’ın o kadar çok helal meşrubatı var ki o kadar helalin içinde harama düşmeye lüzum yok. Tatlı, lezzetli, sıhhate uygun, insana sağlık, âfiyet veren nice güzel meşrubat varken, gidip de insan sıhhatine zararlı, karaciğerini bozan, siroz yapan, sarhoş eden, aklı bozan, arabayı direğe çarptıran, Boğaziçi’nde denize uçurtan, çeşit çeşit zararlara sebep olan alkollü içkileri, haram içkileri insan gider içer mi?” demiş.
Bazı kimseler içiyor, sarhoş oluyorlar ve çeşitli zararlarını da sonunda görüyorlar. Ama bunun engellenmesi lazım!
Onun için Peygamber Efendimiz; “Kan dökmekten kendini koruyan, haram mal mülk edinmekten kendisini koruyan, namusunu koruyan, sarhoşluk verici şeylerden kendisini koruyan bir insan cennete girer.” diye buyuruyor.
O halde biz de kimseye zulmetmemek konusunda etrafı da uyaralım! Biz etmiyoruz, kan dökmüyoruz ama kan dökülmemesi konusunda bir sağlam efkâr-ı umumiye oluşmasına dikkat etmemiz lazım!
Hiç kimseye yüze vermeyelim. Katillere merhamet, cemiyete hıyanettir, ihanettir. Katil cezasını bulacak, hiç bir şekilde katil alkışlanmayacak. Haram da öyle, haram yoldan mal edinenleri de olanca gücümüzle engellemeye ve kötülemeye ve kaş çatmaya gayret etmeliyiz ki onlar da yapamasınlar. Namus konusu da öyle, kimsenin namusunu gölgelendirmeyeceğimiz gibi bu gibi yanlış olan şeylere de karşı tavır almalıyız. “Böyle şey olmaz, böyle edepsizlik olmaz; aklını başına topla, haddini bil, edebini takın!” diye bir tavır almamız lazım.
İçkiyle de bir mücadele başlatmamız gerekiyor. 1930’lu yıllarda koca Amerika, hıristiyan ülke, onların kitaplarında şarapla ilgili bir hüküm de bulunmadığı halde içkiyi bir ara yasaklamışlar.
Neden?
İlim, akıl ve mantık, içkinin zararlarını ortaya koyuyor. İçtiği zaman insan günaha giriyor, içmediği zaman sevap kazanıyor; cennete giriyor. Onun için biz de dinimizde zaten olan böyle bir fırsatı kaçırmamalıyız ve bunu var gücümüzle yaygınlaştırmaya çalışmalıyız.
İslâm’a olan düşmanlığımızdan ya da uzaklığımızdan dolayı; içimizdeki bazı insanların İslâm’la mücadele etmesinden dolayı bu gibi yanlışlıkları; içkiyi, zinayı, haramı, rüşveti, adam öldürmeyi, vesaireyi âdetâ hoş görerek onun tarafını almak gibi yanlış bir duruma kimse düşmesin. Aklını başına toplasın, Allah’ın yoluna gelsin, Allah’ın emrini tutsun da kendisi de toplum da mutlu olsun. Dünyası da âhireti de mâmur olsun. Allah cennetine dâhil eylesin, cemaliyle müşerref eylesin.
Sevgili Akra dinleyicileri, bugünkü Cuma sohbetimizde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in içindeki mânaları dolayısıyla toplumu kurtaracak ana esasları ihtiva eden üç tane özlü hadîs-i şerîfîni sizlere arz ettik.
Allah cümlenizi dünyada ve âhirette mutlu eylesin. Peygamber Efendimiz’in sevgisine, iltifatına, teveccühüne, şefaatine nâil eylesin. Âhirette bizi ve sizi Peygamber Efendimiz’e komşu eylesin. Firdevs-i Âlâ’da havz-ı kevserinden doya doya nûş etmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Allah’ın rahmeti ve bereketi dünyada ve âhirette üzerinize olsun.
Mahmud Es’ad Coşan - Cuma Sohbetleri / 01.07.1994
© İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.