el-Hamdülillâhi rabbi’l-âlemin ve’l-âkibetü li’l-muttakîn ves-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullâh fe-enne efdale’l-hedyi hedyu Muhammedin sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem ve şerre’l-umûri muhdesâtuhâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve külle dalâletin fi’n-nâr ve bi’s-senedi’l-muttasili ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl:
İnne ahvefe mâ ehâfü alâ ümmetî küllü münâfıkın alîmi’l-lisâni.
Sadaka Resûlullah.
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyuruyorlar ki;
Ümmetim üzerine korktuğumuz şeylerden en çok korktuğum. Birçok şeylerden korkarım ümmetimden de daha en çok ziyade korktuğum şey, dil lisanına vâkıf. Lisan âlimi. Dil âlimi, söz sahibi, söz alimi. Söz alimi olmakla beraber kalbi cahil. İçi cahil dilinde güzel sözleri var. Güzel konuşuyor, ikna ediyor insanı. Kandırıyor, aldatıyor, inandırıyor yani davasına.
Bu adam ki bu ilmi, ittehaze’l-ilme hırfeten. İlmi sanat ittihaz etmiş. İlmi güzel söz söylemek suretiyle halkı celp ediyor, güzel dinlettiriyor. Fakat içinde bir şey yok. Kendi boş. Sözü güzel, herkes dinliyor, takdir ediyor. Aferin maşallah diyor. Fakat içi boş. Bunu maişetine delil yapmış, vesile etmiş. Güzel söz söylemek suretiyle herkes meclisinde toplanıyor ve bu suretle de dünyalığını temin ediyor. Bunlardan çok korkarım demiş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. En çok korktuğum insan bu insanlardır.
Yine buyuruyor;
İnne ahvefe mâ ehâfü alâ ümmetî selâsün zelletü âlimin ve cidâlü münâfıkın bi’l-kur’âni ve dünyâ tüftehu aleyhim.
Yine çok korktuklarım var ya. Bu korktuklarımdan ümmetimin üzerine üç kişi var ki bunlardan çok korkarım.
Birisi, zelletü âlimin. Alimlerden bir hatanın sudûru. Çünkü alimin hatası cemaate örnek oluyor. Bunu örnek ediniyorlar ve ilmi bu sefer gözden düşürüyorlar. Bak şu adamın yaptığına bak! Bildiği halde bak neler yapıyor diyerekten.
Ve cidâlü münâfıkın bi’l-kur’âni. Münafık adam. İman içerisinde yok. Münafık. Böyleyken Kur'an'la mücadele ediyor. Cidal ediyor şöyledir böyledir diyerekten.
Bir üçüncüsü de, ve dünyâ tüftehu aleyhim. Birisi de dünyanın size dünya kapılarının açılması, rahatlığa, servete kavuşmanız. Dünya rahatlığına kavuşmanızdan da korkarım. Çünkü dünya rahatlığına kavuştuktan sonra mücadeleyi terk edersiniz. Ne nefsinizle mücadele edersiniz ne de düşmanlarınızla mücadele edersiniz. Çünkü rahatı bırakmak istemezsiniz. Rahatı kimse bırakmaz. İşte Arapların hâli.
Yine buyuruyorlar Efendimiz;
İnne ahvefe mâ ehâfü alâ ümmetî te’hîruhümü’s-salâte an vaktihâ ve ta’cîlühümü’s-salâte an vaktihâ.
Ümmetimden korktuğum şeylerin en korkulundan birisi de, te’hîruhümü’s-salâte an vaktihâ. O namaz vakti gelir, ha biraz daha ha biraz daha diyerekten ikindiye kadar vakti var ya. Tehir eder ikindiye doğru. İkindi vaktine yakın bir zamanda kılar. Bundan da korkarım.
Ve ta’cîlühümü’s-salâte an vaktihâ. Bir de vaktinden evvel kılmak var.
Mesela Şiilerin bir şeysi var, Caferîler diyorlar onlara. Öğleni geç kılıyor, ikindiyi de evvel kılıyor. Bunu biz ancak Arafat'ta yaparız. Bu Arafat'ta olan bu hadiseyi onlar beş vakitlerine teşmil ediyorlar. Her yerde yapıyorlar yani. Yalnız bize mezhebimizin üzerine bu ancak Arafat'ta ve bu Arafat'ta da büyük camide. Yani Mescid-i İbrahim dedikleri. O camide kılınırsa toplanılır. Yine perakende camilerde, çadırlarda ayrı ayrı kılan namazlarda yine bu cem yapılamaz. Cem’i ancak oradaki o büyük camideki imamın yani nâibin bulunduğu, hutbenin okunduğu yerde olur. Öğleyi kılarlar, arkasından da ikindiyi kılarlar. İkindi namazı vakti daha gelmemiştir. Akşam ile yatsıyı da nasıl Müzdelife’ye bırakıyorsak o oraya mahsus bir iş. Başka zamanda bunun olmaması lazım. Ama bunlar yapıyorlar.
İnne ahvefe mâ ehâfü alâ ümmetî fî âhiri zamânihâ en-nücûmü ve tekzîbün bi’l-kaderi ve hayfü’s-sultâni.
Yine ümmetim üzerine korktuğum şeylerden birisi de âhir zamandaki, yıldızlara inanmak ve yıldızların keyfiyle hareket etmek. Bir de kaderi tekzip etmek. Bugünkü insanlar bunu çok yapıyor. Takdiri tekzip ediyor. Takdir neymiş diyor.
Allah esirgeye.
Ve hayfü’s-sultâni. Bir de sultanların devirlerinden ümmetim için çok korkarım buyuruyor.
İnne edne’r-riyâ şirkün.
Riya, gösteriş. Bunun en ednâsı, en ednâ gösteriş olanı yani, en ufağı şirkten mâduttur demiştir Efendimiz. Hatta Mu’az radıyallahu anh ağlıyormuş bir gün de. Ne ağlıyorsun diye etrafındakiler sormuş. Efendimizi işaret ederekten, bu kabir sahibi böyle buyurdu. Biz bundan nasıl kurtulacağız? Kendimizi kurtaracağız diyerekten ona müteessiren ağlıyormuş.
Bu böyle olunca;
Ve ehabbe’l-abîdi ilallâhi teâlâ. Kulların içerisinde Allahu Teâlâ'yı en sevgili olan insan.
Kulların içerisinde Allahu Teala'ya en sevgili olan kul, el-etkıyâü’l-ahfiyâu. Müttaki, fakat gizli. Kimse onun halini bilmiyor. Saklıyor kendini.
Ellezîne izâ ğâbû lem yüftekadû. Mesela hacca gitmiş veyahut başka memlekete gitmiş. Filan nerededir diye kimse sormuyor. Bizi de arayan yok yani. Ancak cenaze olursa, ölü olursa, hocaefendi bu akşam bize bir duaya gelir misin diyorlar.
Yahu senin hiçbir kere hayatında çağırdığın oldu mu hocanı?
Yok. Şimdi ne çağırıyorsun o zaman? [Camiye gelmiyor] Yok, belki geliyor camiye. Camiye girenler de var. Öyle olduğu halde bir kere hocasıyla bir ünsiyet peyda etmek istemiyor. Karışmıyor. Sonra ölüyor yine, geldi mi bir dua eder misiniz diyor.
Allah affetsin kusurlarımızı.
Şimdi hep hacca gideceğiz.
Allah hepimizin hepsinin yolunu açık etsin.
Hacca gitmek kolay, hele bu devirde. Parayı cebine koydun muydu beş on bir lirayı, rahat istediğin gibi tayyare iki buçuk saatte götürüyor şimdi. Çok kolay. Bir nimet bu. Fakat hiç biliyor musunuz ki bir adam mektepte derste çalışmadan sınıfı geçsin? Mutlaka bir çalışmak lazım. Çalışmanın arkasında geçme. Hiçbir pehlivanı gördünüz mü ki idman yapmadan kendini karşısındaki pehlivana hazırlanmadan meydana çıksın? Yok. Herkes kendini bir hazırlar, idmanına çeker filan eder. Liyakat kesbedince, hah ben seninle güreşirim der.
Şimdi biz de o Allah'ın evine gideceğiz. Oraya karşı bir istidat lazım değil mi? Resûlullah'ın karşısına gideceğiz; Esselâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Resûlallah. İşte senin ümmetinden ben geldim sana. Resûlullah derse ki benim ümmetimin sakalı olması gerekir. Seni ben nasıl göreyim böyle sakalsız karşımda? Nasıl ümmetsin sen derse ne demesi lazım insanın. Şimdi sünnet-i seniyeyi diyor. Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna vardığımız vakitte o Beyt-i Muazzam’da
Allah cümlemizi affetsin yani.
Orada kabahat görmeye mi gidiyoruz, kusur görmeye mi gidiyoruz? Onundan bununla itişmeye mi gidiyoruz, kavgaya mı gidiyoruz? Az aldı parayı çok aldı parayı diye didişmeye mi gidiyoruz? Bunların hepsi büyük zayiatlardan.
Allah cümlemizi affetsin de oraya kabiliyet, istidat ihsan etsin bize evvela. O kabiliyet ve istidatla beraber oraya gittiğimiz vakitte oradan bir istifade ederiz. Kabiliyet ve istidadı hazırlamadan oraya gitmek, kabiliyet ve istidadı hazırlamadan oraya gitmek abestir. Borcumuzu yapacağız. Borcumuzdur, vazifemiz. Mesela namaza nasıl gelmek borcumuzsa, Allah kabul eder bunu başka fakat istifade ciheti. İstifade ciheti için insan kabiliyet hazırlaması lazım.
Onun için ilk derslerde ben şimdi hep derim. Burada en çok rolü oynayan nefis. Şeytan da var ama şeytanın rolü ikinci dereceye kalıyor. Nefs. Nefsini yenemeyen insan, nefsinin esiri ve kölesi olan insan orada yine nefis onunla beraber olur. Çünkü Mekke'ye gitmekten nefis bundan ayrılıyor ki. Nefis ondan ayrılmıyor, nefis onunla beraber.
Onun için nefsin ıslahına burada insan kendisini hazırlamak lazım. O da laflarla olmuyor. Şimdi kurs açmışlar hacılara. Hacılara kurs veriyoruz. İşte ihrama böyle girersin. Oraya gidersin şöyle yaparsın. Herkes biliyor zaten. Onlara o kursa hacet yok zaten herkes birbirine öğretiyor o işleri. Asıl kabiliyet, kötü ahlakı terk edip iyi ahlakın sahibi olmak.
Şimdi ders oraya geliyor.
O etkıyâ ki;
İzâ ğâbû lem yüftekadû. Yoklarken kimse aramıyor onları. Ve izâ şehidû lem yu’rafû. İçimizde olursa da kimse ona kıymet vermiyor. Tanımıyor, anlamak istemiyor. Ülâike. Ama onlar. Eimmetü’l-hüdâ. Hidayet ışıkları onlar şimdi.
Onlara kimse metelik vermiyor ama asıl kaynak, hidayet kaynakları oluyor onlar.
Ve mesâbîhu’l-ilmi. İlmin ışığı onlar oluyor.
İnne ahvefe mâ ehâfü alâ ümmetî el-hevâü ve tûlu’l- emelü.
Şimdi tûl-u emel. Büyüklerden birisi galiba, dervişlerinden birisi gelmiş, bakmış cepleri şişkin.
Ne var orada? demiş.
Ceviz var efendim.
Ne yapacaksın onu? demiş.
Akşama iftara hazırladım demiş.
Tûl-u emel sahibi diyerekten bir sene onunla konuşmamış. … iftarlığını şimdiden cebinde taşıyor demiş. Tûl-u emel saymış bunu o adam.
Kabiliyet-i istidat o kadar zor ki. Hüsn ü kabiliyet diyoruz ya. Şimdi mesela bu demir serttir. Her maddenin kendine göre bir kabiliyeti var. Bu kabiliyetleri bulup meydana çıkarmak büyük devlet. Büyük iş. Hüner.
Şimdi adamcağızın birisi gelmiş. Bin yüz sene evvel ama. Bugünün değil. Bin yüz sene evvel ki bir insan gelmiş. Adamın adını unuttum, Nefeḥâtü’l-Üns’de okudum geçen gün. Efendimi demiş ben size şakirt, talebe yani bugünkü tabirle derviş olmak istiyorum demiş. Ama demiş bir şartla. Sen demiş demirci sanatına girecek, demircilik yapacaksın. Parayı kazanacak ve o paradan yemeyeceksin demiş. O parayı getirip buradaki talebelere yedireceksin. Kendin de dileneceksin demiş. Bununla nafakanı alacaksın.
Şimdi böyle bir yükün altına girecek bir insan fert bulunur mu?
Hiç bulunmaz.
Hem kazanacağım hem de kazandığımdan ben istifade etmeyeceğim başkalarına yedireceğim. Kendim de dilencilik yapacağım. Zaten dilenciliğin kendisi çok ağır bir şey, herkesin yapacağı bir iş değil. Maksat, burnunu sürtmek, nefsini kırmak bu dervişin evvela. O adam demek ki nefis sahibi, kendisine bir varlık sahibi. Evvela onun o varlığını kırmak lazım. O varlık kırılmadıkça dervişlik olmaz. Varlığı kırmak, benliği kırmak.
Onun için bakalım yapabilecek mi diye adam ilk teklifini yapmış. Peki demiş adam. Senelerce bu hizmeti gördükten sonra tabii memlekette de dedikodu başlamış; ne haris adam. Ne haris adam, hem çalışıyor kazanıyor, hem de dileniyor.
Efendim demiş, iyi ben senin emrine itaat ediyorum ama demiş, halk böyle diyorlar bizim için de. Ne yapalım? E öyleyse demiş artık bundan sonra çalış, çalıştığını ye, dilenciliği bırak. Fakat artanını da getir buradaki dervişlere, fukaralara yedir demiş.
Yani insanda evvela muhabbet-i dünyayı insanı içinden silmek lazım. Muhabbet-i dünya içinden silinmedikçe kabiliyet olamıyor. Kabiliyeti engelleyen, engelleyen şeyin en birincisi bu muhabbet-i dünya.
Tûl-u emel, hırs. Şimdi burada Efendimizin dediği tûl-u emelden ve ittibâ-ü hevâdan, yani arzusuna uyuyor. Canı nasıl isterse öyle harekete alışmış, uydurmuş kendini öyle yapıyor. Bunu kitaba uydurayım bu layık mıdır değil midir? demiyor.
Şimdi bir arkadaş dedi ki, hocaefendi biz katiyen faiz almayız. Faiz ile de hiç işimiz yoktur. Senet de alıp kırmayız. Yapmayız böyle. Çok babamızdan aldığımız dersle böyle yaşıyoruz ve işimiz böyle gidiyor. Fakat şimdi bir şirkete girdik dedi adam. Şirket bize dediler ki on milyonluk liralık olacak bu şirket. İşte herkes gücü nispetinde oraya bir söz verdi. Fakat devlet kapıları açıverdi. Çok mal gelecek. Bu çok gelecek mal bedavaya geliyor tabii. Yani kârlı bir şey oluyor. Binâenaleyh şimdi ilk yirmi sekiz milyona çıkmış. On milyondan yirmi sekiz milyona çıkmış. Paralar yetmedi tabii, hadi bizim bankalara dedi. Biz de o şirketin içerisinden bu işe katıldık dedi. İttibâü’l hevâ.
Çok kazanan var. İyi, çok kazan ama meşru cihetten kazan. Gayri meşru oldu muydu onun hayrı olmaz ki.
Sonra ittibâü’l hevâ, tûlu’l-emel. İnsan mesela tûl-u emel. Bugün dünyayı gözünün önüne getirirsen tabii bu dünyanın gözümüzün önüne geldiği zaman bizim çalışmamız solda sıfır kalıyor. Çünkü âlem dev adımla gidiyor. Dev adımla gidince daha da güçlenecek. Elektrik devri. E onlara yetişmek gayesiyle böyle her çeşit şeyi kendimize hoş görürsek, biz de onların bir eşi oluruz sonra yani. Aradaki fark kalkar.
Allah muhafaza etsin.
Onun için Efendimiz demiş ki tûl-u emelden, ittibâü’l-hevâdan çok korkarım.
Niçin?
Fe-emme’l-hevâ. Arzuları tabii. Fe-yesuddü sâhibehû ani’l-hakkı. Sahibini haktan uzaklaştırır, haktan ayırır. Hakka uydurmaz. Ve emmâ tûlü’l-emel. Tûl-u emel de. Fe-yünsi’l-âhirah. O da adama âhiretini unutturur.
Çünkü çok çalışacaksın. O çok çalışmak dolayısıyla ibadetlerini yapamayacaksın. Sonra yaparım diyeceksin. Ne olur. Ve hâzihi’d-dünyâ mürtahaleh. Bu dünya gidiyor işte. Bak ecdat [gitti]. Bütün bir aktarma oluyordu. Bunu hepimiz biliyoruz. Bu aktarmanın içerisinde herkes ne yapacaksa yapacak.
Bu dünya şimdi amel dünyası. Âhiret hesap âlemi, amel âlemi değil. Amel bitti orada. Orada hesap yeri var artık. Burada amel yeri var, bu amelini yaparsın. Âhirette ise hesap yeri var. Ona göre ayağını denk tut.
İnne ednâ ehli’l-cenneti menzileten.
Bu dünya güzel ama ne kadar güzel olursa olsun ne kadar iftihar edilecek devletlere insan nail olursa olsun sonu yok.
Şimdi cennetteki en ednâ menzili, en ufak adamın hâli. Le-yenzuru fî milkihî elfey senetin. Mülkünde öyle iki bin sene yalnız okuyor böyle mülkünü. Seyrini, seyrediyor.
Akşam, Mir’âtü’l-Harameyn diye bir tarih var. Tarihi okuyoruz. O tarihte, Sebe’ denilen bir kavmin hikayesini anlatıyor. Bunlar işte Yemen kasabasında gayet güzel bir arazi bulunmuş. Bu arazinin böyle yetmiş küsur da deresi varmış bu arazide. Suyu bol yani. Gayet bağlık bahçelik, bir şeyler yetiştirmişler. Fakat zenginlik, inne’l-insâne le-yetğâ [1] var ya. İnsanı tuğyana sevk ediyor. Zengin olmuşlar. O kadar artık mala mülke gark olmuşlar ki haddi yok. Cenâb-ı Hak onlara on üç tane peygamber göndermiş. Yapmayın etmeyin, ayıptır günahtır, Allah'tan ayrılmayın. Hepsi enva-i çeşit masallarla peygamberleri atlatmışlar. Demişler ki bizim babalarımız deli adamlar mıydı? Onların gittiği yoldan biz ayrılmayız demişler, el-hâsılı ve’l-kelam. Demiş ki Allah'ın azabı gelir. O azaptan kendinizi sonra kurtaramazsınız.
Fakat onlar da bizim bir şeyi gibi. Hani şimdi bir baraj yapıyorlar. Bu baraj gibi büyük bir baraj yapmışlar. On iki bin adım boyu, on iki bin adım eninde. Bizim bugünkü baraj o kadar değildi bana kalırsa. Koca bir baraj yapmış adamı yani. Üç tane kapı yapmış o zamanın bilgilerine göre. Her kapı bir sene idare ediyormuş. İkisi de yedek duruyor. Suyu fazla suyu salmıyor içeriye.
Demiş ki bu bend korkarım demiş delinecek, bozulacak. Sıçanlar, köstebekler filan sizin bu bendinizi yıkacak. Bu su sizi gark edecek. Biz demişler bir şeyler yaratırız, kediler bağlarız güzel, fare koymayız oralara.
Eh ben karışmam demiş peygamber aleyhisselam. Dinletememiş sözünü. Koca koca kediler koymuşlar bendin yanına ki sıçanlar oymasın [barajı] diyerekten.
Allahu Teâlâ kediden büyük sıçan yaratmış. Sıçanları görünce kediler her biri bir tarafa kaçmış. Derken onlar da hünerlerine göre temelleri oymuşlar, su şar diye koca derya bir boşanmış. Boğulan boğulmuş, boğulmayan insanlar da bir kısmı bilmem Şam tarafına kaçmışlar, bir kısmı da bizim Diyarbakır tarafına kaçmışlar. Bu sebeple epeyce selden kurtulmuşlar ama yine iman eden eder etmeyen etmez. İnsanda bu tıynet var yani. İnatkârlık tıyneti.
Allah cümlemizi affetsin.
Şimdi bu dünyadaki ferahlık ne kadar bol olursa olsun, bir sonu var yani. İşte altmış, yetmiş, seksen, bilemedin yüz sene. Onun yüz senesinin de hayrı olmaz ya. Seksenden sonrasının bunaklık devridir, ihtiyarlık devridir filan.
Âhirette bu öyle değil. Gayet güzel selamet. İki bin sene böyle adam seyrediyor memleketini.
Yerâ aksâhu kemâ yerâ ednâhu. En uzak yeri yakınını nasıl görüyorsa en uzağını da öyle görüyor.
Bunlar oraya dört bin küsur kasaba yapmışlar bu sefer de. Dört bin küsur kasaba. Her kasabanın arasını da altı saat yapmışlar. Gayet düz bir araziymiş. Böyle biri diğerini seyredermiş yani. Yemen tarafında.
Cenâb-ı Hak da şimdi oradaki saltanatından, mü’mine vereceği saltanatından bahsederken işte en uzak yerine adam en yakındakini gördüğü gibi görüyor.
Yenzuru ezvâcehû ve hademehû ve sürurahû. Hizmetkarlar, hanımlar, koltuklar, karyolalar, enva-i çeşit. Bunlara böyle bakıyor adam. Hayatta olmayacak şeyler hepsi tabii. Bu ednâsının.
Ve inne efdalehüm menzileten. Bir de eftali var bunların şimdi. Bunların eftal olanlarının menzil cihetinden. Le-men yenzuru fî vechillâhi tebârake ve teâlâ külle yevmin merrateyni. Bu o devlete mazhar olmuştur ki her gün sabahta ve akşamda Cenâb-ı Hakk'ın cemalini müşahede ediyor. O devlete ulaşmış. Bu dünya servetleri, nimetleri iyi ama arkası boş. Nihayet ölümle bitiyor. Ölümle bittikten sonra âhiret âlemi açılıyor. Âhiret âlemi açıldıktan sonra bu nimetlerden mahrum olan insana hüsran kâfidir yani. Bu pişmanlık, nedamet bitmez.
İnne ednâ zera’âti’l-mücâhidîne. Mücahitlerin en ufak bir zahmeti. Zeraat, zahmet manasında, meşakkat manasında. Fî sebîlillâh mücahit olanların en ednasının çektiği en ufak bir meşakkatten dolayı Cenâb-ı Hak buna ne mükâfat veriyor? Adlü sıyâmi senetin. Bir sene oruç sevabı veriyor. Ve kıyâmihâ. Geceleri kâim olmuş, gündüzleri sâim. Bir senede böyle oruç tutan adamını sevabı neyse Cenâb-ı Hak bu mücahidin en ufak bir eziyetine karşı bu mükafatı veriyor.
Şimdi nefislerle mücahede düşman ile mücahededen daha alâdır demişler. Çünkü düşman ile mücadele farz-ı kifayedir. Farz-ı kifayedir, farz-ı kifayeyi anlarsınız tabii. Cenaze namazı kılmak gibi. Cenaze namazını beş on kişi kıldı mıydı bir yerlerinden sâkıt olur. Genç asker insanlarımız harbe gider. İhtiyarlardan, çocuklardan gençlerden sâkıt olur bu. Bizi götürmezler ya. Çünkü bir şeye yaramayız oraya gidecek insanlar. Ha onun için biz bundan müstesnayız. Halbuki nefisle mücahededen kimse müstesna değil. On beş yaşını doldurdun mu bir kere, ölünceye kadar nefsiyle mücahedede memur.
Niçin?
Nefs onu kötü yollara sevk etmesin Allah esirgeye. Bakın, atın gemini bıraktığın vakitte insanı atar başka taraflara. Bunun gemi daima atın üzerinde duran adamın elinde olacak ki at bazen ürküverir, korkuverir, kaçıverir. E onun gemi elinde olmazsa helâk eder seni. Binâenaleyh nefsin gemi sahibinin elinde olmazsa bırakıverirsen… Mücahededir yani. Mücahedeyi bırakıverirsen seni yener o.
Şimdi günde iki defa Cenâb-ı Hakk'ın müşahedesine mazhariyet kolay mı olur dersin?
Alt tarafı işte dünyadaki muvaffakiyetler. Ya bu mücahededeki ahirette Cenâb-ı Hakk'ın Cemali'ni müşahede, ne büyük nimettir bu.
Allahım yâ Rabbi, lütfeyle bizlere.
Kîle. Dediler ki Efendimize. Yâ Resûlallah ve mâ ednâ zera’âti’l-mücâhidîne. Bu mücahitlerin en ufak zahmeti nedir ya Resûlallah?
Buyurdular ki;
Yeskutu sevtuhû ve hüve nâ’isün. Atla giderken uyumuş, böyle dalmış. Elinden kamçısı düşmüş. Oluyor ya. Adam uykusuz kalmıştır, yorulmuştur. Yolda giderken atından kamçısı düşmüştür. Düşmüş.
Şimdi inip onu alması lazım. İşte onun atından inip kamçısını alması onun bir zahmetidir. Bu zahmetine karşılık ona bir senelik orucun geceleri kâim gündüzleri sâim sevabını veriyor Cenâb-ı Hak bu kadarına.
Ya bir de düşmanla çarpışmanın sevabı?
İnne ednâ ehli’l-cenneti menzileten. Şimdi menzile. Cenâb-ı Hak hepimizi dereceler veriyor ya. Burada da tabii dereceler var. Yani herkes işte sekiz cennet ya. Her cennetin adamı var. Yalnız Ebû Bekir müstesna. O her kapısından gelecek.
İnşallah biz de onun şeysiyiz. İnşallah bizi de arkasından cennete sokar.
Le-men yenzuru ilâ cinânihî ve ezvâcihî ve na’îmihî ve hademihî ve sürurihî. Şimdi pencerelerden bakıyor. Cenâb-ı Hak ona hazırlanmış. Tesbihlerimiz, tahmidlerimiz burada yaptığımız tesbihler, tahmidler, Kur’an’lar, ibadetler, nafileler orada bizim için köşklerdir işte. Kim burada ne kadar çok tesbih ettiyse o kadar çok orada şeye, bağlara bahçelere malik olacak.
Bu nimetler dünyada insanın aklına gelmez yani. Dünya nimetleri bu kadar güzel nimetler var şaşırıyoruz. Ama âhiretteki nimetlerin zerresi olmaz bu dünya. Mesela şimdi iki saatte Mekke'ye gideceğiz. Bir devlettir bu. Daha fazla şeyler mesela güzel güzel meyveler. Mevsiminde oradan geliyor buraya. Her şeyler bulunuyor şimdi yani. Çok nimetler var. Ama bu nimetler ahiret nimetlerinin yanında zerre olur.
Adam buna bakıyor. Mesîrate elfi senetin. Bin sene böyle, oo mest olmuş yani. Mest oluyor böyle. Ve ekramühüm alellâhi men yenzuru ilâ vechihî ğudveten ve ‘aşiyyeten. Burada Allahu Teâlâ'nın onlara en büyük ikramı, sabahta ve akşamda cemâl-i ilâhîyeyi müşahede.
Yenzuru ilâ vechihî. Cenâb-ı Hak buyuruyor. Ondan sonra Efendimiz şu ayeti okumuş. Esteîzübillah;
Vücûhün yevme izin nâdiratün ilâ rabbihâ nâzirah. [2]
Tirmizi, Taberâni.
Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar eylesin. Cümlemizi fazl u keremiyle nefsin, şehvetin, şeytanın elinden kurtulup o güzel cennetine müstahak, istihkak getiren kullarının zümresine kabul buyursun.
el-Fâtiha!