Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn. Vel âkıbetü lil müttakîn. Ves salâtü, ve's-selâmu alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihî ecmaîn...
İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûru muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:
Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri; şifa üç şeydedir buyurmuş.
Birisi bal şerbeti. Bal şerbeti birçok dertlere devadır.
İkincisi, hacamât olmak. O da kanın bazı zamanlarda, ba-husus sıcak devirlerde vücutta bir hücumu vardır, o hücumu esnasında kan aldırılırsa, o da bir şifadır.
Üçüncüsü, ağrı sızılara da key denilen, demiri ateşte kızdırıp, o kızgın demiri o yaranın ağrının üzerine dokundurmak sureti ile tedavi usullerinden bir usulmüş amma bu tedavi usulü ben men ederim, istemem. Nehyederim, bunu yapmayınız demiş.
Buhârî ve İbn-i Mâce, Abdullah ibn-i Abbas’dan rivayet etmişler.
Şimdi bugün tabii hepimiz çeşitli ilaçlara başvuruyoruz onlara. Ama bu bal şerbeti hepimizin bildiği bir şey. Hem besleyicidir hem de vücuda nâfidir, hem de hastalıkları giderici bir şey olduğunu Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem buyurmuştur. Onun emirlerine ittibâen böyle sıkıntılı zamanlarda bu şerbetler yapılır içilirse, herhalde şifa olacağını Allah’tan ümit ederiz.
Eş-şüf’atü fî külli şirkin: Fî ardın, ev reb’in, ev hâitin; lâ yaslühu lehû en yebîa hattâ ya’rida alâ şerîkihî, feye’huze ev yedea, fein ebâ fî-şerîkühû ehakku bihî hattâ yü’zinehû. Bu da Müslim, Neseî ve Ebû Dâvud, Câbir ibn-i Abdullah radıyallahu anh’dan rivayetidir ki;
Şüf’a diyerekten gerek arazide, gerek emlakta, mallarda, evlerde, herhangi bir şeyde; birisi malını satacak fakat yanı başında komşusu da var, evler birbirine bitişik, evvela o komşusuna söyleyecek. Komşu onu almak isterse komşusuna verecek. “Ben istemiyorum, bana lüzumu yok!” derse, o zaman talibine verir.
Ama komşu yanındaki komşusu değil. O mahalle de komşudur. Mahalleden ben bu eve talibim diyecek bir insan çıkarsa onu başka mahalledekine vermektense o mahallenin insanına vermesini daha evlâ görmüşler. Onun için de bu hadisin geniş bir tafsilâtı vardır. Gerek arazide olsun, gerek mülklerde olsun bu satılacak şeyler evvela komşuya arz olunur. Komşu kabul ederse eder; etmezse ben etmiyorum derse, o zaman isteyene verilir.
Ama dediğim gibi evvela komşusu, yanındaki kırk eve kadar komşusu sayıyorlar. Ondan sonra mahallesini sayıyorlar. Ondan sonra memleketlisini de koymuş.
Eş-şi’ru kelâmün bi-menzileti’l-kelâmi, fe-hasenühû hasenü’l-kelâmi, ve kabîhuhû kabîhu’l-kelâmi.
Bu şiir denilen bir şey var ya; kafiyeli sözler söylemek, şâirâne sözler söylemek. Bazı insanlar da tabiatı iktizası tabiî olarak, cahildir. Kendisi bilmez bir şey ama, tabiat-ı şiiriyeti vardır, söyler. Bazısı da okumanın, edebiyatın neticesinde böyle güzel konuşmalar olur, şairâne sözler söylerler.
Bu şairane sözlerin içerisinde çok hikmetâmiz sözler de vardır. Eski cahillik dönemlerinde ki şairler gayet güzel sözler söylemişler. Bunların arasında ibretâmiz ve hikmetâmiz, ibret verici, ders verici sözler vardır. Bunların kimisi iyidir, kimisi kötüdür. İyisi iyidir, kötüsü de kötüdür.”
Şairlik yüksek bir mertebe ama, bunu su-istimal etmişler. Methedeceği insanı metheder, göklere çıkarır; yermek istediği insanı da yerin dibine batırır.
Eş-şüfeâü hamsetün “Şefaatçiler beş tanedir:
Birisi; el-Kur’anü “Kur’ân-ı Azîmüşşân” İlk şefaatçimizdir.
En büyük şefaatçimiz Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır. Ama o Kur’an ki Allah için okunur. O Kur’an ki Allah için öğrenilmiş ve Allah için okunuyor ve içindeki ile amel etmeye çalışılıyor; o Kur’an onun şefaatçisidir. Gece uyumuyor okuyor, sabahleyin erken kalkıyor okuyor, gündüzleri boş kaldıkça okuyor; bu onun şefaatçisidir.
Ama dünya gayelerine, dünya menfaatlerine alet edilerekten din dünyaya alet olaraktan okunuyorsa, o zaman da Kur’an şefaatçi değil şikâyetçidir.
Onun için tahsil devresinde olan çocuklarımızın kulaklarına küpe olması lazımdır ki okurken, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı öğrenirlerken biz bununla Allah-u Teâla’nın rızasını kazanmak için çalışıyoruz, öğreniyoruz. Yoksa dünya menfaatlerini elde etmek için, dünyevî bir gaye için olursa, bu şefaatçilikten çıkar. Ma’rifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretleri dünyayı çok güzel anlatıyor. Ve dünyadan bizi o kadar soğutuyor ki, tarif edilmez. Şimdi okuyacağım inşallah.
Dünya nedir? Ahiret nedir? onu da izah edeyim:
Dünya, seni Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmekten, O’na ibadet taat etmekten alıkoyan her şey dünyadır. Ne ki seni Allah’tan alıkoyuyor onların hepsi dünyaya aittir. Seni Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmeye sevk eden her şey de ahirettendir. Mal, mülk, para, pul, tarla, bahçe… Hepsi senin ahirete amel etmene vesile oluyorsa, bu vesile dolayısıyla onlar bu sefer ahiretten oluyor. Gayelere göre değişiyor demek. Gayen dünya ise dünya oluyor. Gayen ahiret ise ahiret oluyor.
Onun için Kur’an da burada bunun gibidir. Eğer ahirete müteallik niyetiyle okuyorsan, ne mutlu sana. Yok, ölüleri sevindireyim de paralar alayım diye okuyorsan, ne yazık sana!
İkincisi; ve’r-rahimu.
Şefaatçinin ikincisi rahimdir. Yani akraba-ı taallukat arasında sıla-i rahim dediğimiz; babalar, dedeler, nineler, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar ve bunların ikinci kuşak çocukları… Bunlarla irtibatı kesmemek, bunların ziyaretlerine gitmek, ziyaret olunamıyorsa mektuplarla bunların hatırlarını sormak. Yardıma muhtaçlarsa yardımlarına koşmak. Bu sıla-i rahim tâbir olunur ki bu da bu rahim; “Bu adam bu vazifeleri yaptı.” diyerek kendisine şefaatçi olacak.
Üçüncüsü Ve’l-emânetü.
Emanet de şefaatçi ama emanet mevhumu ortada bir şey.
Emanet hakkında ayet-i kerimede, estaizü bi’llâh:
İnnâ aradna’l-emânete ale’s-semâvâti ve’l-ardı ve’l-cibâli feebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehe’l-insân, innehû kâne zalûmen cehûlâ.
Bu emanet öyle bir şey ki; din emanettir, Kur’an emanettir demişler, sıhhat emanettir demişler, camiler, memleket emanettir demişler. Bize dedelerimizden nasıl geldiyse emaneten bizden de öylece gidecek. Çoluk çocuk, o da emanettir. Hepsi. Mal mülk, o da emanettir. Bunları hak yolunda, Allah yolunda kullanabildiğimiz takdirde bunlar bize şefaatçi olacaklar. Yok bunları Allah yolunda hak rızasında kullanamayıp da bunlarla dünya menfaatlerine ömrümüzü çürütürsek, o zaman bunlar da bizim hakkımızda şikayetçi olurlar.
Emanet o kadar mühim bir şey ki Cenâb-ı Hak evvela bunu semâvatlara arz etmiş. Demiş ki göklere;
“Böyle bir emanetim var alın.”
Hepsi;
“Aman yâ Rabbi, biz onu taşıyamayız.” demişler.
Yere demiş:
“Al bu emaneti!”
“Aman yâ Rabbi! Ben yapamam.” demiş.
Dağlara vermiş:
“Alın bu emaneti!”
“Yapamayız, aman yâ Rabbi!” özür dilemişler. En nihayet insana gelmiş:
“Ne var?” demiş.
“Yaparsan cennet, yapamazsan cehennem.”
“Yaparım inşallah.” demiş kabul etmiş.
Emaneti biz kabul etmişiz.
Emanet ne?
İşte Kur’an, içindeki ahkam, hepsi bize emanet! Bunları hüsn ü idare edebilirsek; din, iman, namaz, niyaz, hepsi bunların içerisinde, ne mutlu bize. Yapamazsak, o zaman da ne yazık bize.
Dördüncüsü; ve nebiyyüküm.
Peygamberimiz sallalahu aleyhi vessellemin kendisidir. O da bizim şefaatçimiz.
Ne zaman şefaatçimiz? Onun ümmeti olduğumuz taktirde, ümmetliğimizi ona tasdik ettirebildiğimiz takdirde. Peygamber şefaat eder ama, ümmetine… Öyle ümmet ki,
Kul in küntüm tuhibbûna’llâhe fe’ttebiûnî yuhbibkümü’llâhu ve yağfir leküm zünûbeküm. Peygamber sallallahualeyhi vessellem’e tam mânâsı ile uyan bir ümmet. Ona uymadıkça, ümmetlik davasında iddiamız noksan.
Beşincisi; Ve ehl-i milletiküm
Bunlar da Allahu a’lem, sahâbe-i kirâm olsa gerek. Allah-u alem..
Eş-şehâdetü seb’un. Burada şehadeti, yani şehitliği yediye böldü. “Şehitlik yedi tanedir.”
Sive’l-katli fî sebîlillâhi. “Muharebelerde şehit olanlardan gayrı yedi şehit daha vardır” dedi. Fakat ben başka bir yerde bu şehitleri otuza kadar okudum. Burada yedi tanesinden bahsediyor.
El-maktûlü fî sebilillâhi şehîdün “Allah yolunda vurulan insanlar şehittir.
İkincisi; ve’l-mat’ûnü “süngü ile” O da şehittir.”
Ve’l-garîku. Harp esnasında gemisi batmış. Harp esnasında batan kimse o da şehittir. Diğerleri de hükmen şehittir. Gemisi batmış yahut boğulmuşlar. Bu da hükmen şehittir ama
Ve sâhibu zâti’l-cenbi “Yan hastalığı diyorlar -veremin bir nev’i- bu da şehitten sayılmıştır.”
Ve’l-mebtûnu “Karın ağrısından ölen de şehittir.”
Bağırsak hastalıklarına iptila olmuş yahut mide hastalıklarına iptila olmuş, nasılsa, karın içerisinde… Bedeni de belki buna dahil. Bu da şehit sayılmış.
Ve sâhibu’l-harîki “Ateş” Yangında yanmış bu da şehit sayılmış.
Bunlar korkunç ölümler çünkü… Bu korkunç ölümlerde insan tabiatıyla “Allah!” der. Bu Allah deyişi ile de Cenâb-ı Hak bunları bu şehitler arasına koyaraktan mükafatlandıracak demek.
Ve’llezî yemûtu tahte’l-hedmi “Bir binanın altından geçerken duvar üzerine yıkılıyor, altında kalarak ölüyor. Fakat; ve lâ tülku bi-eydîküm ile’t-tehlüketi. “Muğayyir olan, yıkılması mümkün olan, muhtemel olan bir binanın içerisinde yatıp da yıkılınca ölürse, o zaman cezalandırılır. Şehitlikle değil ceza ile duçar olur. Tehlikeyi kendine ilka ettiği için. Yıkılmaya meyletmiş bir duvar… “Ben bunun altında biraz istirahat edeyim, oturayım!” olmaz. Yıkılacak bir duvar… Belki o anda yıkılır, onun altında ölürsün.
Bu öyle değil. Güzel bir duvarın altında otururken bir hareket olmuş mesela, Allah esirgesin ansızın yıkılıvermiş. Sütun gibi. Köprü de öyledir. Köprüden gideceksin. Mesela eski köprüler tahtadan, ağaçtan yapılmış, çürümüş. Geçerken muhakkak göçme ihtimali çok. O köprüden de geçerken eğer düşer de ölürsen o da cezalanır. Tehlikeye kendini ifşa etmeyeceksin.
Ve’l-mer’etü temûtu bi-cum’in şehîdün “Kadın da doğum esnâsında veya lohusalık haliyle âhirete göçerse, onu da şehit saymışlar.” Ravileri pek çok.
Eş-şehâdetü tükeffiru külle şey’in ille’d-deyne “Şehadet ilk damla kanı ile bütün günahları silinir; ne kadar günahı varsa, hiç günahı kalmaz.
İlle’d-deyne “Ancak kul hakkı olan borcu bakidir.” Kul hakkı olan borcunu şehitlik ödemez. Şehitlik hep günahları siliyor fakat kul hakkı olan borç üzerinde kalıyor.
Ve’l garaku “Fakat muharebe esnasında gemisi batarak şehit olursa, o zaman kul borcu da ödenir.”
Çünkü karadaki ölümle denizdeki ölüm bir değildir. Karadaki ölüm bir derece emniyet altındadır ama denizdeki ölümde emniyet yok, kurtulma çareleri yoktur. Onun için oradaki ölümlerde, şehadetlerde, bütün günahlar da, borçlar da siliniyor.
Eş-şühedâu ümenâu’llâhi “Şehitler, Allah’ın eminleridir; sâdık, müstakim insanlardır.
Kutilû “İster şehitler harp yerinde katl olunsunlar. Ev mâtû alâ furuşihim “ister yataklarında ölerek şehit olsunlar.” Yatağında ölünce insan nasıl şehit olur?
Şimdi bu şehidin şehadetinin sebebinden birisi; insanın en kıymetlisi canıdır, canını da Allah’a feda ediyor bu. Muharebeye gidince canım da sana feda olsun diye atılıyor, sakınmıyor, korkmuyor. Bu, Allah’a canını da feda ettiğinden dolayı:
İnna’llâhe’ş-terâ mine’l-mü’minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi-enne lehümü’l-cennete Kavli ile Cenâb-ı Hak bunların bu fedakârlıklarını cennet ile satın almış oluyor.
Bir de var ki, “Yatakta ölen.” diyor.
Yatakta ölen de öyle bir bahtiyardır ki, bütün varlığını Allah’a bağlamıştır. Gönlünden bir an Allah’tan ayrıldığı yoktur. Gönlü Allah’la o kadar bir ki, bir an yoktur ki o Allah’tan hâli olsun.
Bunlara ârif diyorlar. Bu âriflerin, ma’rifet-i ilahî ile içleri dolu olan bahtiyarlardır. Bunların bir tanesi bin şehide bedeldir. Yatağında öldüğü halde, bir tanesi bin şehide bedeldir. Şehit, umumî bir dövüş mahallinde ileri atılmıştır, canını feda etmiştir. Fakat bu ârif olan insan dünyayı biliyor, kendisini de iyi biliyor. Kendisinin yaratılışındaki hikmetleri şöyle araştırıyor, bakıyor ki bunları Allah’tan başka yapacak kimse yok.
Bu öyle bir nizam, intizamdır ki, şu vücudumuz öyle yaratılmış ki buna ilm-i teşrih diyorlar. Doktorların en güzel bildiği bir ilimdir. Fakat bu nazariyat ile bilinmez. Binâenaleyh o irfan dediğimiz, âriflik hikmeti, Allah-u Teâla’nın verdiği bir nur-u basiret var. Bir nur, o nurda da bir basiret vardır.
O nur-u basiretle, o basiret gözünün yani gönül gözünün keşfi ile olan bilgidir ki, o bilgi kendisini Allah’a bağlar. Dünya bir tarafa, her şey bir tarafa o Allah ile yalnız başına... Dünyanın hiçbir şeyinde ne zevkinde, ne sefasında, ne malında, ne mülkünde kat’iyyen zerre kadar gözü yoktur. Onun bütün işi Allah. Dili Allah’ta, gönlü Allah’ta, kendisi taatte. Uykusu da taattir bunun, uyanıklığı da taattir. Onun için bu kimseler yatağında da ölse bir tanesi bin şehide bedeldir.
Onun için aziz kardeş!
Allah şu kâinatı yaratmış. Bu kâinatı bizim için yaratmıştır. Şu kâinat bizim için yaratılmıştır. Eğer biz yaratılmasaydık, bu kâinatta hiçbir şey olmazdı. Ne ay olurdu, ne güneş olurdu ne sair ecrâmı olurdu, hiçbir şey olmazdı.
Cenâb-ı Hak bizim için şu kâinatı düzenlemiş ve bizi de burada yaratmıştır. Onun için sen o kadar büyük mahlûksun ki kendini hiçe sayma ve boşu boşuna cehenneme atma kendini…
Allah-u Teâlâ bizi niçin cehenneme atıyor?
“Ben sana bu kadar nimet verirken, sen o kadar bedbaht insansın ki beni unuttun, varlıkların sahibini unuttun, nefsinin şehvetine daldın. O sana verdiğim nuru zayi ettin, zulmete düştün. Öyleyse şimdi hakkında bu hüküm oldu.” diyor.
Onun için o bize verilen bu vücut hiçtir. Evet çok mükemmel yapılmış, çok muntazam yapılmış, kimsenin elinden gelmez. Bütün azaların birbirlerine bağlılığı ne kadar muntazam. Yiyoruz pekalâ karnımıza gidiyor, neler olduğunun farkında değiliz. O orada hazm ediliyor, çeşitli tabakalara ayrılıyor. Kanı bir tarafa, yağı bir tarafa, suyu bir tarafa... Bir de onu oradan çıkarma kudreti var. Bunların hepsi nasıl muntazam böyle bir şey dahilinde gidiyor. Bu intizamı yapabilmek için bir fabrika kurmak lazım gelse, dünya belki almaz bu fabrikayı. Ama Allah celle ve a’lâ şu ufacık bir vücudun içerisine hepsini sığdırmış.
Bunun için İmam Ali kerremallahu vecheh diyor ki:
“Sen kendini küçücük bir şey zannetme! Senin içine bütün âlemler dürülüp konmuştur. Bütün âlemler senin içindedir.”
Kalp var ya, bu kalbin içinde bir noktacık var. Şüeyda diyorlar. O ufacık noktanın içerisine Allah kâinatı sokuyor. Kâinat o noktanın içerisine giriyor. Cenâb-ı Hak, “Ben hiçbir yere sığmam, kulumun gönlüne sığarım.” diyor. Sen bunun ucunu bulabilir misin şimdi?
Hiçbir yere sığmayan Allah kulunun gönlüne sığıyor. Kul ne bahtiyar kul ki, Allah-u Teâlâ onun gönlüne misafir geliyor.
Sen bunu bırak, dünyanın cîfelerine dal. Onunla beraber bu güzel nimetleri yok ederek o nurun içinden çık, zulmete gir, git bu dünyadan. Allah âkıbetimizi hayreylesin.
Onun için; Eş-şühedâu ümenâu’llâhi kutilû ev mâtû alâ furuşihim. “İsterse bunlar muharebelerde katlolunsunlar.” Muharebede katl edilenler şehit. Şehîd-i hakîkîdir. Bir de kutilû denildiği vakitte kazâen oluyor veyahut da kasten birisi tarafından öldürülüyor. Kasten birisi tarafından haksız yere öldürülen, bu da şehîd-i hükmîdir, yâni hükmen şehittir. Çünkü haksız yere, mazlum bir şekilde öldürülmüş.
Veya; yatakları içinde ölen arifler. Allah-u Teâlâ onların şefaatlerine bizleri de nail etsin… Bizleri de onların arasında ilhak eylesin inşallah.
Onun için bu dünyada yapılacak yegâne şey, o ma’rifet-i ilâhiyyeyi kazanabilmektir. Altınlar, gümüşler, yakutlar, mercanlar kurban olsun o gönle… Onların hepsi bu dünyanın cîfesinden ibaret. Onları hiç götüren yok, herkes burada bırakıp gidiyor. Buradan bir kefene sarılıp gidiyor. Ama o gönlün eğer Allah ile ma’mur bir gönül ise, o gönül seninle ggidiyor.A’mâl-i sâlihaların hepsi de gene seninle beraber gidiyor.
Onun için yine buyuruyor; Eş-şühedâü alâ bâriki nehrin, bi-bâbi’l-cenneti. Şehid bu mükafâtından dolayı ister yatağında ölmüş olsun, ister düşman karşısında ölmüş bundan dolayı bir mükafaât veriliyor.
Bu cennetin dereleri var, nehirleri var. Ama bu nehirler bizim bu nehirler gibi öyle gayri muntazam değil. Çok muntazam, etrafı da çok süslü, çok zînetli… Öyle parlıyor ki, o pırıltılarına hayran oluyor insanlar. Bu şehitler, cennetin kapısı önünde akan yeşil bir kubbenin içerisindeler.
Kimisinden süt, kimisinden bal, kimisinden su, kimisinden şarabı ama dünya şaraplarından değil. Akıyor. Etrafları da o kadar şâşaalı ki, bakmaya kıyamıyorsunuz. Bizim o beş yüz bin mumluk lambalar onun yanında hiç kalır.
Fî kubbetin hadrâe “Yeşil kubbeye yapılmış” Şehitleri oraya oturtuluyorlar. Artık orası zevk alemi, safa alemi...
Bununla beraber, Yahrucü aleyhim rizkuhüm mine’l-cenneti, bükreten ve aşiyyâ. “Bunların rızıkları her sabah ve her akşam onların rızıkları cennetten altın tepsiler içerisinde önlerine getirilir.” Buyurun derler. Bu hatat-ı maddeden ibaret olan şu hayatı Allah’ın yolunda feda ettiğinin mükâfatı olarak mânevî hayatında her gün sabah ve akşam da bu rızıklar kendisine arz edilir. Bu rızıklar arz olunur.
Onun için Cenâb-ı Hak bize diyor ki:
Siz sakın ha böyle Allah yolunda canlarını verenlere öldü demeyin.
Be’l ahyâün inde rabbihim yürzekûne. “Belki onlar Allah-u Teala’nın indinde merzûklardır. Sabahında ve akşamında böyle mânevi rızıklarla, cennet taamlarıyla kendileri it’am olunurlar. Ta kıyamet kopacak, biz de onlara kavuşuncaya kadar...
Asıl dünyanın misali şu gibidir ki: Üstünde çeşitli mücevheratlardan bir kubbe. Bakarsın, bayılırsın. Fakat içerisindeki bir cife. İşte dünyanın misali bunun gibidir. Üstü gayet süslü, fakat içerisi berbat-ı perişan.
Cenâb-ı Hak cümlemize tevfik buyursun, ihsan buyursun, in’am buyursun.
Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selamün ale’l-mürselîn velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn.
El-Fâtiha.