Elhamdülillah, sümme el-Hamdülillah, el-Hamdülillahîllezî hedâna lihâza vema künnâ linehtediye levlâ en hedânallah. Vema tevfîki illa billah aleyhi tevekkeltu ve ileyh.
Neşhedü en lâ ilâhe illâlahu vahdehu lâ şerîkeleh. Ve neşhedü enne Muhammeden abduhu ve habibuhu veresuluhu. Allahümme salli vesellime ve barik alâ hazen nebiyyu kariybu ve Resulu Seyyidul senedil azim fi kalbirrahim seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İnneküm kad asbahtüm fî zemânin kesîrin fukahâuhu kalîlin hutabâuhu kalîlin sü'âlühu kesîrin mu'tûhu.
Sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri şu hadis-i şeriflerinde ashab-ı kiram hazeratına buyuruyorlar ki;
"Siz bugün öyle bir gündesiniz ki sizin zamanınızda fukaha çok. Bilginlerin, fakihlerin çok olduğu bir devirdesiniz. Hatipleri az, hatibe ihtiyaç yok. Bilgine ihtiyaç var o da çok. Hatibi de az. Dilencisi de az. Buna mukabil kesîrin mu'tûhu. "Vericiler de çok."
Vericisi çok, hayr u hasenatları bol.
Kesîrin mu'tûhu. "O devirde, Efendimizin devrinde vericiler de çok."
İsteyene de istettirmiyorlar, yani ihtiyaç sahiplerini arayıp bulup veriyorlar.
El- amelü fîhi hayrun mine'l-ilmi. "Bugün amel, ilimden hayırlıdır."
İlme ihtiyaç yoktur çünkü. Fukahalar bol, onlar insanlara irşat ediyorlar. Muhtaç da az, binâenaleyh amel lazım. Çünkü onlar amele çok dikkat ediyorlardı. Gece gündüz namaz içinde, Kur'an içinde ibadet ve taatte idiler.
Ve se-ye'tî aleyküm zemânün. "Fakat bu zaman geçecek, arkasından bir zaman gelecek ki." Kalîlün fukahâuhu. "Fakih az.” Fakihi az, yani fakih deyince mutlaka bilen demek değil yani. Fakih; basiret sahibi. Basiret sahibi, işin içine nüfuz etmiş, derinliklerini bilen insan. İlmin derinliklerine vukufu olan kimselerdir. İmam Azam Ebû Hanife, İmam Şâfiî, Hanbeli ve emsali gibi zâtlar. Yoksa bugün ilim bilen çok kimseler var. İsimlerini bilmediğimiz birçok ilimler var ki bugün bilenler çok onları. Onun sınıfları da ayrı, o sınıfları da onları öğrensinler.
Binâenaleyh;
Ve se-ye'tî aleyküm zemânün kalîlün fukahâuhu. "Bir zaman gelecek ki fakih bulamayacaklar, çok az."
Belki bir memlekette bir tane, belki birkaç memlekette birkaç tane.
Fakat kesîrun hutabâuhu. "Fakat bu hatipler, söyleyicilerin hesabı yok, bol."
Çıkıyor kürsüye yahut nereye ise söyledikçe söylüyor. Laf çok çünkü. Ona laf ebesi diyorlar ya. Laf çok!
Kesîrun sü'âlühu. "Buna karşı dilenci de çok, isteyenler." Kalîlün mu'tûhu."Fakat buna mukabil verenler de az."
İsteyen çok ama veren yok. O zaman el-İlmü fîhi hayrun mine'l-ameli. "O zaman evvelki devirde amel lazımdı, şimdi bu devirde de ilim lazım." el-İlmü fîhi hayrun mine'l-ameli. "O gün için ilim lazım insanlara."
Çünkü amel insanlara kâfi gelmiyor ilimsiz olursa.
Birçok ravilerle beraber Abdullah b. Sa'd el-Ensari'den.
Yine bir tane daha buna ait.
İnnekümü'l-yevme fî zemânin. "Siz bugün bir zamanda bulunuyorsunuz ki." Men terake minküm uşra mâ ümira bihi heleke. "Farz ediniz ki 10 parçadır emirler. Bu ondan birisini bırakırsanız." Men terake minküm uşra mâ ümira. "Ondan birisini bırakırsanız." Heleke. "Helak olursunuz."
Tamamını yapmanız lazım. Siz bugün o devirdesiniz.
Sümme ye'tî zemânün. "Fakat bundan sonra bir zaman gelecek ki." Men amile minhüm bi-uşri mâ ümira bihi necâ. "O zaman da ondan birini yapan kurtulacak yakasını."
Bugün onunu yapan birisini bırakırsa helâk oluyor. Fakat ileriye doğru bir devir gelecek ki onda birisini yapabilirse, bu ferâize, nevâfile değil yani. Nafilelerden terki câiz olanlar. Fakat evâmirden terk olunmaz. Bu onda bir demek, nevâfilden terk edilirse. Fakat ferâiz muhakkak işlenecek.
Men amile minhüm bi-uşri mâ ümira bihi necâ. "O zaman necat hasıl olur."
Yani öyle bir devirdeyiz ki bugün, ancak işte ilim sahibi insan kendini kurtarabilirse kurtarır, ne âlâ!
Yine buna bir tane daha ek yapmış Efendimiz;
İnneküm fî zemânin. "Ashabına karşı söylüyor: Siz bugün bir devirdesiniz ki, bir zamandasınız ki." Ulemâuhu kesîrun.
Yukarıda fukaha dedi burada da ulemâ diyor. Ulemâsı bol!
Hutabâuhu kalîlün. "Hatibe ihtiyaç yok, az."
Çünkü ilim olunca hatibe ihtiyaç kalmaz.
Men terake fîhi uşra mâ ya'lemu hevâ. "Kim ki bugün bildiklerinden onda birini terk ederse." Hevâ. "O cehenneme yuvarlanır."
Tamamını yapmanız lazım. Siz bugün o devirdesiniz. Ne biliyorsanız hepsini yapacaksınız, bir tanesini terke cevaz yok.
Ve se-ye'tî ale'n-nâsi zemânün. "Ama yakında insanların üzerine bir zaman gelecek ki." Yakillü ulemâuhu. "Uleması çok az."
Ve yeksüru hutabâuhu.
Onun için hatipleri ulemadan saymamak lazım.
Onu ayırıyor değil mi?
Hatip ulemadan değil. Bellemiştir bir mevzu, söyler onu. Yahut eline verilmiştir bir mevzu, bahseder ondan. Bu ilimden sayılmıyor.
Diyor ki bak;
"Uleması çok, hutabası az bir devirdesiniz. O zaman için. Bir zaman gelecek ki o zaman ulemâ azalacak fakat hatipler çoğalacak."
Hatip insanlara demek tesir yapamıyor. Söz söylüyor ama söylediği sözü kendi tatbik etmediği için karşısına da tatbikine çare olmuyor.
Birisi ders yapıyor. Dersinde şöyle bir mevzu geçti, çok hoşuma gitti.
Ahlak-ı İslâmiyeden bahsederken, bir adamın atına çalmışlardı da, çalınan atına adam, atı alan günaha girmesin diye atın sahibi hakkını helal etti ona. “O adam günaha girmesin, haram yemesin” diyerekten. Muaviye radıyallahu anh ile ashabtan Zübeyir isimli bir zâtın bahçeleri yan yanaymış. Muaviye hazretlerinin işçileri, Zübeyir’in işçilerine, bahçesine zarar vermişler. O da Muaviye'ye bir mektup yazmış, demiş;
"Senin işçilerin benim işçilerime, bahçeme, mülküme tecavüz ediyorlar, zarar veriyorlar. Onun çaresine bak." diye bir mektup yazmış. Muaviye hazretleri almış, "Ne dersin sen buna?" diyerekten çocuğuna vermiş.
Çocuk bakmış, azıcık tabirleri beğenmediği için - Muaviye hazretlerine söylemesi lazım gelen üslup, büyüye karşı o üslubu kullanamadığı için tehdit makamı var mektupta- o tehdidi hazmedememiş, demiş;
"Yollayalım bir müfreze askeriye, katletsin bunları demiş. Böyle adamların lüzumu yok." demiş.
"Oo, kötü düşündün." demiş. "Çok kötü düşündün."
Kendisi almış kalemi eline, demiş;
"Mektubunu aldım. Senin acına ben de aynı iştirakla iştirak ediyorum. Senin acın benim de acımdır. Binâenaleyh benim tasarrufamda olan herşey senin emrine âmâdedir. Bahçemi sana hediye ettim, bütün işçileriyle, içinde bulunanlarıyla beraber malına kat, tasarrufu senindir." demiş.
Şimdi bu büyüklüğün, İslâm akidesindeki büyüklük numuneleri bunlar. Büyüklük numuneleri! Biz az bir paralar için mahkeme kapılarında.
Allah kusurlarımızı affetsin.
Bu kolay bir şey değildir aziz kardeşim!
İnsanda bir nefis var. Ashab-ı kiramın derecesini öğrenir insan buradan. Ashab-ı kiram denince insan bizim gibi bir adam zanneder haddizatında.
"Eh bir bağ bağışlamış bir bahçe bağışlamış ne lazım gelir."
Öyle değil. Bu nefse hakimiyet ile insanlıktaki üstün mertebeye çıkmanın numunesi bu. Bu hepimiz bununla mükellefiz. Yani insanlığın böyle yalnız yiyip içme ve yaşama kısımları, bütün mahlukât bunda müşterektir. Biz o mahluklardan ayrılamazsak o mahlukların seviyesinde bir mahluk oluruz biz de. Biz insan olmaklığımız dolayısıyla daima üstünlük isteyen bir mahlukuz.
Üstünlüğümüz ne ile olacak?
Boyumuzla posumuzla değil, ahlakımızla ve imanımızdaki tekemmül ile olacak.
İnsanlar boğuşuyorlar, çalışıyorlar bu hayatlarını şeysi için. Bu çalışmalarına karşılık Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı bize numunedir. Ashab-ı kiram ve Resûlü Ekrem başta bize numunedir. Bunları daima numune ittihaz etmemiz lazım gelirken .
Resûlü Ekrem'in hayatını hepiniz bilirsiniz, okumaya da lüzum yok. Babalardan, analardan, hocalardan dinlemek suretiyle Resûlü Ekrem'in hayatını bilmeyen yoktur. Nasıl bir zahidane, züht ile bir hayat geçirmiştir: Bazen aç bazen tok.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kâinat O’nun için yaratılmışken niçin bir köşkü olmadı, niçin bir sarayı olmadı, niçin evinin eşyası şöyle muntazam olmadı devrine göre?
O da olabilirdi değil mi?
Envai çeşit yatakları, karyolası. Envai çeşit şeylerle evi süslü olabilirdi.
Niçin bazen aç kalıyordu da bu açlık neden ileri geliyordu?
Peygamber iken niçin aç kalsın canım, olur mu?
Bizim birimiz bile aç kalmamıza tahammül edemiyoruz biz.
E Peygamberimiz nasıl olur da tenezzül etmez de açlıkla karnını bağlar taşla, ve bunu kimseye sezdirmez?
Bunun numuneleri çok da şimdi burada insanın ağrına gidiyor;
"Ya niçin peygamber böyle zarurete katlandı?"
Bunu biraz inceleyince, düşününce anlıyoruz ki;
Bu dünya hayatının tatlarının kıymeti yok. Mesela ağzımız tad alır, yediğimiz bir şeyden tadı hoş gelir çok yemek isteriz. O hoştur çünkü ama ağzımızın tadı bozulursa yemek istemeyiz çünkü hastayızdır. Ağzımızda tat yok, önümüzde en iyi bir yemekte hoşumuza gitmez yemeyiz. Çünkü içerisi istemiyor, hastalık var, ağızda da onun semeresi görülüyor.
Bunun içindir ki insanın en kıymetli şeysi gönlüdür. Gönül hasta olunca, gönül hasta olunca ibadete şevk, neşe, zevk, üstünlük olmaz. İbadetin en tatlısı, güzeli gönüldeki neşeye bağlıdır. Binâenaleyh ağız tatlı olduğu vakitte, yemeği insan güzel yiyebiliyor. Ağzı da tatlı istediği gibi yiyebiliyor. Bozulunca tedavisini arıyor, çaresini arıyor düzeltmeye çalışıyor.
Şimdi insanın gönlü tadı, ekmeğin tadını ağız alıyor. İbadetin tadını da gönül alır. İbadette tat ne göze aittir, ne ağıza aittir, ne kulağa aittir. Kulak sesten hoşlanır, burun güzel kokudan hoşlanır, ağız güzel tatlardan hoşlanır.
Ama gönül?
Allahu ekber diyoruz huzuru ilahiye duruyoruz.
Ne var tatlanacak önümüzde?
Bakıyoruz taş, bakıyoruz önümüzde halılar.
Yok. İşte burada mâneviyat denilen, mâneviyat denilen kuvvetten insanın nasibi yoksa, hissesi yoksa onunki âdet kabilinden yatıp kalkmaktan ibarettir. Bir görenektir, anasından babasından gördüğü gibi yatar kalkar ibadet yapar. Sevabını alır, sevabını alır yine, üzerinden borç günahı silinir.
Ama bu kâfi geliyor mu insana?
Borcunun silinmesi ile oluyor mu?
Bunu senelerden beri kılıyoruz da bu namazı, niçin bu namazdan bir tat alamıyoruz?
Ağzımızın tadı azıcık eksilince, "Ben de bir şey var yahu, bu yemeğin tadını anlayamıyorum." diyoruz ve sebebini hemen araştırıyoruz. Erbabını arayıp bu tatsızlığın nereden geldiğini bulup onu gidermeye çalışıyoruz.
Ya gönlümüz bu ibadetin zevkini alamadığının sebebini niçin araştırmıyoruz acaba?
Niçin ben senelerden beri namaz kılıyorum da gönlümün hiçbir haberi bile olmuyor? Herkes gibi yatıp herkes gibi kalkıyorum. Selam verip gidiyorum?
E bu oldu mu ya, İbadet, gönlün Allah'a bağlanmasıyla olur.
E gönül Allah'a bağlanmamıştır ki namazda?
Niyet, “neveytü en üsalliye” diye ediyoruz ama gönlümüze yok bir şey.
Binâenaleyh muhabbetullah öyle bir nârdır ki, muhabbetullah öyle bir ateştir ki gönülde Allah muhabbetinden başka bir muhabbet bırakmaz. Yakar hepsini. O muhabbeti ilahiyenin girdiği gönülde başka sevgi kalmaz. Başka sevgi kalmayınca senin şununa bununa elbette iltifat eden olmaz. Çünkü Hak sevgisi içerisini doldurmuştur.
Hak sevgisi içerisini doldurduktan sonra senin sarayın, senin altınlardan, yakutlardan yaptığın köşklerin ne kıymeti olur Allah'ın sevgisinin yanında?
İnnemâ ehâfu aleyküm külle münâfikin alimin.
"Ben sizin üzerinize çok korkuyorum."
Efendimiz çok korkuyor.
Neden?
Külle münâfikin alîmin. "Çok güzel konuşuyor."
Konuşuyor, konuşmasına bayılırsınız, lafı çok güzel. Ama münafıktır.
"Bu münafıkların size konuşup da sizi aldatmalarından korkuyorum."
Size korktuğum şey, böyle münafıklar belirecek ileride, o münafıklar sizin karşınızda çok güzel konuşacaklar. Siz de bunların konuşmalarına bayılıp aldanıp, onların yoluna giderseniz size çok acırım.
"Korkuyorum ümmetimin hâlinden."
Neden?
Nasıl konuşacak?
Yetekellemü bi'l-hikmeti. "Hikmetten bahsediyor."
Çok güzel konuşuyor yani. Bayıltıyor, haklı söz doğru söz söylüyor. Ve ya'melü bi'l-cevri. "Ama kendisinin hiç ona ittibaı yok."
Hikmetle söylediği sözlerle hiç ilgisi yok. Bilakis zıddını yapıyor.
Mesela farzediniz ki içkinin size haramlığını, fenalığını, kötülüğünü gayet bariz bir şekilde anlatıyor, siz de nefret ediyorsunuz, "Aman bir daha bunu içmeyeyim!" diyorsunuz. Çok güzel. Dinlediniz, baktınız adam hakikaten çok güzel söylüyor. Fakat akşamüstü baktınız ki o meyhanede oturmuş içiyor.
"Yahu bu adam değil miydi bize dün bu sözleri söylüyordu, bak bak bak! Hay Allah'ın belası! Demek ki uydurmuş bu adam." diyorlar.
İnsanların yoldan çıkmasına bu gibi insanlar sebep oluyor.
İnnemâ ene beşerun izâ emertüküm bi-şey'in min dîniküm fe-huzû bihi ve izâ emertüküm bi-şey'in min ra'yi fe-innemâ ene beşerun.
Hurma buduyorlarmuş ashab-ı kiram.
"Ne yapıyorsunuz?" deyince;
"Buduyoruz." demişler.
"Budamazsanız olmaz mı?" demiş.
"Eh budamayalım." demişler.
Sonra tabi ertesi sene de mahsul vermemiş. “Budamasanız olmaz mı?' dedin, biz de budamadık. Bak bu sene mahsul yok." demişler.
E demiş ki;
"Bu din için benim verdiklerimi tatbik edin. Dünya için söylediklerimden ise, onlar için memur değilsiniz."
İnnemâ ene beşerun.
Resûlullah kendisinin beşer olduğunu bildiriyor cemaate.
İnnemâ ene beşerun mislüküm. "Ben de sizin gibi beşerim." diyor. Ve inne'z-zanne yuhtıü ve yusîbü. "Bazen zanlar isabet eder bazen de isabet etmeyebilir." Velâkin mâ kultü leküm kâlellâhu. "Ben bir şey desem ki 'Allah böyle dedi' onu zabtedin." Fe-len ekzibe alellâhi. "Allah'ın sözüdür onda yalan olmaz."
Ama kendimden söylediklerimi onda memur değilsiniz.
İnneme'l-medînetü ke'l-kîri tenfî hubusehâ ve tensa'u tayyibehâ.
Medine-i Münevvere bir acayip diyardır.
Ke'l-kîri. "Körük [gibidir.]"
Körük...Demirci demiri koyar oraya, ateşi de verir. Demirin kirlerini nasıl gideriyorsa o ateş kuvveti, Medine'de böyledir.
"Kötülerini atar iyilerini bırakır orada."
İnnemâ bü'istüm müyessirîne ve lem tüb'asû muassirîne.
"Ben de siz de ancak ba's olunduğumuz şey." Müyessirîn. "Kolaylık gösterin, zorluğa götürmeyin." Ve lem tüb'asû muassirîne. "Zorluk tarafını göstermeyiniz, daima kolaylık: Yüsr, tebşîr."
İnnemâ yekfî ehadeküm mâ kâne fi'd-dünyâ mislü zâdi'r-râkibi.
İnnemâ yekfî ehadeküm. "Hepimize yeter." Mâ kâne fi'd-dünyâ. "Dünyada bulunduğumuz müddetçe."
Mislüzâdi'r-râkibi.
Yolcu bir adama ne lazım?
Yolcu bir adama ne lazım, atına binmiş gidiyor yahut yayan gidiyor, ne alacak?
İşte şu kadarcık bir ekmek alır, bir de arkasına paltosunu alır, eline de bir şemsiye alırsa alır. İşte bu gibi, bir ihtiyacı neyse...
Fazla bir şey alamaz çünkü yolcudur, taşıyamayacak. Onlar, çok olursa alacağı şey götüremez.
"Binâenaleyh sizin haliniz bundan ibarettir."
Hepimizin hali. Dünyaya fazla yük alırsanız sonra ayrılışınız zor olur buradan. Ağlarsınız.
Hüve mâ yursiluhu ilâ maksadi. "Seni maksadına eriştirecek şey ne kadar ederse bir ihtiyacın, o kadarını al." Bi-kaderi'l-haceti min gayri fadlin. "Fazlasından başka." Fi me'kelihî ve meşrabihî ve mâ yekîni mine'l-harri ve'l berri. "Sıcaktan, soğuktan, açlıktan, susuzluktan senin ne kadar ihtiyacın var o kadar sana lazım." Ve hâzâ reşâdun mine’r-rüşdi fi’d-dünya. "Bundan sonrası mesuliyettir ve hem de gönlümüzün dağılaraktan Allah'a olan muhabbetimizin eksilmesine sebep olur."
Allah'a olan muhabbetimizin eksikliğine sebep olur ki, şimdi burada bir iş daha çıktı.
Şimdi bu dünyada bir hayatımız var. Elbiseni aldın güzel. Şimdi içimizde bizim bir gönül var. Bu vücut tamamı ile tabi toprağa inkilab edecek.
Mesela orada da güzel bir şey söyledi. Ebûbekr'i severiz, Resûlullah'ı severiz, ashabı severiz. Ama bugün peygamberler müstesna, diğerlerinin kabirlerini açsak hepsi bugün toprağa inkilap etmiştir. Hiçbir eczaları kalmamıştır, toprağa inkilap etmiştir. Bugün toprağa inkılap eden o eczaları toprağa inkılap ettiği halde gönüllerimizde onların sevgisini bırakan bir şey var. Onları seviyoruz gönüllerimizde ama cesetleri kalmadı ortada. Gittiler âhirete çoktan bin sene evvel, bin küsür sene evvel. Hayatları yok bugün ortada ama seviyoruz, gönüllerimizde onların sevgisi var. Ölüleri de kalmamış onlar da gitmiştir ama yine sevgisi içimize bakidir.
Şimdi bizim de bu hayatımız var ya. Bu hayatımızda içimizde Cenâb-ı Hak bizi o kadar muntazam, mükemmel yaratmıştır ki daha bugün dünya o mükemmeliyete binlerce, yüz binlerce yıl sonra erişemez. Allah bizi o kadar mükemmel yaratmıştır. Hani defter-i âmâl diyoruz ya. O defter-i âmâl vücudumuzdaki iç perdeler. Bugün bütün hasılat nelerse oraya alıyorlar. Bu gönül de yarın huzuru rabbilâlemînde;
“İkra' kitâbeke” dediği vakitte tıngır tıngır hepimizin halini söyleyecek. Başka bir şeye lüzum yok. O gönül teybi, o gönül teybinin çok temiz olması lazım ki ona kalp diyoruz biz. Gönül dediğimiz kalp gayet temiz olacak, orada kötü bir şey koymayalım ki yarın huzuru rabbilâlemînde okumaya başladığı vakitte yüzümüzün kızartısından, yer yarılsada yerin altına girsek diye bakarız Allah esirgeye.
Onun için daima tevbe edip o kötü hareketlerimizi oradan sildirerek tazesini de yerine koymamak, iyi şeyler koymak. Onun için gönül en mühim bir şeydir. Orası nazargahı ilahi olan yer. Başka yere bakmıyor Allah. Gönüle bakıyor, gönül iyi ise ne mutlu o kula. Gönül çirkin ve kötü şeyler düşünüyorsa... Hatta kötü şeyler düşünüyorsa mesela yazılmaz defterine ama günah olarak da, o düşüncelerinden dolayı büyükler kendilerini mesul addetmişler. Kötü düşünceye bile gönülde yer vermemişler.
Onun için vücudun ehemmiyetinden daha ehemmiyetlidir gönlün iyiliği. Binâenaleyh vücut ölürse ölsün varsın, nasıl olsa ölecek o vücut. Gönül ölürse o fena. Gönül ölürse, nasıl bu vücut öldüğü vakitte bir daha dirilmiyor. Gönül öldükten sonra bir daha ona söz geçiremezsin.
Cenâb-ı Hak cümlemize tevfik buyursun, ihsan buyursun, in’am buyursun.
Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selamün ale’l-mürselîn velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn el-Fâtiha.