Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemin ve’l-âkibetü li’l-muttakîn es-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. İ’lemû eyyühe’l-ihvân fe-inne efdale’l-kitâbi kitâbullâh fe-enne efdale’l-hedyi hedyu Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerre’l-umûri muhdesâtuhâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve külle dalâletin fi’n-nâr fe bi’s-senedili muttasili ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl:
El imân uryânün ve ziynetihu'l hayâ ve-libâsühü’t-takvâ ve mâlü'l fıkh.
Sadaka Rasulullâh fî mâ kâl ev kemâ kâl
Bugün yine dersimiz bu iman bahsinde olacak. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz imanı bize tarif ederken, imanın uryan, çıplak bir şey olduğunu bildiriyor. Bunun sıfatlanması, kalıplanması hayâ ile. Bu iman nimetinin ziynete, mala, esvaba ihtiyacı var. Rasûlullah sallahü aleyhi ve sellem “İman nimetinin ziyneti hayâ, esvabı takvâ, malı da fıkıhtır.” diyerekten bildirdi.
Bu hayâ niçin zikredildi? Başka birçok sıfatlar var. Mesela, hayânın yanında cömertlik var, şecaat var, adalet var, birçok güzel evsaf var. Fakat, onların birisini söylemedi de ziyneti hayâdır dedi, yalnız hayâdan bahsetti.
Çünkü, Li-ennel-hayâi a'zamü ahlâkıl-enbiyâ'. Hayâ enbiyâlarda en büyük bir vasıf, en üstün mertebedir. Li-enne bil-hayâ' vecede halâvetel-îmân. Ancak imanın tadı bu hayânın sayesinde bulunur. Hayâ sende ne kadar varsa, imandan o kadar tat alırsın. İmandan alınacak tat, hayâdaki nisbete bağlıdır. Hayâsı çok olan insan, imanın tadını çok alır.
Mesela, sağlam bir insan baklava yedi mi, bayılır; bala bayılır, tatlılara bayılır. Niçin? Sıhhati yerindedir, canı ister. Ama sıhhati bozuk olursa, tatlıları istemez; tatlıya da acı dediği olur bazen.
Onun için hayâ, imandaki tadı tattırıyor bize.
Hayâ geniş bir ders, şimdi onun üzerinde durmayacağım. Kısacık tabiri ile, bizim bildiğimiz utanma. Ama asıl utanma Allah’tan olması lâzım! Ekmeğini yiyoruz, suyunu içiyoruz, havasını alıyoruz, mülkünde yaşıyoruz; yaşadığımız mülkün sahibine karşı geliyoruz. Bu en büyük hayasızlıktır. Hayasızlığın başı buradan başlar.
Utanma deyince, işte o kızların utanması gibi değil. O da utanma ama, asıl utanma Allah-u Tealâ’nın mülkünde yaşayıp da, kimin mülkünde yaşadığını ve kimin ekmeğini yemek suretiyle yaşadığını bilerek ondan utanmak, onun emirlerini dinlemeye bağlıdır. Allah-u Tealâ’nın emirlerini terk, hayâsızlığın başı oluyor; emirlerini tutmak da, hayâdan ileri geliyor. Hayâ yaptırır bunları.
Demek ki, imanda bir tat var. O tat da ancak hayâ elde edilirse, oluyor. Hayâ elde edilemezse, o tattan haberimiz olmadan, kuru kuru gelip gidiyoruz bu alemden.
İkincisi de takvâ idi. Takvâ da böyledir. Takvâ sahibi imanın tadını bulur. Takvâ onu salih amellere sürükler. “Haydi durma, bunu da yap, bunu da yap!..” diye iyi amellere zorlar. Saadet-i dâreyn neyi icap ediyorsa, onları yapar.
Şimdi gelelim mevzua.
Hayâyı nereden bulacağız? Şu bakkallarda, eczanelerde satılıyorsa, gideriz oradan alırız; istediğimiz kadar kullanırız. Ama hayâ ve takvâ ne bakkalda bulunur, ne çarşıda, ne şunda, ne bunda.
Veysel Karânî hazretleri, ne de servet sahibi bir insandır. Ne de şânı şöhreti olan bir zâttır. Paşalık, beylik gibi bir mevkisi de yoktu. O ancak bir çoban idi, deve güderdi. Bu esnada hurma çekirdeklerini yerden toplar, o topladıkları çekirdekleri satmak suretiyle hem kendi maîşetini, hem de ana-babasının maîşetini temin ederdi. Bir üçüncü kısmını da tasadduk eder, hayra ayırırdı. Buna bunu kim yaptırıyordu acaba?
Veysel-Karâni’nin çok güzel duaları vardır kitaplar içerisinde... Hayran olursunuz, “Bu mektep görmemiş, medrese görmemiş çöl adamı, çoban, bunları nereden buldu da çıkardı?” dersiniz. Allah’a öyle güzel münâcâtı, öyle güzel yalvarışları var ki, hayran olur bayılırsınız. Ona çoban diye hiç kıymet vermiyoruz ama, bugün onun nâil olduğu saltanata, hatta üzerindeki o hırkaya bugün elhamdülillâh Müslümanlar aşk ile, şevk ile ziyaretine koşuyorlar.
Veysel Karâni öyle bir insan ama, içindeki ateşin, iman ateşinin şevki dünyayı doldurmuş; kıyamete kadar onun ismi böyle yaşar durur insanların arasında. İnsanın böyle bir imana sahibi olabilmesi, ne kadar mutlu bir şey!
Onun için Cenâb-ı Peygamber derdi ki:
“Bana Yemen’den Rahmân kokusu geliyor.”
Veysel Karâni’deki imanın kokusu ta Rasûlullah’ın burnuna kadar geliyor Mekke-i Mükerreme’ye. Bugün biz de Hırka-i Şerîf’in bulunduğu tablonun kapağını açarken, “Koklayın o kokuyu!” dediler. Orada koku kokuyor. O hırka kaç bin küsur senelik bir hırka, üzerinde ne koku olacak mesela? Elyafı bile dökülmüş, hiçbir şey kalmamış durumda; ama, o olduğu gibi güzelce duruyor, muhafaza edilmiş.
Onun kokusunu tabii, herkes nisbetinde alabilir. Burnu koku almayan insan da, bir şey alamadan döner, gider.
Bu imandaki hayâ ve imandaki takvâ nümunesi olan Veysel Karânî; Develerini gütmekle geçinen bir insan. Bakınız Rasûlullah sallah aleyhi ve sellemin ziyaretine geliyor. Kur’an’ı da ne kadar bildiğini bilmem artık. Fakat anası da diyor ki;
“Oğlum, bulursan ziyaret et; bulamazsan, dön gel!”
Geliyor, bakıyor Rasûlullah başka bir yere gitmiş, yok orada. “Bekleyeyim, gelsin de ziyaret edeyim.” demiyor, itaate bak. “Anam bana bu kadar izin verdi, ben fazla duramayacağım. Yok mu bir emaneti, göreyim hiç olmazsa?..” diyor. Uhud’da kırılan mübarek dişini getiriyor, gösteriyorlar. Allah şefaatine nâil eylesin.
Ondaki imanın ölçüsü ile, bizim imanımızı ölçecek olsak. Bizde para da çok, bilgi de çok, her şey çok; bugün rahatlığın en âlâsı var, cennet gibi memleketimiz, her şey bol, istediğimiz gibi. Fakat ondaki imanı zerresi var mı acaba?
Allah affetsin, tevfîkini refîk eylesin.
Bu iman pazarda bulunmaz, çarşıda bulunmaz, şuradan buradan da alınmaz. Bu imanın bir alınacak yeri var, o da Allah-u Tealâ ve Tekaddes hazretlerinin zikri. Allah-u Tealâ ve Tekaddes hazretlerinin zikriyle ne kadar çok meşgul olursan, o meşguliyetin dolayısıyla Allah verir sana o takvâyı; başka yerde bulamazsın.
Ashâb-ı kirâmın tesbihleri filân yok. Çünkü Rasûl-ü Ekrem önlerinde. Onun yüzüne bakışları kâfî geliyor onlara. O bakış, içerisini nur ile dolduruyor, öyle çalışmaya lüzum yok. Menbadalar. Baktılar mıydı, olan nur içlerine doluyor, taşıyor. Zamanındaki Müslümanların hepsinin hâli böyle.
Bizim onun nurunu alabilmek için; zikrini ve onun salât u selâmını çok okumak lâzım! Ona olan salât u selâmı ne kadar bol edebilirsek; Allah-u Teàlâ ve Tekaddes hazretlerinin zikrini ne kadar bol edebilirsek ve başka işlerimize tercih ederek onunla meşgul olursak; çalışmamız nisbetinde o takvâ hâsıl olur. Nasıl ki;
Ne kadar çalışırsa, o kadar kazanır diyorlar. Allah’a karşı ne kadar hizmet edebilirsek, o kadar Allah-u Tealâ bize hayâ verir, o kadar takvâ verir, o kadar da fıkıh verir.
Fıkıh denince zannetme ki, Arapça’yı bilir de burada okur, mânâ verir. O değil. Arapça’yı öğrenirsin, okursun, mânâsını da verirsin.
Sarığın bu kadar olur, cübben gayet sırmalı olur, iş yok onda. İş iman ile hayâda, hayâ ile takvâda. Hayâ ile takvâyı da; kim Allah’a boyun büker, hizmet ederse, hizmeti nisbetinde Allah ona verir.
Yalnız şu kadar var ki, haramlardan ve günahlardan da sakınmak şartıyla. Mesela geceleri uyumazsınız, sabaha kadar da ibadet edebilirsiniz. Tesbihi hiç elinizden bırakmamak suretiyle akşama kadar da tesbih çekebilirsiniz. Fakat haramdan korunmadığınız zaman, bunların hiçbirisi makbul olmaz. Nasıl bir evi yaparsınız, güzel; fakat ona bir kibrit değdi mi bakarsınız birden yanar gider. Hiç kıymeti yok. Yapmak değil hüner, onu muhafaza etmektir hüner. Onun muhafazası da, günahlardan korunmak ve sakınmaktır.
Onun için aziz kardeş, haramdan sakınmak için takvâ lâzım. Takvân olmadıkça haramdan sakınamazsın.
Zikrullah o kadar büyük bir devlettir ki, ne altına benzer, ne gümüşe benzer, ne apartmana benzer; hiçbir servete benzemez. Çünkü her şey fânidir, zikrullah bâkidir.Öteki ne mal,ne servet, neyin varsa dünyada senin olsun varsın, hepsi senin olsun. Ne varsa, gözünü yumdun mu hepsi bitti, hiç kıymeti yok! Ama zikrullah öyle değil, cennete kadar seninle beraberdir.
Onun için insana lâyık olan, dilini, gönlünü Allah’ın zikrine alıştırıp, onun üzerinde durabilmek. Yoksa bugün “Allah” dersin de, yarın başka iş yaparsın;o değil. Daimî surette, ölünceye kadar Allah’ın zikrini dilinden ve gönlünden çıkarmamak.Ki, bu takvâ kişinin içine işlesin de, yasak olan bir şeyin yanında bile geçemesin.
Bize çeşitli sorular sorarlar:
“Acaba şöyle yapsak olmaz mı, böyle yapsak olmaz mı?”
Hep kaçamak yolları, hile yolları. Bunlara ne lüzum var? Bana bir lokma ekmek yetiyor, bir hırka da yetiyor. Sana niçin yetmiyor? Bu saltanatta ne mâna var, çok kazanacaksın da ne olacak?
Çok kazanmak iyidir ama helalinden kazanmak şartıyla.
Muhakkak ki zikrullah ehl-i tasavvuf indinde, bütün usul ve kaidelerin ve edeblerin başıdır, velilik alâmetidir. Her kime ki zikrullah kapısı açılır, ona hiç şüphe yoktur ki Allahu Tealâ ve Tekaddes hazretlerinin huzuruna dahil olunacak kapılar açılmıştır. Bir insan zikrullaha alıştı mı, ona Allahu Tealâ’nın rahmetine girecek kapılar açılmış demektir. Öyleyse sen de temizlen, Rabbinin huzuruna gir; her istediğini orada bulursun.
Çünkü namazı abdest almadan kılamıyoruz. Abdest almadan namaz kılamadığımız gibi, gusülsüz da kılamıyoruz. Binâenaleyh, Allahu Tealâ'nın zikrini yapabilmek için de evvelâ istiğfar edip, tevbe edip günahlardan sıyrılmak lâzım. Günahlardan sıyrılamadıkça, Allahu Tealâ’nın huzuruna girmeye insan hak kazanamıyor. Onun için temizlen, Rabbinin huzuruna gir; her istediğini orada bulursun.
Muhakkak zikrullah bir ağaca benzer ki, onda irfan ve haller yetişir. Binâenaleyh, irfan sahibi olabilmek ve Hâlik’ta karar kılabilmek için zikre devam ve itina eyle. Zikrullah ağaçlarına ne kadar yanaşırsan onun meyvalarından o kadar yersin. Yediğin kadar da feyz sahibi olursun. Ağaç ne kadar büyük olursa, meyvaları da, maârif-i İlâhiyye de o nispette güzel, sağlam ve kuvvetli olur.
Zikrullah bütün makamların esasıdır. İnsanı gafletten uyandırır, tevhide sevkeder. Binalar için yer ve temel nasılsa; ibadet, irfan, velilik vs. bütün makamların da başı, temeli hep zikrullahtır. Zikrullah olmayınca bunların hiçbirisi olmaz.
Zikrullahtan gaflet;kalbin ya uykusunun veya ölümünün alâmetidir. İnsanın ayakta gezmesine kulak asma sen, insanın gönlü açık olmalı! Gönlü olmazsa, gönülsüz insanın hayatı ha olmuş, ha olmamış.
Diyor ki Zikreden, zikrettiği Allahu Celle ve Tealâ’ya kurbiyet peyda eder. Hak Sübhânehû ve Tealâ’yı zikrettiği müddetçe de, Allahu Celle ve Âlâ onunla beraberdir. Bu ne kadar büyük bir nimettir, bilir misin aziz kardeş!
Bu beraberlik hususî bir iltifat-ı sübhânîdir. Benim yanımda; benim sevdiğim, beni destekleyecek birisi olursa, bir kudret sahibi olunca, ben nasıl ondan kuvvet alırsam binaenaleyh Allah’ı zikreden kulum, zikrettiği müddetçe onunla beraberim diyor Allah u Teala. Allah bir insanın yanında olduktan sonra artık onun nesi olur.
Bu beraberlik hususi bir İltifatı Subhanidir.
Kurbiyet, velâyet, muhabbet, yardım ve tevfîki, o zikredene husûsî şekilde tecelli eder. “Ben seninleyim!” dediği vakit, “Nusretim, tevfîkim, hidayetim hepsi seninle beraberdir. Sen bunların hepsine nâil olursun.” demek. Bunlar Nahl sûresinin 128., Enfal sûresinin 62., Tevbe sûresinin de 40. âyetleriyle sabittir.
Allahu Tealâ’yı zikredenler için, bu hususî nimetlerden çok geniş ve büyük nasipler vardır. Gaflet olunmaya. Buhâri ve Müslim’de de beyan olunduğu gibi;
“Kulum beni zikrettiği müddetçe ve benim zikrim için dudaklarını kımıldattıkça ben kulumla beraberim!” buyuruluyor.
Bir eserde de:
“Ehl-i zikir, benim meclislerimde oturanlardır. Ehl-i şükür ise nimetlerini arttırdığım kimselerdir. Taat ehli ise kerametime nâil olanlardır. Mâğfiret ehli ise, rahmetimden ümitlerini kesmem, rahmetimden mahrum etmem; tevbe ettikleri takdirde ben onların dostuyum! Ben tevbekârları ve temizlenenleri severim!”
Yalnız burada şunu da hatırlatmak isterim: Hatim olabilmesi için dudakların kımıldaması, hatta hafif bir şekilde seslerin de çıkması lazımdır ki, hatim, hatim olsun. Yoksa gözlerle süzülen o senin olur.
Burada onu için dudaklarını kıpırdattıkça tabiri geçiyor. Yani, Allah Allah Allah diyor.
Lâ ilâhe illallah derken hiç dudak kıpırdamaz. Bu öyle bir sestir ki, kendiliğinden süzülür, gelir.
“Eğer tevbe etmezlerse, mâsiyetlerine devam ederlerse, çeşitli ibtilâ ve musibetlere giriftâr ederim ki, ayıp, kusur ve günahlarınıı temizlesinler.”
O felaketleri, günahların temizlenmesine vesile olmak için Allahu Tealâ veriyor. “Kulum temizlensin, tevbekâr olsun da huzuruma iyi gelsin, aklı başına gelsin!” diye.
Allahu Tealâ’nın zâkir kulu ile beraber oluşu başka hiçbir maiyyete, beraberliğe teşbih olunamaz. Teşbihten aciziz. Meselâ, Allah Tealâ hazretleri muhsinlerle, müttakîlerle, sâbirlerle de beraber olduğunu Kur’an-ı Azîmüşşân’da;bildiriyor. İnnallahe meassâbirin. İnnallahe meal müttekîn diyerekten bildiriyor. Ama o birlikle, bu birliğin arasındaki farkı ayırmaya gücümüz yetmiyor.
Velâkin bu beraberlik bunların hiçbirisine benzemez. Bu beraberliği tarif ve tavsife ne dil, ne de ibareler kâfi gelmez. Bu ancak zevk ile tadılır ve bilinir. O zevki nasıl anlatırsınız? Köre “Bu beyazdır, bu karadır.” diye anlatmak mümkün olur mu? O göz işi; göz olacak ki anlayacak, bu beyaz, bu kara. Nasıl ki gözü olmayan bir insana bir rengi anlatamıyorsunuz; zevkten mahrum olan insana da onun tadını anlatamazsınız. Ne söyleseniz boştur.
O paradan zevk almış, dünyanın şusundan busundan zevk almış, onun zevki oradadır. O başka zevkten anlayamaz. Onun için, hemen Cenâb-ı Hak cümlemizi ihlâs ile zikrine devam eden kullarından eylesin.
Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar eylesin. Cümlemizi fazl u keremiyle nefsin, şehvetin, şeytanın elinden kurtulup o güzel cennetine müstahak, istihkak getiren kullarının zümresine kabul buyursun.
El-Fâtiha!