Bismillâhirrahmânirrahîm.
El-Hamdülillah sümme elhamdülillah elhamdülillahillezî hakka hamdihî vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve külle dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl kâle;
Et-Tâciru’s-sadûku’l-emînü me’a’n-nebiyyîne ve’s-sıddıkîne ve’ş-şühedâi.
Tâcirin, ticaretin çok kıymeti var, bakınız bugün biz hep istikbal peşinde. Ticaret denilen, şühedalarla beraber haşrolunacak ticaret âlemine atılmak hiç kimsenin işine gelmez. Ticarette tehlike var, sıkıntı var, zorluk var.
Kolayı varken kim gidecek zoruna?
Sanat da öyle.
Şimdi bizim imamımız olması dolayısıyla Hazreti İmâm-ı Âzam’dan size bahsedeyim. İmâm-ı Âzam hazretleri çok büyük alim. Kadı lazım olmuş. Kadı o zamanın meşhur şeyi. Kadılık devri yani valilik devri. Demişler ki;
“Seni filan yere kadı yapacağız İmam. Haydi bakalım.”
Yo demiş ben yapamam onu.
Canım senden daha başka bilgin adam yok ki bu memlekette, işte en bilgin adam sensin. Bu vazife sana düşüyor. Yapacaksın.
Yoo demiş yapamam.
Atın hapse.
E atın.
Yapacak mısın?
Yok yapamam efendim.
Sopayı yer hapiste yatar, yoo yapamam der.
Ben elimin emeğini yiyeyim bana kafi. Hem onun başka mesuliyetleri var. O mesuliyetlerin altına girmem, hem de öyle hazır parayı da istemem. Yapamam ben bu işi.” diyor.
Cezayirli bize bir kitap hediye etti de. O bir meseleyi ilmiye sormuş bir adama, demiş ki;
Şu mesele hakkında senin mütalaan nedir?
O da söylemiş, şöyledir demiş. Helaldir haramdır...
Bugün fukahanın kavline uymuyor senin sözün.
Bilir misin fakih kimdir?
Yok, söylüyorlar işte bu fakih adam.
Yok o değil demiş. Fakih o adamdır ki zühd ü takvâ sahibidir, dünyaya iltifat etmez. dünyaya iltifat etmez..
Fıkıh, anlayış ve idrak kuvvetinin fazlalığıdır. O fazlalık dolayısıyla insan önünü çok ileride görür. Biz önümüzü ancak bu kadar görürüz. Ama o ilmin verdiği kuvvet ve zeka ile önünün arkası olan âhireti de görür buradan. Hani bugün aylara yıldızlara gidiyorlar ya, o ayların yıldızların üstünü görür. O kadar zeka kuvveti kendisinin üstündedir.
Neden?
Basireti açıktır. Basarla olmaz iş! Bu basar işte bir hududu var görecek, o oraya kadar görür ama basirete hudut yoktur.
Şimdi aya adam saatte bu kadar kilometre gitmek suretiyle şu kadar günde gidiyor. Basara bu hudut var ama basirete bu hudut bir andır. Bir anda o kainatın her tarafını seyreder. O kudret, yani ruh kuvvetidir o. Ruh kuvvetine karşı bugün insanlarda aciz vardır.
Binâenaleyh fakih denince o adamlardır. Maksat kitabı ezberlemek değil. Şimdi sen bin tane kitabı topla bir devenin sırtına yükle yahut bir otomobile yükle onu buradan mesela Konya’ya naklet. Nâkildir, ona nâkil derler. Arabaya koymuşsun götürüyor kitapları, nakledici. E bu adamda da bilgi çok, buradan kalkıp şu tarafa gidiyor, buradaki bilgiyi o tarafa aktarıyor bu adam. Kendisinde bir şey yok.
Bilgi, amel edersen sana fayda var. Bilgiyle amel edersen sana faydası var, Amel etmiyor, yalnız çenesi var. Çenesi güzel, herkesi mest ediyor fakat ameli yok. İşte ke-meseli’l-hımârdır o.
Allah affetsin.
Onun için tâcir-i sadûk böyle İmâm-ı Âzam gibi. Bak şimdi İmâm-ı Âzam’a.
Bir gemi buğday almış veya başka içindeki neyse. Demiş, ortağı var, bunu götür sat işte. Bağdat’ta oturuyor kendisi. O adam gemiye yüklemiş Basra’ya götürmüş, Basra’da satışa . Ama demiş, beş kuruşa aldığını 10 para zamla 5+10 paraya satacaksın demiş. Yahut beş kuruşa aldığını altı kuruşa satacaksın demiş. Bu emir öyle.
Gitmiş adam, Basra’dakiler demiş ki;
Dur dur! Birkaç gün sabret.
Niçin?
Sıkıntı çok. Bu 10 kuruş edecek demişler. Beş kuruşa verecektin sen, bu 3-5 gün sonra 10 kuruş edecek. Sakla!
Bu hırs var insanda, saklamış. Ertesi gün piyasa yükselmiş 10 kuruşa satmış. Çok para. Getirmiş İmâm-ı Âzam’a, “Buyur.” demiş. Tabii İmâm-ı Âzam ne kadar mal yolladığını, kârın da ne kadar olduğunu biliyor.
“Neden bu kadar fazla?” demiş. Demiş;
Orada piyasa yükseldi, ben de o yüksek piyasaya sattım.
E ben sana “Bu fiyata vereceksin.” demedim mi?
Bunun hepsi, kârı da temeli de o Basra halkının fukarasına tasadduk ettim, götür oraya dağıt demiş.
Şimdi fukaha dediğin adam böyle verâ sahibidir, Allah’tan korku var içerisinde. Fakir fukaraya acı var içerisinde. Merhameti var içerisinde. Bugünkü zengin gibi dünyayı hep ben yutayım demiyor. Bugün bizim halimiz bütün dünyayı bize verseler Kârun gibi doyacağımız da yok.
Yer yutacak bizi Allah muhafaza.
Onun için ne ticarette sadakatimiz var ne ticarette emanetimiz var.
Allah affetsin.
Bu felaketler hep başımıza nereden geliyor bilmem.
Et-Tüedetü fî külli şey’in hayrun illâ fî ameli’l-âhirati.
Tüede, teennî. Düşünerek, ağır ağır, bu işin sonunda hayır var mı yok mu? aklına geldiği gibi hemen yapayım demiyor. Düşünüyor taşınıyor, sağa koyuyor sola koyuyor, düşünüyor soruyor, bazı insanlara, büyüklerine danışıyor. Onda hayır varsa karar veriyor yapıyor, öyle aklına geldiği gibi yapmıyor. Bu teennî de her şeyde. Fî külli şey’in. “Her şeyde” diyor.
“Her şeyde teennî ile hareket.” Hayrun. “Hayırlıdır.” İllâ fi ameli’l-âhirati. “Amel-i âhiret müstesna.”
Namaz kılacak, hemen kıl onu bekletme. Oruç tutacaksın, hemen tut bekletme. Sadaka vereceksin, hemen ver durdurma. Bunda düşünme çünkü onlar âhiret amelidir.
Et-Tehaddüsü bi-ni’amillahi şükrün ve terkühâ küfrün ve men lâ yeşküru’l-kalîle lâ yeşküru’l-kesîra ve men lâ yeşküru’n-nâse lâ yeşkürullahe ve’l-cemâ’atü rahmetün ve’l-firkatü azâbün.
Sadaka Rasûlullah fîmâ kâl.
Et-Tehaddüsü bi-ni’amillahi.
Allahu Teâlâ herkese bir nimet vermiştir. Yani nimetsiz hiç kimse yoktur. Ne kadar fakir de olsa ne kadar zayıf da olsa yine üzerinde Allahu Teâlâ’nın çok nimetleri vardır; sağlık nimeti vardır, yürüme nimeti vardır, anlama, duyma nimeti vardır, düşünme nimetleri vardır kendisinde. Çok nimetleri vardır. Bu nimetleri düşünmek ve bunları başkasına anlatmak; “Ya Allahu Teâlâ bana neler verdi neler verdi... Ev verdi, mal verdi, mülk verdi şunu verdi bunu verdi. Elhamdülillah!”
“Allahu Teâlâ’nın nimetlerini saymak.” Şükrün. “Şükürdür.”
Sayıyor. Yahut kendisine başkaları ikramlar yapmış. Onlara karşı; “Filan adam bana şöyle ikramda bulundu, böyle ikramda bulundu. Çok teşekkür ederim efendim, sağ olasınız! Allah ömrünüzü uzun etsin!” diyerekten bir takım böyle hoşa gidecek sözleri söylemek, bunlar da şükrü icap ettirir der ki, Yalnız bunun birisinde demişler ki, Peygamber demiş ki; “Siz, methedenlerin yüzüne toprak serpin.” Meddahîn. “Meddahların yüzüne toprak serpin. Onların o konuşmaları, medihlerin sizin aleyhinizdedir.”
“Ama o sana olmayan bir şeyi zikrediyor. Sende olmayan vasıflarla seni övüyor. Bu budur.” demiş. Yoksa sende olan sıfatlarla seni medih mezmum değil.
Cömert adam, cömertliğini övüyorsun. Bu övüş bu söyleyiş bu medih mezmum değildir. Mezmum olan sıkı bir adamı övüyorsun. Ufak bir ikram görmüş, o ikram için o adamı övüyor. Halbuki o adam çok sıkı, cimri bir adamdır, övülmeye layık değildir. Budur meddah olan.
Ve terkühâ küfrün. Şimdi burada küfür dediği küfrân-ı nimet. Allahu Teâlâ’nın verdiği nimetleri saklama küfrân-ı nimet oluyor.
Allah, çok şükür elhamdülillah, vermiş, ne saklayacaksın bunları?
Niçin şükretmeyeceksin bunlara?
Onun için saklayanlar küfrân-ı nimet etmiş olurlar.
Ve men lâ yeşküru’l-kalîle .
Az. Bugün mesela, farzediniz ki Allah size bir ekmek parası verdi. Başka bir şey vermedi. Bir ekmek parası kazanabildin. Buna da şükrünüz lazımdır. Bu bir ekmek parası.
“Eğer bu bir ekmeğe, bir ekmek parasına, kuru da olsa buna şükredemiyorsanız.” Lâ yeşküru’l-kesîra. “Bu çok olduğu vakitte şükredemezsiniz o zaman.”
Niçin?
Bu da sizin açlığınızı giderir, siz de ibadet edecek bir kuvveti bu da verir. Madem ki bu aza teşekkür edemiyorsunuz çoğuna hiç teşekkür edemeyeceksiniz demektir.
Ve men lâ yeşküru’n-nâse lâ yeşkürullahe.
Şimdi tabii Cenâb-ı Hak bu dünyayı yarattıktan sonra hepimizi biribirimize muhtaç bir şeyle bağlamış. Bir bağ vardır, herkes biribirine muhtaçtır. Zengin de olsa fukaraya muhtaçtır, fukara da zengine muhtaçtır. Zengin insan sana bir ikram ediyor, ihsan ediyor. Bu ikramına, ihsanına karşı teşekkür edeceksin. Yapan insan ama o insana ona yardım et diyen Allah’tır. Ona o merhameti veriyor, o da sana veriyor. Sana verdiğinden dolayı sen diyorsun ki; “Teşekkür ederim. Allah senden razı olsun. Çoluk çocuğumuzu sevindirdin. Bahtiyar ol!” diye teşekkürler ediyorsun, şükrediyorsun. Bu şekil, bu şükür o adam olmakla beraber aynı zamanda da Allah’adır.
Şimdi insana karşı bu nimeti veren yani sebep olan, bu nimeti veren ve ona sebep olana şükredemeyen insan Allah’a da şükredemez. Çünkü göremiyorsun. Sebeptir o, asıl veren Allah’tır. Asıl veren Allah’tır o sebeptir ama o sebebe karşı teşekkür edeceksin ki hakiki verene de teşekkür etmiş olacaksın.
Şimdi;
Ve’l-cema’atü rahmetün. “Cemaat daima rahmettir, topluluk daima rahmettir.” Ve’l-firkatü azâbün. “Ayrılık azaptır.”
Bunu nasıl anlatırız bilmem. Biz müslümanların yekvücut oluşunu, yekpâre oluşunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve daha sonraki gelen Ümmet-i Muhammed’in büyükleri müteaddit misallerle, sözlerle dilleriyle, halleriyle bize anlatmaya çalışmışlar durmuşlar fakat biz nedense bir türlü anlayamıyoruz ve anlamakta istemiyoruz, işimize de gelmiyor.
Evet, parçalanalım, dağılalım, yok olalım. Olalım ne yapalım?
Toplanalım.
Yok olmaz. Herkes kendi kafasından gidecek.
Ama parçalanacakmışız, dağılacakmışız, perişan olacakmışız.
Ne olursa olalım. Benim dediğim olmuyor ya, ben de seninkine uymayıveririm vesselam.
Ve’l-firkatü azâbün. Bursa’daki Camii Kebir’in bu musalla tarafında bir kapısı var, büyük. O kapısının yanındaki duvar büyüktür. O duvarın üzerine o büyük yazılarla, bilmem yani buradan oraya kadar tutar, bu ibare yazmışlar;
El-Cema’atü rahmetün ve’l-firkatü azâbün.
Kocaman, nasıl yazdıysa yazmış onu adam. Ama kimsenin umurunda değil yani bu. Herkes yine kendi bildiğini yapar, kendi bildiğine gider. Perişanlık halimiz, Allah’a kalmış...
Bu neden?
Bunun iki sebebi var; Birisi hubbu dünyâ.
Hubbu dünyâ için şöyle demişler: Re’sü küllü hatîetin.
Ne kadar günah var dünyada?
Saymakla bitiremeyiz.
Şu kadar günah var.
Onların hepsinin başı dünya sevgisidir.
Dünya sevgisinden dolayı gözümüz başka şeyi görmez, aklımıza başka şey girmez. Kim ne derse desin varsın.
Mü’min mü’mini gördüğü vakitte sevinç duyacak. Oh şu kardeşimle kavuştuk. Öz kardeşleri askerden gelir, hacdan gelir yahut uzak bir yerden kaybolup da gelir. Ayy, ayrılmak istemezler birbirinden, sarılırlar; “Oh kardeşim! Nasıl bu kadar zaman senden ayrı kaldık!” filan diyerekten. Bu hepimizde böyle olması lazım gelirken, maalesef, maalesef!..
Şimdi tecrübe etmek istersen bir kapıyı çal, selamün aleyküm de, aleyküm selam demez bile. Kapıyı kapar karşıdan; “Sen kimsin?” der.
Ben de senin bir müslüman kardeşinim, işte geldim kapına.
Haydi haydi Allah büyük, kapıya der. Bizi oradan savuşturur.
Niçin?
Biribirimizi ne tanırız ne biliriz.
Burası uzun ve geniş bir ders, çok güzel bir ders. Bunu sizin vicdanlarınıza havale ederim. Cemaatte rahmet var, ayrılıkta azap var. İster yap ister yapma...
Et-Teennî minellahi. Teenni yine Teennî, ağır ağır, usul usul, düşüne düşüne.
Et-Teennî minellahi. “O Allah’tandır.”
İşi yaparken acele etmiyor, düşüne düşüne, ağır ağır. Koyuyor, hesaplıyor, filan ediyor öyle yapıyor. Yalnız bazı müstesnaları var demiş;
Birincisi, tevbe. Tevbede düşünmek olmaz. Tevbe lazım, hemen derhal tevbeni et.
“Düşüneyim, acaba ben yine bu günahı yapar mıyım yapmaz mıyım? Daha biraz gençliğim var, şu da geçsin de, biraz yaşım ileriye gelsin de öyle yaparım bu tevbeyi.”
Bu şeytan işidir, bu olmaz. Hemen tevbeyi derhal yap. Birincisi bu.
İkincisi, kadâü’d-düyûn. Borç var. Bu borcu acaba vereyim mi vermeyeyim mi? Bak şimdi hac vakti de geldi, hacca gitsem de sonra versem? İşte şöyle de yapsam, kızı da gelin etsem, oğlanı da eversem.
Orada alacaklı?
O duradursun.
Yok olmaz.
Ta’cîl, bu borçluya evvela borcunu ver, ötekilerine Allah Kerim’dir.
Üçüncüsü, tezvîcü’l-bikri’l-bâliğ. Çocuk kemale gelmiş, müslümanlardan talipleri de var.
Verelim mi vermeyelim mi?
Uzun boylu düşünmeye lüzum yok. Küfüvünü bulduysan derhal ver. Küfüv, dengi. Denk, dinde denklik.
Dindar mı?
Kâfi.
Ama zengin değil efendim?
Olmaz.
Küfüv, evet zengin bir kızı zengin bir efendiye vermek yerinde ama e bulamazsak?
Onun için küfüv denilen şey dindedir dinde!
Dindar mı bu adam?
Müslüman mı bu adam?
Beş vakit namazını kılıyor mu bu adam?
İstedi mi senin kızını da?
Derhal vereceksin. Vermezsen, yarın başka türlü başına hal gelirse mesuliyet senindir.
Ve defnü’l-meyyiti. Öldü cenaze. Saklayalım, bunun babası gelecek, dedesi gelecek, kardeşi gelecek Erzurum’dan merzurumdan... Bu cenaze bir iki gün dursun. Akraba-i taallukât gelecek, gazeteyle de ilan edeceğiz, memleketten, işte şuradan buradan bir sürü adam gelecek cenaze namazında bulunacaklar.
Yok.
Defn-i meyyit. Öldü mü, Allah rahmet eylesin. Hemen çenesini kapayıp, muamelesini yapıp götürüp yerine teslim edilecek.
Ve ikrâmü’d-dayfi. Misafir geldi; “O hoş geldin sefa geldiniz, ne iyi ettiniz.”
Uzun boylu bahis, işte;
“Nerden geldin, nereye gidiyorsun? Çoluk çocuk nasıl?” filan, saatler geçer...
E canım bu adamın karnı açtır. Sen bu gelen misafire evvela ilk vazife evvela önüne sofrayı hazırlayacaksın; “Hoş geldin sefa geldin kardeşim, buyurun. Sen uzak yoldan geldin karnında açtır.” diyecek. Ama o eğer yediyse, karnı toksa, alır götürürsün. Ama iştahı varsa, yiyecekse o da yer sana teşekkür eder.
Onun için misafire yemeği hazırlayıp hemen önüne koyuvermek, bu da aceleden değil. Teennî, teennî burada yakışmaz. Hemen acele önüne koyacaksın onu.
Burada bizim yapmadığımız şeylerden birisi de bu.
İslam olacak adam; “Ben Müslümanlığı beğendim, müslüman olmak istiyorum.” onu; “Sen müftüye git, sen işte filan yerdeki hocaya git.” bunu diyene vebal büyük.
İslâm olmak mı istiyorsun?
Gel kardeşim, otur şuraya, de bakayım: Lâ ilâhe illallah. O beceremeyecek belki yabancı dilden. Ağır ağır lâ i-lâ-he- il-lal-lah dedirttin mi buna, bir de arkasından Mu-ham-me-dur- Ra-sû-lul-lah. Bitti, kapıdan soktun onu içeriye. Kapıdan sok yeter, ondan gitsin sonra müftülükten mi öğrenecek nereden öğrenecekse öğrensin. Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulullah İslâm’ın kapısıdır. Bunu dedirttirdin mi kafi. Bunu sen git başkasından öğren dedin miydi senin Müslümanlık da gitti gürültüye. Böyle şey olmaz. Müslüman bunu bilecek ve derhal o adama Müslümanlığı telkin edecek. Onun için bunlarda teennî lazım değil, bunlarda acele lazım.
Ve edâi’l-farâid. Namazın vakti gelmiş. E ben bunu ikindi vaktine yakın da kılsam olur.
Yok, burada acele lazım.
Ezan okundu mu?
Duydun mu ezanı?
Rahatsızlığında yok?
Haydi öyleyse camiye.
Ve tekbîru’l-iftitâh. İmam Allaahu Ekber dedi namaza durdu.
“Ahmed, işte şu şöyle olaydı da....”
Niçin?
Daha rükûya kadar epey vakit var canım.
Bir iki laf yapacağız, yaparız tehir ediyor. Hele teravihlerde pek çok olur o. Teravihlerde, hele bizim gibi camide hatimle kılınıyorsa, onun, hemen imamın tekbirine yakın zamana kadar oturur aşağıda, belki biraz da istirahat eder filan. Bazı sigara içen kahve içen de olurmuş Allah esirgeye. Ondan sonra rükuya ineceği vakitte kalkıyor Allahu Ekber diyerekten imama yetişiyor. Bu da caiz değil. Burada tehir olmaz, acele lazım burada, öteki türlü.
Ve’l âmâlü’s-sâlihât. Diğer âmâlü salihalar da bunun gibidir demiş.
Ve’l-‘aceletü mine’ş-şeytâni. “Bunların gayrı olan aceleler şeytandan.”
Yine bunu beyan eden;
Et-Teennî minellahi teâlâ ve’l-‘aceletü mine’ş-şeytâni ve mâ şey’ün eksera meâzîra minellahi ve mâ şey’ün ehabbü ilallah mine’l-hamdi. “Cenâb-ı Hakk’ın en çok sevdiği şey hamddir ve en çok da mazeretleri Cenâb-ı Hak kabul eder.”
Özür beyan ettin mi, O kabul eder. Beyan ettiğin özrü Cenâb-ı Hak derhal kabul eder. O özrü kabul etmek yani tevbe ediyorsun; “Yaptım yâ Rabbi cehalet zamanımda bunları ben ama şimdi de özür diliyorum, beni affet!” dedin miydi affediveriyor işte, elhamdülillah.
“Sonra en çok sevdiği şey de hamddir.”
Onun için sabahta ve akşamda, âyet-i kerîmede sabahta ve akşamda beni tesbih ve tahmid ediniz.
Ve sebbihûhü bükraten ve asîlan. Cenâb-ı Hak, “Sabahta ve akşamda beni tesbih ediniz.” diyor.
Niçin?
Bu tesbihten Cenâb-ı Hak hoşnut, memnun, seviyor onu.
Niçin?
Kulu da bu tesbihleri yapmak suretiyle hem nurlanıyor hem doğruluğu temin etmiş oluyor. Yani saatini prova ettiriyor, daima doğru gitsin diyerekten ayarlattırıyor. Sabah akşam tesbihleri insanı ayarlar, doğruluğa doğru ayarlar. Ama bu tesbihlerden mahrum, tevbe istiğfarlardan mahrum, keyfine hareket eden insanların, ki insan nasıl yaşarsa, dikkat edin, insan nasıl yaşarsa öyle ölecektir. Ölür, yaşadığı hal üzerine. Nasıl ölürse öylece de haşrolacaktır. Haşrı yaşadığı hayata ve ölüme bağlıdır. Onun için iman ile yaşayan, âmâli saliha ile yaşayan insanın sonu güzel olur.
Ama çok zor öldü o hocaefendi?
Ne kadar zor ölürse ölsün o günahlarına kefarettir. Onun akıbeti hayırdır. İman üzere yaşamıştır mutlaka iman ile gider. Allahu Teâlâ verdiği imanı insandan almaz kendi atmadıkça. Çünkü o sana hediye etti onu bir kere. İman kazanılmaz.
Cenâb-ı Hak cümlemize tevfik buyursun, ihsan buyursun, in’am buyursun.
Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selamün ale’l-mürselîn velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn el-Fâtiha.