Elhamdülillahi rabbilâlemin ve'l-âkibetü li'l-müttekîn. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ'lemû eyyühe'l-ihvân enne efdale'l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale'l-hedyi hedyü Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra'l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesin bid'ah ve külle bid'atin dalâleh ve külle dalâletin fi'n-nâri. Ve bi's-senedi'l-muttasıli ile'n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve sellem ennehû kâl.
Din, din diyoruz ya, bu din nasihatle kaimdir. Din; namaz oruç ne varsa dinimizde ancak bunun duruşu, ennasiha, “nasihatle kaimdir.Ed-dînü en-nasîhatü. "Din nasihatle kaimdir."
Nasihat kalkınca dinde kalkar demek. Din ancak nasihat sayesinde ayakta durur. Binâenaleyh her mü'min müvahidin nasihati dinlemek mecburiyetindedir. Cuma günleri resmi olaraktan hutbe okunur, bu bir nasihattir. Onu cuma farz olmak dolayısıyla mecburi olarak hep herkes gidip onu dinler.
Fakat mesela gelmeyenlere ne diyelim?
Bir şey diyemeyiz.
İsteyen gelir isteyen gelmez. Fakat dinini ayakta tutmak isteyen insanın mutlaka nasihate ihtiyacı vardır. İlk nâsih iki cihan serveri seyyidinâ Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem'dir. İlk nâsih O! O nasihat ile bu dini meydana getirdi. Bu dinde kıyamete kadar bu nasihat ile durur. Nasihat ortadan kalktı mıydı adam;
"İşte biz biliyoruz, n'olacak işte, beş vakit namaz kılmak, oruç tutmak. Bildiğimiz şey bunlar."
Yok böyle değil. Mutlaka nasihate ihtiyaç var.
Bizim aklımız var.
Aklımızın erdiği şey var eremedikleri var. Düşünmeye bazen vakitte bulamadığımız zamanlar olur. Onun için kendimizi beğenip de Cenâb-ı Peygamberin buyruklarından dışarıya çıkmamak lazım.
"Dini nasihat ile kaimdir."
Peki, bitti gayri.
Sağlam mı bu söz?
Sağlam.
Öyleyse hem okumak hem de okuduğumuzu duyurmak mecburiyetindeyiz. Hepimiz bir taraftan okuyacağız bir taraftan da okuduklarımızı başkalarına duyurmak mecburiyetindedir. Yalnız hocaya mahsus değil. Hepimiz her gün okuyacağız ve her gün okuduklarımızı okuyamayanlara bildireceğiz.
Allah cümlemizi bu güzel mesleğe sahip olmak isteyen bahtiyar kullarının arasına bizi de kabul buyursun.
Onun için Cenâb-ı Peygamber şimdi burada diyor ki;
İttebiu'l-ulemâe. "Siz ulemalarınıza tâbi olun, uyun onlara, onların dediklerini tutun."
Çünkü size nasihat verici onlardır. Benim yerime vâris onlardır. Benim bugün yaptığımı yarın onlar size yapacak. Binâenaleyh onlara uyunuz diyen iki cihan serveri Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hazretleridir ki, en efdal meslek. Meslek çok dünyada. En efdali, dinî ilim mesleğidir. Din ilmi mesleğidir. Doktorluk iyi bir meslek; çok para getirir, çok da faydası vardır, hastaların ıstıraplarını dindirir, rahatlandırır, şu olur bu olur. Güzel bir meslek.
Mühendislik?
O da güzel.
Hepsi güzel...Fakat hepsinden daha güzel ilim mesleğidir. Dünyası da mâmurdur âhireti de mâmurdur.
Allah ilmiyle âmil olan bahtiyarların zümresine bizleri de ilhak eylesin.
Onun için Cenâb-ı Peygamber burada Hz. Enes radıyallahu anh naklinde ittebiu'l-ulemâe. İttebiu'd-doktor demiyor, ittebiu't-tabîb demiyor, ittebiu'l-mühendis demiyor, ittebiû bilmem ne demiyor, ittebiu'l-ulemâe diyor, "Ulemaya uyun." diyor.
Niçin?
Onlar benim vârisim, benim sözlerimi size nakledecek onlardır. Binâenaleyh onlara uyunuz.
E ne olacak.
Fe-innehüm sirâcü'd-dünyâ ve mesâbîhu'l-âhirati. "Hem dünyanın ışığı hem âhiretin ışığıdır onlar."
Hem o ışık sayesinde insan yolu görür. Dünyada da onların sayesinde doğru yolu bulursunuz, âhirette de bu doğru yolun sayesinde cenneti bulursunuz.
Bu hususta çok sözler söylenmiş, bunları söylemeye tabi lüzum yok. Bu kadarcık kâfi burada.
İttebiu'l-ulemâe. "Siz de tâbi olunuz ulemaya."
Ulema olmaya çalışınız siz de. Çocuklarınızı ilim sahibi yapmaya çalışın.
Size ufak bir hadise söyleyeyim. Bursa'da Osmanlı İmparatorluğu'nun eski şeylerinden Orhangazi var, Osmangazi var. İkisi de güzel bir cami yaptırmışlar; birisi belediyenin karşısında birisi merkezde. Güzel, evvela cami yapıyor. Caminin etrafına da bugünün mektebi dediğimiz, üniversitesi dediğimiz medreselerini yapıyor.
Üçüncü padişah Murat'tır. Yine Çekirge'de bakınız, camisi altında üstü de medresedir. Altı cami, üstü medresedir, medrese odalarını etrafına koymuş Aşhanesi, başka medreseleri doludur.
Dördüncü padişah Yıldırım'dır. Yıldırım'a bakınız, koca bir cami yapmış Yıldırım mevkiinde; altına medreselerini yapmış, şifahanesini yapmış, aşhanesini de yapmıştır. Hem şifahanesi, fakirleri doyurmak için de onların da ihtiyaçlarını gidermek için fodla denilen bir ekmek çıkardı uzun, onları dağıtırlardı. Onları da görmüştük vaktiyle.
Beşinci padişah olan Bursa'da oturan Sultan Mehmed'e bakınız. Koca bir camisi yeşil camisi meşhur. Alt tarafında kocaman külliyesi, medreseleri.
Sultan Murat'a gelirseniz Fatih'in evi de orada. O da öyle. Camisini yapmış, etrafına da medreselerini yapmış. Hep beraber yaşamışlar. Onun için o zaman fütuhat, koca dünyanın hemen hemen yarısına sahip olacak dereceye gelmiş.
Binâenaleyh bunlar hep ulemaya olan zevkin, sevginin neticesinde oluyor. Tabi bunları ulemalar bize bildiriyorlar, biz de onlara ittiba edip bunları meydana getiriyoruz. Binâenaleyh yalnız cami yapmak kafi değil. Çünkü camide bize imamlık edecek, bize hutbe okuyacak, bize nasihat edip irşat edecek insana ihtiyaç var. Bu olmazsa cami hiçbir şeye yaramaz. Hiçbir şeye yaramaz!
Maksat oradan insanların dinlerini öğrenecek ve öğretecek insanların yetişmesidir.
Dinini bilirse, kimsenin hukukuna tecavüz etmeye ödü patlar. Çünkü herkesin hukuku kendi hukuku gibidir. Kendi hukukuna nasıl riayet ediyorsa herkesin hukukuna da böyle riayet etmek mecburiyetindedir. Yoksa senin apartmanın var, malın var, sende olsun da bende olmasın davası Müslümanlıkta yoktur. Sende çalışırsın sen de kazanırsın. Allah herkese bir vermez.
Bak beş parmağın beşi de bir oluyor mu?
Onun için;
İttebiu'l-ulemâe. "Siz ulemaların sözünü dinleyiniz." Fe-innehüm sirâcü'd-dünyâ ve mesâbîhu'l-âhirati.
Sirâc; şu bildiğimiz ışıklar yani kandiller. Mesâbih de; yine yıldızlar gibi ışık veren şeyler, aydınlıklar yani.
Dünyanın da aydınlığıdır âhiretin de aydınlığıdır. Dünyada da onların sayesinde rahat ederiz âhirette de onların sayesinde rahat ederiz.
Nasıl Peygamberimizin zamanında ashab-ı kirâm, o zaman tabi ilk devir. Cenâb-ı Peygamber Mescid-i Nebevi'yeyi yaptı. Mescid-i Nebevi'yenin yanında da bir de mektep yaptı ama o gün adı mektep değildi. Adı Ashab-ı Suffe idi. Yani o günün alim olacak, ilim talep edecek kimseleri orada otururlardı. Bazen sayıları 400'e kadar çıkar, onları Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve zenginler beslerler. Onların işleri de güçleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in mübarek fem-i saadetlerinden sudûr eden her kelimeyi ezberlemek. Ezberlemişler ve bize de elhamdülillah nakletmişler, kitaplarımıza da geçmiş. Şimdi bugün onları güzel güzel okuyoruz ve güzel güzel de anlatmaya çalışıyoruz.
Yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem camiyi yaparken yanına da mektebi yapmış. Ashab-ı Suffe dediğimiz adamlar oranın, medresenin talebeleri. Ama bizim bugünkü gördüğümüz gibi şahane değil. Şahaneye ihtiyaç yok, maksat söyleneni anlamak ve anlatmak.
Hatta o kadar gayret vardı ki; onlardan çoğu okumak bilmiyorlardı. Çünkü bugünkü gibi ilim mebzul değil. Bir tanesi o Kur'an bilene demiş;
"Bana Kur'an'ı öğretmez misin?"
"Bilirim." demiş, "Öğreteyim sana."
Gitmiş öğretmiş.
Fakat insanların hilkatin de şeysi var ya, kendisine öğreten insana bir mükâfat vermek, karşılık vermek isterler. Demiş;
"Sana benim verecek bir şeyim yok ben de fakirim. Yalnız bir okum var, bir yayım var kabul edersen bunu vereyim sana."
Demiş, "Ben Resûlullah'a sormadan kabul edemem.
Resûlullah'a gitmiş. Tahsil bak, tahsil devresinde;
"Cehennemden alacağın yer kadar al." demiş.
Cehennemden ne kadar yer istiyorsan alacağın şey o nisbette olsun.
Demek ki ilim öğretmek mukabilinde birşey almanın felaketi ne kadar büyük.
"Ooov!" demiş, "Ben bunu yapamam."
Bu çok zamana kadar devam etmiş. Tarihini bilemem. Fakat bir devir gelmiş ki bu devirde artık insanlar meccânen başkası için çalışmaya meydan yok. Bakmışlar ki ilim inkiraza uğruyor, çünkü okutmuyor.
"Ben çalışıp ekmek parası kazanacağım, seninle meşgul olamam." diyor.
Ee, o zaman fetva vermeye mecbur olmuşlar ki okutanlar da birşey alsınlar da bu okumak kaybolmasın.
Bu okumak kaybolmasın okutmak da kalsın diyerekten ondan sonra fetvayı vermişler. Yoksa İslâm'ın ilk devrinde hep fisebilillah. Askere gidiyor fisebilillah, harbe gidiyor canını feda ediyor fisebilillah, tahsili fisebilillah...Onun için onlardan çok istifade edildi.
Allah cümlesinden razı olsun.
Onların derecelerine erişmek için imkanımız yok.
"Siz ashab-ı kirâmın aleyhinde katiyen yakışıksız bir söz söylemeyin, çirkin bir söz söylemeyin."
O zaman aralarında bir kavgalar, gürültüler de olmuş insanlık, beşeriyet hâli. Fakat buna içtihat diyorlar. Yani "Sen haklısın ben haklıyım." diyerekten birbirleriyle içtihat ediyorlar. Bu iki tarafın birbirleriyle muharebesi olmuş döğüşmüşler. O zaman bitmiş gitmiş bu hadise. Bunu artık uzatmaya lüzum yok. Bugün onları tazeleyip tazeleyip de ortaya getirmeye hiç lüzum yok. Binâaleyh Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara saygı göstermeyi bize tavsiye ediyor. Hz. Allah celle ve alâ da, başka söze lüzum yok,”radıyallahu anhüm ve radû avau” dedi.
"Ben onlardan razıyım onlar da benden razı." dedikten sonra artık başkasının söz söylemeye ne hakkı olur yani?
Ortada Allah celle ve alâ "Ben onlardan ashab-ı kiramdan razıyım." diyor.
Ve onlar hakkında sevgi ve saygı besle, radıyallahu anh de."
Bu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in nasihatlerinden bir nasihattır.
E tühibbu en yeline kalbüke?
Şu kalplerimiz var ya, bu bazı insanlarda kalp çok sert olur. Sert taşlardan, sert kayalardan, sert çeliklerden daha sert. Çeliği yumuşatmak mümkün oluyor, kayayı yumuşatmak mümkün oluyor, fakat bazı kalpler var ki yumuşaması mümkün değil. Nasihat etsen para etmiyor söylesen para etmiyor. Hani yağmur yağar, kayanın üzerine yağar akar gider, hiç faydası olmaz.
Niçin?
Kayadır, durmaz.
Yumuşak toprağa yağan yağmur, toprak onu emer güzel mahsuller olur oradan. Bazı kalpler böyle mermer gibi ne kadar nasihat etsen kayıp gidiyor, hiç tesir etmiyor.
Şimdi bunları nasıl yumuşatacağız?
Bu demiri yumuşatıyoruz. Ateşe koyuyoruz, ateşte yumuşuyor, tokmağı vurunca istediğimiz kalıba sokuyoruz. Ama insanın kalbi böyle bir tokmağın altına yatıp olmaz ki.
Bunu yatıştırmak için Cenâb-ı Peygamber bak ne güzel söyledi.
E tühibbu en yelîne kalbüke? "Sen kalbinin yumuşak olmasını istiyor musun?"
Kalbinin yumuşak olmasını istiyor musun, ki namazını güzelce kılasın, orucunu güzelce tutasın.
Ve tüdrike hâceteke?
Hepimiz de bir sürü hacetler var işte.
"Bu hacetlerinizin de olmasını istiyor musunuz?"
Hacetlerinize nail olmak istiyor musunuz?
"Kalplerinizin yumuşaklığını hacetlerinize de erişmeyi istiyor musunuz?"
Öyleyse;
İrhami'l-yetîme. "Yetime merhamet eyle."
Aziz kardeş!
Çok mühim bir şey!
"Yetime merhamet eyle." Ve'msah ra'ssehû. "Onun başını okşa." Ve et'imhu min taâmike. "Yediğinden de ona yedir ama."
Yetim. Hepimiz yetimiz yani. Yetim 18 yaşına kadar, bazı şeylerde 15 yaşına kadar anası veyahut babası olmayan çocuğa diyorlar. Kimsesiz hâmisiz insandır demek. Hâmisiz insanlara sahip olunuz.
Hâmisiz insanlara sahip olunuz, çünkü o hâmisiz insanlara sahip olmazsanız onlar yarın anarşist olurlar. Okuyamaz, dünyadan bilgisi olmaz, âhiretten de bilgisi olmaz. Sanat sahibi değildir, iş sahibi değildir. O köprü altında yatanlar, çeşme şeylerinde yatanlar bunlar hep hâmisiz insanlar, bunların mesulü hepimiziz.
Niçin o çocuk köprünün altında yatıyor?
Niçin onun yakasından tutup da evladım sen kimsin? Nereden geldin? Hani anan hani baban?"
Yok.
E seni kimse himaye etmez mi?
Yok.
E sen onu himayeye niye yeltenmedin?
E ben yapabilir miyim hepsini?
Yapamayız tabi hepsini.
Ya?
Toplanacağız cemiyet kuracağız, beşer-onar kuruş oraya vereceğiz. Orada toplanan paralarla memleketteki zuafaları toplayacağız okutacağız, yetiştireceğiz, memlekete faydalı insan olacaklar. Ama hırslar gözlerimizi kapıyor, kulaklarımızı da tıkıyor. Artık kendi menfaatimizden başka hiçbir şey düşünemiyoruz; "Yetim ölürse ölsün bana ne?" diyoruz.
Ölse kolay ama ölmezse, başa bela olursa ne olacak?
Senin evini de soyacak, berikinin de cebinden alacak, her şeyi yapacak işte, zarar verecek.
Sebebi?
Biz onlara acımadığımızın sebebi.
Bak Cenâb-ı Peygamber ne güzel söylüyor.
İrhami'l-yetîme. "Kimsesizleri himaye et." diyor.
Kimsesizleri himaye et, onları sev, okşa, yediğinden de yedir. İçeceğinden de içir, üstünü de giydir.
"İşte o zaman kalbinde pamuk gibi olur, bütün hacetlere de erişirsin."
Hastalığın gider, kuvvetin sıhhatin yerinde olur. Çünkü Allahu Teâlâ ona yaptığın merhametin dolayısıyla sana da birçok böyle iyilikler verir, sıkıntılardan seni kurtarır
Ebü'd-Derda hazretleri bunu rivayet ediyor.
Allah cümlemizi böyle zuafalara, yetimlere, bîkeslere, gariplere acıyan ve merhamet eden bahtiyarların arasına kabul etsin de onlardan olalım biz de.
Bunların bir kısmı, mesela bugün bizim memleketimizde okuyan çocukların çoğu Anadolu'nun içerisinden kaçmış gelmişler. Anadolu'dan gelmiş. İstanbul'un zenginin çocuğu gidip de mektep de hoca olmak istemez. Yapmaz, zorla götürsen mektepten kaçar okumaz. Hele onların şeyleri de var;
"Ben ölü mü yıkayacağım? Onu mu olacağım yahut gidip de senin önünde namaz mı kaldıracağım sana? Benim şerefim var ben öyle şey yapamam." diyor.
Büyük büyük, en büyük bir hataya düşüyor. İmamlıktan daha büyük şeref yok. Peygamber'in makamı orası.
En büyük nimet ilim nimetidir. Onun için sen yetime sahip olmak istiyorsan okumak isteyen çocuklara elini aç. Elini aç, keseni aç onlara yardım şeysini uzat. Allah sana hem dünyalık verir, bire on veriyor en aşağıya. Oraya verdiklerinin yerine çok kazançlar temin edersin. Onları muhafaza et, çünkü onlar yetimdirler. Anasını bırakmış babasını bırakmış gelmiş burada okuyor işte.
Daha ne istiyorsun, bundan daha iyi ne var?
Senin çocuğun okuyor mu, verdin mi hiç böyle bir mektebe çocuğunu?
Veremezsin ki çünkü işin kalacak.
Ve et'imhu min taâmike. "Hem de yediğinden yedir." diyor.
E tühibbûne eyyühe'n-nâsü en tectehidû fi'd-duâi? "İster misiniz sizin dualarınızın kabul olmasını?"
İster misiniz büyük dualar yapıp da kabul olmasını?
Çok değil.
Kûlû. "Deyiniz."
Allâhümme e'innâ alâ şükrike ve zikrike ve husni ibâdetike.
Zannediyorum bunu Cenâb-ı Peygamber Muaz radıyallahu anha öğretmiştir, Ebû Hüreyre hazretleri de naklediyor.
Geçen ki derste neydi?
Allahümme innî es'elüke ta'cîle âfiyetike ve sabran alâ beliyyetike ve hurucen mine'd-dünyâ ilâ rahmetike.
Güzel dua, ezberlemek lazım.
Bugünkü duasında da Cenâb-ı Peygamber diyor ki;
Kûlû. "Deyiniz." Allâhümme. "Ey benim Allah'ım!" E'innâ. "Bize yardım eyle." Alâ şükrike. "Verdiğin nimetlere şükür edebilecek kuvvet ve iktidarda bize yardım eyle."
Çünkü biz kendi başımıza sana şükredemeyiz. Sen bize yardımcı ol ki kalbimize bu duaları sun ki, biz sana şükredebilelim.
Daha?
Ve zikrike. "Hem sana şükrü bizim içimize sun hem de zikrini sun."
Biz seni daima hatırlayalım. Daima hatırımızdan çıkarmayalım seni. Daima senin zikrinle meşgul olalım.
Bu insanlar zikirden çok korkarlar. "İşte filanca çokça zikretmiş de deli olmuş." derler.
Vallahi yalan billahi yalan!
Allah'a zikreden deli olmaz veli olur. Allah'ı zikreden deli olmaz mutlaka veli olur.
E o deli olmuş ya?
O deli olduysa onun maksadı başkadır. Allah başka maksat istemez. Allah'ın rızasından başka maksat istedin mi deli olursun işte. Sırf Allah için.
Bak kendisi söylüyor Efendimiz. Zikrinde bana yardım et. Sen bana yardım et ki ben sana zikredebileyim yâ Rabbi!
Bu kalbine ne verir?
İlhamlar verir, feyizler verir.
Değirmene su gelmeyince değirmen döner mi?
Dönmez. İşte Allah'ın yardımı bu değirmene suyu yollamak. Değirmene su geldi miydi çark kendiliğinden döner. Çark kendiliğinden döner çünkü su akıyor üzerinden. Dönmemek elinden gelmez. Binâenaleyh Allah yardım etti miydi kul Allah'ı zikretmesin, olmaz. Mutlaka Allah'ı zikreder.
E canım bu Allah-u Teâlâ, ya işte "Allah!" dedik kafi. Ne çok birçok diyeceğiz?
Aziz kardeş!
Çok demek de birçok faydalar var. Birisi, insan sevdiğini çok zikreder.
"Filanı seviyorum."
Mütemadiyen ondan bahseder; şöyle iyidir böyle iyidir, hep onu metheder.
Neden?
Seviyor onu. Sevdiğinden dolayı methini dilinden bırakamaz.
Nedir o?
Onun sevdiğine alamettir.
Allah'ı seven de Allah'ı dilinden bırakamaz. Daima O’ndan bahseder. Nasıl bahsetmeyeceksin! Bütün nimetleri veren O'dur.
Şu beden bizim malımız mıdır?
Bizim bu bedende bir dahlimiz var mı?
Gözümüz şurda olsun kulağımız da burada olsun diye bir şey diyebildik mi?
Bu intizamı Cenâb-ı Hak anamızın karnındayken bize mükemmel surette, tam bir doğruluk ve dürüstlükle vermiş.
Kolumuzun birisi çarpık, ayağımızın birisi yamuk, gözümüzün birisi bilmem ne olsaydı kim ne yapabilirdi?
Ama hepsini ne kadar muntazam vermiş, ne kadar güzel vermiş! Bir de üstüne bir de akıl vermiş. Üstünün üstünü o akıl da.
Şimdi bu kadar nimet.
Birisi dese ki;
"Şu aklını bana ver de bu dünyayı ben de sana vereceğim. Dünyayı vereceğim hepsini. Altınıyla gümüşüyle bu dünya senin olsun, şu aklını bana ver."
Veren olur mu?
Akıl olmadıktan sonra bir şey olmaz ki! Kimse vermez. Dünyada deli olmak.
Binâenaleyh akıl dünyaya bedel âhirete de bedel. Bu nimeti Allah bize vermiş, daha ne istiyorsun sen! Daha ne istiyorsun!
Bu nimeti vereni anacaksın, "Allah!" diyeceksin. "Allah!" dedikçe inşirah hasıl olur. İnşirah, genişlik olur. Çünkü varlığın sahibi, kâinatın sahibi, bütün mevcudatın sahibi. Bu vücutları bize veren yine O. Öyleyse biz O'nu anmak mecburiyetindeyiz. Verdiği nimetlerden dolayı, "Yâ Rabbi! Sana çok şükür!" demek ve bu şükrümüzü ifade etmek için huzuruna gelip Allahu ekber deyip divanında durmak.
Şükür bu.
Ramazan geldi, şükür orucu tutabilmek. Orucu tutamadan şükür olmaz, namazı kılamadan şükür olmaz. Asıl şükür namazı kılıp, orucu tutup, evâmiri ilahiyeye itaat. Böyle olunca, şurada iki tane.
Allâhümme e'innâ alâ edâi şükrike ve zikrike. "Yâ Rabbi! Seni şükrün ve zikrin üzerine bana yardım eyle."
Allah'tan yardım istiyoruz. Herşeyi O'ndan istiyoruz ya. Yardım edecek yine O'dur. Bütün kuvvet ve kudret O'nundur.
Ve husnü ibâdetike. "Ve bir de sana güzel ibadet edebilmek üzere bize yardım eyle yâ Rabbi!"
Evet, namaz kılmak kolay, yatarsın kalkarsın ama bak husnü diyor. "Güzel ibadet!" Güzel ibadet olunca, bu yatıp kalkarken kendini Allah'a bağlayarak yatıp kalkmak başka, bir de öyle lâlettayin yatıp kalkmak başka. Binâenaleyh kendini Allah’a bağlayarak yüzü kıbleye çevirmek kolay. Döneriz o kabiliyetimiz var. Fakat kendini Allah'a bağlayarak gönlü Allah'a çevirmektir önemli olan. Gönlü Allah'a çevirmek Allah-u Teâlâ'nın zikri ile çok meşgul olmaya bağlıdır. Allah'ın zikri ile meşgul olanlar Allah'ın divanına durduğu vakitte Allah'la meşgul olarak namaz kılar. Binâenaleyh insan ne kadar "Allah!" derse o Allah içeriye siner. Sindikten sonra bakarsın bütün mâsivâ denilen şey ortadan kalkar, yalnız Allah kalır.
Onun için Hallacı Mansur “Ene'l-hak” dedi.
Niçin?
"Allah!" diye diye Allah'ın huzurunda olaraktan herşeyi unuttu. Herşey ortadan, gözünden kayboldu, Allah var.
Allah cümlemizi affetsin de kendisine tam bağlılıkla bağlanan sevgili bahtiyar kullarının zümresine ilhak eylesin.
Şurada Cenâb-ı Peygamberin bize öğrettiği,braber okuyalım;
Allâhümme e'innâ alâ şükrike ve zikrike ve husni ibâdetike.
Şimdi gerek orucun kendisi, gerek namazın kendisi, gerek hac vazifelerimiz, gerekse zekat vazifelerimizi yaparken bunlardaki güzelliği ancak Allah-u Teâlâ'nın bize ihsan etmiş olduğu feyizle severiz. Onun için Cenâb-ı Hakk'a iltica edeceğiz ki bu feyzi bize ihsan etsin de biz de güzel güzel ibadetler ve şükürler yapalım, zikirler yapalım.
Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar eylesin. Cümlemizi fazl u keremiyle nefsin, şehvetin, şeytanın elinden kurtulup o güzel cennetine müstahak, istihkak getiren kullarının zümresine kabul buyursun.
El-Fâtiha!