Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillah sümme elhamdülillah elhamdülillahillezî hakka hamdihî vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve külle dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl kâle;
Et-tâibu mine’z-zenbi.
Tâib diye tevbekâr olan kimseye diyorlar, günahlarından tevbe ediyor. Beşeriyet iktizasıyla yapmış bir hata, onlara nedamet etmiş, pişman olmuş tevbe ediyor. Bir daha yapmayacağım diye Cenâb-ı Hakk’a söz veriyor. Bu adamın o yapmış oldukları günahlar dolayısıyla şu tevbeyi yapınca;
Kemen lâ zenbeleh. “Sanki o adam günah işlememiş gibi olur.”
Yani günah işlememiş adamlar nasılsa öyle olur. Bu tevbe etmek suretiyle günahları affolur ve silinir demek. Ama bunun şartları var tabii. Bu şartlara uygun oldukça birisi, evvela tevbe ettikten sonra bir daha o tevbeden dönmemek, tevbe ettiği şeyi bir daha yapmamak. Aldığı para varsa onları sahibine iade etmek. Para vesair ne gibi şeylerse... Namazlarından kılmadığı namazlar varsa onları iade etmek. Ve bir de içerden gelen bir pişmanlık;
“Niçin ben bunu yaptım?”
Böyle bir pişmanlık gelerekten tevbe istiğfar ediyor.
Tevbelerin nevileri çok. Allah’a dönüş; “Ben yaptıklarıma utanıyorum. Bir daha yapmamaya sana söz veriyorum.”
Bunun tabii kendi dilimizce de var, büyük evliyaların dillerinden de var. Peygamberlerin dilleriyle bize talim edilmiş tevbeler var, Kur’an’dan da numûneler var.
Tabii kendi dilimizle yaptığımız tevbe bu peygamberlerin bize öğrettiği tevbe gibi olmaz. Onlar tevbeyi güzel öğretirler. Hani her sabah her akşam üçer kere okumak bize tavsiye edilmiş;
Allahümme ente rabbî lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteda’tü eûzü bike min şerri mâ sana’tü ebûü leke bi-ni’metike aleyye ve ebûü bi-zenbî fağfirlî fe-innehû lâ yağfiru’z-zunûbe illâ ente.
Bunlar sabahta ve akşamda üçer kere okunduğu takdirde o insanın üzerindeki günahlar silinir. Nasıl sular esvaplarımızdaki kirleri siliyor, bu tevbeler de bizim günahlarımızı siler. Yalnız bir daha yapmamak ve bir de aldıkları hakları sahiplerine iade etmek ve namazlarında da kusur etmemek şartıyla.
Bu hususta birçok hadisler var. Ve bu çok hadislerin birisi, en güzeli, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in de bize numûne olaraktan her gün istiğfar ettiğini bildiren hadislerdir. Yani peygamber, “Ben peygamberim, masumum, günahım yok.” hepsini Allah affetmiş. Bunu da innâ fetehnâ leke sûresinde bildiriyor;
Li-yağfira lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhar.
“Burada o bildirildiği halde, peygamber de olduğum halde, masum da olduğum halde yine her gün yüz kere istiğfar ediyorum” diyor.
O yüz derse bizim 1000’imiz azdır. Bizim 1000’imiz azdır ama üç tanesi yeter demiş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. Bu üç taneyi sabahta üç defa da akşamda söyleyenin o gün yapmış olduğunuz günahlara bunlar kefaret olur.
Onun için Allah dillerimizi istiğfardan ayırmasın.
Daima istiğfar edelim.
İstiğfarın fevâidi pek çoktur. Ömrü uzunluğuna, rızkın bolluğuna, sıhhatin daha güzel oluşlarına... çok fevâidi vardır. Bu yaptığın tevbenin mükafatı olarak Allahu Teâlâ’nın vermesiyle hiç ummadığın yerden rızık gelir, hiç ummadığın yerden vücuduna sıhhat afiyet gelir, hiç ummadığın şeylerden her türlü rahatlıklar hasıl olur. Sen çalışmakla onları elde edemezsin.
Yine bunu bir başka hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bildiriyor;
Öteki hadisin bir misli.
Et-tâibu mine’z-zenbi. “Günahından tevbe eden bir insan.” Ke-men lâ zenbe lehû. “Bu adam sanki günah işlememiş adam gibi olur.”
Şimdi bunun altı var yalnız. Onun altı yoktu bunun altı var. Altı diyor ki;
Ve izâ ehabballahu abden. “Cenâb-ı Hak bir kulu sevdi.”
Bir kulu sevdi; ibadetinde, taatinde, hayr u hasenâtında... daima iyilikler yapıyor, güzel. Cenâb-ı Hakk’ın da sevgisini kazanmış. Şimdi bu sevgisini kazanınca;
Lem yedurruhû zenbün. “Artık buna günah zarar etmez.” diyor.
Tabir bu. Fakat bu ulemanın izahında diyor ki; Asamehû mine’z-zünûbi. “Cenâb-ı Hak artık bunu günah işlemekten korur.”
Seviyor. Binâenaleyh peygamberlerini koruduğu gibi, evliyalarını koruduğu gibi bunu da korur. Lem yedurruhû zenbün, yani “Buna günah zarar etmez” demek, Allah ona günah nasip etmez artık, Allah onu günahlardan korur. Günah olacak yerlere sokmaz onu, sebepler halkeder sokmaz.
Ve ölmezden evvel bir tevbe lazım ya. Bu sevdiği adama belki böyle hatalarda yürüse bile ölmezden evvel yine tevbe ederek temizlenerek gider. Âhirete giderken tevbesiz gitmez. Onun için tevbeyi daima dilimizden hiç çıkarmamak lazım. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da birçok âyetlerde buna dair emirler vardır.
Yine buyuruyor;
Et-tâibu mine’z-zenbi ke-men lâ zenbe lehû...
Yine aynı hadis, başka bir şekilde başka birisi tarafından rivayet.
“Yine günahlarından tevbe eden adam.”
Günahına tevbe ediyor.
“Sanki günah işlememiş gibi olur o adam.”
Günah işleyen adam tevbe etti miydi bir daha yapmamak şartıyla o günahlarından tevbe etmiş gibi olur. Ama şimdi bak izah ediyor;
Ve’l-müstağfiru mine’z-zenbi. “Bir günahtan tevbe etti, estağfurullah bir daha yapmayacağım dedi.”
İçkiye, kumara, zinaya, hırsızlığa, bir şeye alışmış, baktı ki iyi değil tevbe edeyim dedi, ama yine yapıyor. Âdetini bırakamıyor yine yapıyor;
Ve hüve mukîmün aleyhi. “O kabahati üzerine mukim.”
Kabahati üzerinde daima tekrar ediyor, öyleyken yine tevbe ediyor. Ediyor ama diyor ki;
Ke’l-müstehzii bi-rabbihî.
Allah muhafaza.
“Bu adam Allah ile istihza eden, eğlenen bir adam gibidir.” İstihza ediyor; hem tevbe ediyor hem arkasından bozuyor.
Bozacaktın niçin ettin?
Bu hadisin arkası çok dikkate şayan.
Ve men âzâ müslimen. “Her kim bir müslümana ezâ ederse.”
Ezânın nevi var, çeşiti var, çeşitli. Her ne çeşit olursa olsun bir müslümana bir adam ezâ ederse.
Kâne aleyhi mine’z-zünûbi mislü menâbiti’n-nahli.
Nahl, hurma ağacı. Medine-i Münevvere’de hurma ağaçları çok. Onun için Cenâb-ı [Peygamber] misal olaraktan bu hurma ağacının yapraklarını misal getirdi, dedi ki;
Burada, Medine-i Münevvere’de yahut yeryüzünde ne kadar hurma ağacı var?
Bu hurma ağaçlarının üzerindeki yaprakların adedi ne kadar kim bilir, “Buna, bu müslümana eza eden adamın günahı böyle olur, yani bu kadar çok olur.”
Bizim kabahatlerimizden, veyahut noksanlıklarımızdan diyelim, birisi biraz bilgi sahibi, yahut varlık sahibi, yahut da kudret sahibi olduğumuz zamanda maiyetimizde olanların hukukuna riayet edemeyişimizdir. Onu artık insan yerine de saymayız, ufacık hatasından dolayı onu yerin dibine batırırız, hiç de kıymet vermeyiz. Ama Müslümandır, o da Allah’ın kuludur. Bu mülkü sana veren Allah’tır, saltanatı veren Allah’tır, kuvveti veren Allah’tır, bilgiyi veren Allah’tır, serveti veren Allah’tır. Onu fakir eden de yine Allah’tır, onu sana muhtaç eden yine Allah’tır. Binâenaleyh onların hepsini unutup da o fakiri, o zayıfı, o miskini, o garibi böyle hor hakir görüp, dünyaya geldiğine pişman edercesine onu incitmek elbette revâyı hak değildir. Onun bak günahının ne kadar çokluğunu nasıl söylüyor Peygamber Efendimiz.
Şimdi bu bir şahıs üzerinde. Bugün dinlediğim bir hikayeyi nakledeyim. Bugün bir genç geldi. Gençler tabii bir şeyler biliyorlar biz bilmiyoruz. Onlardan aldığım malumatta, bu dünya gürültülerinden, bugünkü gürültülerden bahsederekten diyor ki;
“Hocaefendi iyi ama bunun önüne geçilmez” diyor. Çünkü bugün yetişen genç dini bilmiyor. Dinini bilmediği için bu aradaki farkı bir türlü hazmedemiyor.
Bu adam yaşasın da bu adam neden böyle ezilsin, hor hakir yaşasın?
Bunu hazmedemiyor diyor. Bir misal getirdi bana, dedi ki;
Ben filan yerde bir köye misafir oldum. Evet, bir köye misafir oldum, misafir olduğum köyde su yok. Su yok, köyün suyu yok. Namaz kılıyorlar, Kur’an okuyorlar, ibadetleri yolunda, sordum;
“Sizin suyunuz yok, siz guslü muslü ne yapıyorsunuz?
Nasıl şey yaptıysa, yani susmuş. Yok su. Tabii nerelerden, uzaklardan ihtiyaçları kadar bir şey getirebiliyorlar da onunla böyle zaruretten iktifa ediyorlar.
Dedi, şimdi bunu bizim bu genç nesil görüyor. Öte tarafta müreffeh bir apartmana yerleşmiş, sıcağı soğuğu hepsi muntazam, şarıl şarıl önünde sular akıyor. Bunun bu yaşayışına ötekinin de bu zaruretini hazmedemiyor bu genç. Bunun dini bilgisi de yok. Binâenaleyh bunu düzeltmenin yoluna bakıyor diyor. Düz olsun bu; ya hepimiz ezilelim ya hepimiz düzelelim.
Bu fikri koymuş kafasına ve bu kafa içinde ölmeye kararlaştırmış. Öleceğim, ben bu kanaatteyim, bu fakir fukarayı, bu zulüm, işkence içerisinde, zaruret içerisinde bırakmak insanın vicdanına yakışmaz, bunun çaresini bulacağız. Bulacağı yok ya...
Allah affetsin kusurlarımızı.
Ama bize de buradan bir ders düşer ki;
Biz niçin etrafımızdaki insanların zaruretleriyle ilgilenmeyiz?
Bizim Peygamberimiz demiş ki;
“Komşusu aç olaraktan yatan adamın Müslümanlıktan hiç nasibi yok.”
Komşusu aç olarak biliyor yattı, zaruret içerisinde, kendisi de karnını doyurmuş aşağıda rahat yatıyor. Onun demek Müslümanlıktan hiç ilgisi, nasibi yok. Yani adı Müslümandır, hakiki Müslüman bunu yapamaz.
E bu komşuyla beraber bu memleketin halkı zaten birdir. Bütün dünya Müslümanları yine birdir. Buradaki senin komşunla Erzurum’daki komşunun arasında fark yok. Müslümanlık şeysiyle oradaki bizim kardeşimiz buradaki de bizim kardeşimiz. Oradaki kardeşimizin zaruretine de buradaki Müslümanın razı olmaması lazım. Kendi istirahatinden, rahatından, fazlasından cemiyetler kuraraktan, memleket içerisindeki bütün zuafânın yardımına koşmak lazım.
Bunu hepiniz biliyorsunuz. Anadolu’nun birçok yerlerinde köyler vardır ki yeraltındadır evleri. Penceresi de yoktur, zavallının hayvanatı da oradadır.
E bugünkü hayat şartlarına hiç de uygun değildir ama zavallı ne yapsın?
Düşmüş öyle bir hayata, e bizden de kendisine imdat yok. Demek ki bu da onlara karşı bizim bir zalimane hareketimizdir. Onun için cezasını elbette bir gün çektirecekler bize.
Allah affetsin kusurlarımızı.
Et-tâciru’l-emînü’s-sadûku’l-müslimü me’a’ş-şühedâi yevme’l-kıyâmeti.
Hz. Aişe validemiz Resûlullah efendimize soruyor;
“Yâ Resûlallah! Yarın rûz u kıyamette şehitlerle beraber haşrolunacak bir adam var mıdır?”
Şehit malum Allah yolunda canını veriyor. En kıymetli şeyi insanın canıdır, onu da veriyor işte. Onu da kıskanmıyor, tek, arkamdaki kalan nesil rahat etsin, düşman ayağı altına düşmesin, kafirin ayağı altına düşmesin benim canım feda olsun diyor şehit oluyor. Allah da buna mukabil ona büyük mükafatlar veriyor.
Eh buna muadil başka adamlar da var mıdır yâ Resûlallah böyle bu şehitlerle haşrolunacak?
Var var ya Aişe.
Kimdir ya Resulallah?
Günde yirmi kere ölümünü gözünün önünde getiren adam. Günde en aşağı yirmi kere ölümünü düşünen. Ama bu ölümü en çok düşünen bizim mezarcılardır. Günde 20, 40, 50 ölü gelir ellerine. Hiç ummadan hemen sokar deliğe. Şu kadarcık yüreğinden bir sızı da gelmez, ürkeklik de gelmez. Çünkü alışmıştır o hadiseye o.
Bizim de ölümle olan ilgimiz tıpkı bu mezarcının ilgisi kadar. Komşumuz ölür yahut evimizden birisi gider. Birkaç gün şöyle bir ağlarız sızlarız ama yalancıktandır bu desem. Yani yalancıktandır o, hakikaten değil. Hakikaten olsa insan yolunu düzeltir şöyle; “Bu adam bak ne güzel yahu. Şu Allah’ın, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği şu vücuda bak. Kıyamazsın yani. İnsan pamuk gibi yataklarda yatıyor, evi o kadar güzel, muntazam. O can çıkınca hemen hiç durdurmadan derhal bunu tabutun içerisine, yallah mezarın içerisine.
O mezar işte karanlık bir yer, aydınlığı yok. Toprakların içerisinde, birçok haşeratın bulunduğu bir yere, oraya bırakıyoruz adamcağızı.
Yahu işte anandı, babandı, hanımındı, evladındı?!.
Ne olursa olsun. Oraya koyuyoruz, “Allah sana selamet versin burada!” deyip bırakıp gidiyoruz artık.
O orada, hani gül yüzüne bakmaya kıyamıyordu insan, gözü yüzü her şeysi öyle, endamı o kadar güzel. Git de şimdi bir bak bakalım orada ona. Açıver şöyle kefenini, bir gün, iki gün, üç gün, bir hafta, on gün, bir ay... Korkar insan, iğrenir. Sokulamazsın kokudan, taaffünden...
Hani o beslemek istediğin can nerede yahu?
Her gün ne güzel yediriyor içiriyordun ona, paye veriyor kıymet veriyordun, yere buza kondurmuyordun, söz söyletmiyordun. Bir sinek gelirse aman sen bize mikrop getirirsin diyerekten hemen vurup öldürüyorduk onu. E şimdi bak bu mezarın içinde ne sesi çıkıyor, ne sedası çıkıyor, ne feryat edebiliyor. E orada perişan bir halde; kurtlar üşüşmüş başına, vücut kendi kendini yiyip bitiriyor orada. Bir gitsen ne kadar feci bir manzara Allah göstermesin.
İşte bu hepimizin başına gelecek bir manzara ama. Kaçsan da korksan da ne olursan ol, bu manzara hepimizin başına gelecek, o kıymet verdiğimiz cesede. Asıl kıymet verilmesi ruha idi. O ruhu unutuyoruz cesede veriyoruz kıymeti. Besle bakalım artık; yağla, balla, arabalar içerisinde besle besle, en nihayet o çukurun içerisi onu temizliyor.
Eh hani onu gezdiren, oynatan?
O ruh idi, o ruh ayrıldı gitti.
Orada güzel bir şey var. Şimdi o ruh bizim içimizde şu teyp makineleri gibi bir makine, bütün hadiseleri alıyor içerisine ruh. Ruh bütün hadise bu vücut onun teybi. O el ayak filan onun aletleriydi, işte bunlar gibi. O tamamiyle bütün hadisâtı o ruhun içine işliyor o. Şimdi cesetten ayrıldı mı, şimdi ayrılmadan evvel. Şu makine şimdi buradan çıkınca açıyor basıyor oraya, oraya aldığını söylüyor. O gözümüzün önünde. Şimdi teybimiz bize bizden de aldığını söylüyor. Sen bunları bu gün işledin bak bak seni aynanda bunlar mevcut. Fakat göz kapalı artık, görmüyor onu.
Neden?
Dünya şehvetleri, dünya sevgileri bu gözleri perdelemiş. İç alemini görecek şeysi yok artık. Bütün şeysi dünya, dünya saadetinin peşinde. Ama ruh çıkar çıkmaz, dikkat edin, ruh çıkar çıkmaz perde açılıveriyor. Mani olan dünya ortadan kalktı. Ortadan kalkınca perde gitti, perde gidince teyp başladı senin karşında, tam bugünkü televizyon misali aynalarıyla, sözleriyle tıngır tıngır sana söylüyor.
Şimdi sen o can çıktı ceset evde daha. Evde fakat bütün o buluğ yaşından o güne kadar yaptığın bütün hadise gözünün önünde böyle dönüyor.
Şimdi bu göz görmüyor ama şimdi onu hakikat gözü görüyor. Hakikat gözleri onun karşısında. Eh işte bu daha mezarına konuncaya kadar, bütün o ya sevap ya ikap, ya hasenat ya seyyiat, neyse o teybindeki hal, bu onun cezası, ona yeter artık.
Şimdi bir de mezara giriyor. Mezara girdikten sonra tabii suali münkereyn başlar. Ondan sonra onun haline göre nasıl ceza olunacaksa öylece kalır. Mü’minse onun mezarı yetmiş arşın genişler. Bu yetmiş arşın genişleme demek böyle toprakları genişleme değil. Bu, yani insan bazı dar evlerde oturur ama insanın içerisi geniştir. Bazen çok büyük evlerde oturur ama insanın içerisi dardır, sıkılır orada.
Bu öyle bir âlem ki o dar mezarlık ona çok geniş gelir, orada rahat olur, adeta cennet bahçesindedir. Maazallah bir de imansız ve ahlaksız olarak oraya göçtüyse onun mezarı da işte bir cehennem çukurudur. Orada artık onun azabının tasvirine gücümüz yetmez.
Allah hepimizi affetsin.
Yani bu teyp bizdeyken bu teybe güzel. İşte o tevbeler o teypteki hataları her gün siler. Nasıl ki değiştiriyor bizim teypler de, başka bir sözü alırken eski sözü oradan silip gidiyor. Tevbelerimiz de tıpkı bunun gibi eskileri siliyor, yenisine teybimizin içi temiz kalıyor.
Onun için sabahta akşamda sen bunu bırakma. Şimdi günde yirmi kere bu tevbeyi eden insan da şehitlerle haşrolunacak, çünkü artık üzerinde günahı kalmadı. Günde yirmi defa öyle ölümünü canlı olarak tefekkür eden insan da, bu yirmi defa düşünme az değil. Günde yirmi kere düşünmek suretiyle muhakkak istikametini düzeltmeye doğru, insan çevrilir.
Bu şehitlerle haşrolunurken,
Esteîzübillah:
Ülâike mea’l-lezîne ve men yyutı'l-lâhe ve’r-rasûle. Yalnız bu değil, “Kim ki Allah ve Resûlüne itaatte kamildir.” Ve ülâike me’allezîne en’amellahu aleyhim mine’n-nebiyyîne ve’s-sıddîkîne ve’ş-şühedâi ve’s-sâlihîne. “Bunlar hepsi bu iyi insanlarla beraber haşrolunur.”
İş Allah’a iman ve Resûlüne iman, itaat ve onların emirlerine itaattir. Bu itaatte olanlar böyle sülehâ, şühedâ ve salihîn ile beraber haşrolunacaklar.
Allah da bizleri onlarla haşrolunan kullarının arasına kabul eylesin.
Bu günahlara tevbelerimizi ettiğimiz takdirde.
Şimdi bunların arasına bir de tâciri soktu.
Et-tâciru’l-emînü. Evvela emin sıfatı var: et-tâciru’l-emînü. “Öyle bir tacir ki emin yani emniyet sahibi.”
Diyorsun ki ben bu tacire bu kadar para versem bundan benim param zayi olmaz. Yahut “Bu kaçadır?” dediğim vakitte bu adam bana yalan söylemez, olduğu gibi söyler diyorsunuz.
Tâciru’l-emînü. “Emin olan.” Beni aldatmaz, kandırmaz, yalan söylemez, emindir.
Bu emin tacir, bir.
İkincisi sadûk. “Doğru söylüyor.”
Hem emniyet kesbetmiş hem de sözünde sadakati var adamın.
Üçüncüsü el-Müslim. “Müslüman olacak.”
Mesela doğruculuk bazı ermenide de olur, yahudide de olur, Müslümanın doğruluğu şehitlerle haşredecek insanı.
Bunlar; me’a’ş-şühedâi yevme’l-kıyâmeti. “Kıyamet gününde bu tâcir, emin, sadûk, müslim muhakkak yarın kıyamette şehitlerle beraber haşrolunacağını” İbn Mâce, Hâkim, Beyhakî İbn Ömer hazretlerinden rivayet etmişler.
Cenâb-ı Hak cümlemize tevfik buyursun, ihsan buyursun, in’am buyursun.
Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selamün ale’l-mürselîn velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn
El-Fâtiha.