el-Hamdülillah, sümme el-Hamdülillah, el-Hamdülillahî hedâna lihâza vema künnâ linehtediye levlâ en hedânallah.Vema tevfîki illa billah aleyhi tevekkeltu ve ileyh.
Neşhedü en lâ ilâhe illâlahu vahdehu lâ şerîkeleh. Veneşhedü enne Muhammeden abduhu ve habibuhu veresuluhu. Allahümme salli vesellime ve barik alâ hazen nebiyyu kariybu ve Resulu Seyyidul senedil azim fi kalbirrahim seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Elâ inne külle müskirin harâmün ve külle muhadderin harâmün ve mâ eskera kesîruhû harume kalîlühû ve mâ hammamera’l-kalbe fe hüve harâmün.
Ebû Nuaym Enes b. Huzeyfe radıyallahu anh’dan rivayet etmiş.
Miskal’i hayır yahut miskal ile şer yapan mislini görecektir. Yani insanın ne hayrı kaybolur ne de şerri kaybolur.
Bugünkü dersin arkasında gelecek ki ehli cennet cennete girdikten sonra bir üzüntü yaşayacaklar. Bunda ihtilaf olmuş, “Cennete girdikten sonra üzüntü yoktur.” denmiş, fakat okuduğum kitabın sahibi bunu ispat ediyor, “üzüntü olacaktır” diyor. Çünkü insan cennetteki ehli kemalin, kemalât mertebelerindeki devletlerini görünce kendisinin o devlete niçin erişemediğinin sebebi yaptığı isyanlar, kusurlar olduğunu bilince ona nedamet edecek, “Niçin ben vaktiyle bu hataları, kusurları işledim?” ve o nedametinden dolayı bayılacak. Bayılacak, o ayıldıktan sonraki hadisesi ayrı.
Onun için bir miktar, zerre kadar, yani en ufak yapılan hayır ve en ufak işlenen şer hiçbir zaman kaybolmayacak. Yani hareketinizi ona göre tanzim ediniz ki hayrınız da karşınıza çıkacak şerriniz de karşınıza çıkacak. Demeyiniz ki biz tevbe ettikten sonra o şerler, günahlar silinir. Fakat o zulmeti kaybetmek kolay bir şey değildir. Onun için insan daima müteyakkız olarak günahlardan uzak kalmaya bakmak lazım.
İşte şimdi hac mevsimi, hacca gidilirken de Cenâb-ı Hakk’ın emri olaraktan;
Fe-lâ rafese ve lâ füsûka ve lâ cidâle.
Şu üç şeyi Cenâb-ı Hak tembih ediyor: Refes, ağızdan çıkan kötü sözler; füsûk ameller, kötü olan ameller. Bu ameller ki Allah’a isyandır, dolayısıyla günahlar. Bunlardan çok uzak olun diyor. Hatta mücadele ediyor insan, “Yok öyle değildir böyledir” demek bir mücadeledir ya, bunu da yapmayın. O yolunuz, hedefiniz rızâullahtır. Rızâullaha giderken bunların hepsini terk etmek lazım, ufak da olsa ayrılmak lazım.
Onun için şimdi bugünkü dersin üstündekinde de Cenâb-ı Hakk’ın dünyada insana verdiği en hayırlı şeylerden birisi yakîn, birisi de afiyet imiş. Yalnız şuraya şârih demiş ki,
İnne’l-belâe hayrun mine’n-ni’ami. “Bela nimetten hayırlıdır.”
Bela nimetten hayırlıdır. Şimdi bak bunu çözmek biraz zor olmaz. Nimetler insanları şımartır, icabında hakkı da unutturur insanlara. Dalmıştır nimetin içerisinde, ooo!.. zevkinde sefasındadır. İcabında Allah’ı bile unutmuştur. Bir kılacağı namaz vardır bakarsın onu da öyle bir dürüst.Nimete gark olmanın cezası.
Belalar insanları kamçılar, Allah’a yaklaştırır, zorla, “Aman Yarabbi!” dedirttirir. Çünkü sıkıyı görünce mecbursun Allah demeye... Onun için hayırlı insanın dünyada refahı bulupta zulmet işlemeye kalkışmasından da Allah’a yaklaşması daha hayırlıdır.Sabrın mükafatını Allah verecek belalara sabır büyük mükafatlar verecek. Onun için siz yakîn ile afiyeti isteyin.
Yakîn malum ya, şurası yakındır orası uzaktır. Yakîn olmak üç türlüdür. Bir yakın var, aynı biliyorsun. İşte ben anladım ki bu camidir, tarif ettiniz, şöyle olur böyle olur, anladınız. Buna ilme’l-yakîn diyorlar. İlim ile size böyle bir şeyin cami olduğu anlaşıldı. İlerden gösterdiler işte bak. Buna da ayne’l yakîn denir. Bir de hakka’l-yakîn, içine giripte bir de ibadet ederse o hakka’l-yakîn. Bunu bir yemekle de şey yaparlar. Mesela baklavayı tarif ederler ilme’l-yakîn hasıl olur. Gösterirler ha, ayne’l yakîn hasıl oldu şimdi, gördünüz. Bir de yedirirler hakka’l-yakîn hasıl olur.
Şimdi dinde de bir yakîn size hasıl olmalıdır. İlme’l-yakîn biraz zayıftır, ayne’l yakîn ortadır, hakka’l-yakîn herkese nasip olmaz, büyüklere mahsustur. Ama bu yakîn demek içerisini nur ile doldurmak demektir. İçiniz nur ile dolarsa nurun olduğu yerden zulmet gider. Gündüz gelince gece nasıl gidiyorsa, güneş doğunca karanlık kayboluyor ortadan, nur gelince zulmet gider. Zulmet gidince insan hakikati görür ve anlar.
Onun için siz Allahu Teâlâ’dan yakîn isteyiniz.
Niçin?
İçiniz nur ile dolsun da o nur ile yolunuzu güzelce bulasınız.
Bugünkü dersimize de zikrediyor;
“Her müskir haramdır.”
Müskir yani sekir. Sekir insanın aklını örten şey. Aklı kendi manasıyla hareket edemiyor. Hareket kabiliyetinden mahrum.... Hamir dediklerinin sebebi, kadının başını örtmesi, kendisini göstermiyor örtünün içerisinde kalıyor. Bundan dolayıdır ki hamir aklı örten şey. Akıl serbest kalmıyor, artık bu içkinin tesiri altında insan yaramazlıklar yapıyor.
Bunun hangisi olursa, küllü. İşte üzümden yapılır, hurmadan yapılır, buğdaydan yapılır, neden yapılırsa yapılsın hepsi haram.
Külle müskir ve külle muhadder. “Her haşiş ki.”
Ot, afyon gibi veya emsali neler varsa... Tabi adlarını bilmiyoruz şimdi birçok icatlar var ki, bunlar insanı hareketten uzak tutuyor. Mesela deri altından iğne yapıyormuş, içmiyor ama derinin altına yaptığı bir iğneyle bir sarhoşluk kendisine geliyor. Bu da içkinin içerisindedir ki muattal hareketi’l-âzâ. “Azalarını hareketini tâtil ediyor.” Mesela bir vakit geliyor doğru dürüst yürüyemiyor, doğru dürüst konuşamıyor. Bunlar haram olan şeyler.
Ve mâ eskere kesîruhû. Bir şey var ki mesela ancak bir okka içince sarhoş oluyor. Eskere kesîruhû. Bir okka içiyor sarhoş oluyor, bir kadehle, iki kadehle, beş kadehle olmuyor. Mesela herkesin tabiatına göre farz edelim ki on kadehle ancak sarhoşluk kıvamı kendisine geliyor.
Ve mâ eskera kesîruhû harume kalîlühû. “Madem ki bunun on tanesi seni sarhoş etti, bunun bir damlası da haramdır.”
Mani olanlar olmuş, boza hattızâtında ekşidiği vakitte bir şey yapmaz ama çoğu yapar. Sigarada... Sigarada bugün bir şey yapmaz ama çok iç, beş on tanesini birden biribiri üzerine iç bak nasıl sarhoş yapıyor adamı. Hele ramazanda!
Bizim bir arkadaşımız vardı, sigaranın tiryakisi adam, hemen orucu bozar bozmaz püf püf püf... iki tanesini üç tanesini biribiri üzerine üfleyince yığılıp düştü kaldı oraya, sarhoşlandı. Binâenaleyh çoğu madem ki sarhoş yapıyor azı da haramdır. Onun azı da, az bir damla demektir, o da haramdır.
Ve mâ hammamera’l-kalbe. Kalp ki en güzel bir yer. Şimdi burada, bu tabii öteki de, içki de yapıyor bunu ama bu kalbi perdeleyen şey. Kalbi perdeleyen şey hubbu dünyadır. Dünya sevgileri kalbi perdeler. Kalbi perdeleyen her sevgi, o da haramdır. Çünkü bütün hedef [Allah’a gitmektir.]
Şimdi buradan hacca gidiyoruz, gaye neresidir?
Kâbe’dir.
Kâbe’ye gidecek bir adam Bağdat’ta, Basra’da, Riyad’da, şurada burada eğlenir de Kâbe’ye gidişi kaybederse, onun nasıl ki zâyi olmuştur emekleri, dünyadaki gaye de Allah’a gidiştir. Dünyadaki gaye, buraya gelişten gaye Allah’a gidiştir. Allah’a gidişi engelleyen her şey, ki kalbin kapanması ile oluyor o. Kalp kapandı mı hedefi göremiyor, hedefi göremeyince de ondan sonra yanlış yollardan yürüyor.
İşte bunlar da haramdır demiş.
Allah hepimizi affetsin.
Kalbi hele;
Lâ yenfe’u mâlün ve lâ benûne illâ men etellahe bi-kalbin selîmin.
Kalbi selim, hastalıklardan âri olan bir kalp.
Hastalıklar çeşitli. Kalbî hastalıklar var mesela, ne diyorlar doktorlar onların isimlerine?
Hasta, kalbi hasta oldu muydu işe yaramıyor o adam; yürüyemiyor, çıkamıyor, koşamıyor.
Niçin?
Kalbi hasta.
İkinci kalp hastalıkları manevî hastalıklardır, ahlaksızlıktır; haset, riyakarlık, kibir, ucup... emsali olan hastalıklar kalbin manevî hastalıklarıdır ki kalbin nurunu setretmiştir. Nasıl ki lambanın ışığının üzerine bir perde gererseniz ışık dışarıya nasıl çıkmıyorsa, kalp de bu kötü huylar dolayısıyla nurunu kapamış, dışarısını göremez olur.
Onun için onları da bu kötü ahlaklardan muhafaza etmek lazım.
Elâ inne raha’l-islâmi dâiratün kîle fe-keyfe nasna’u yâ resûlallah. “İslamiyet bir değirmene teşbih edilmişte, değirmenin taşı nasıl böyle dönüyor, İslamiyette böyle bir dönüş üzerinedir.”
Mesela bundan 1300 sene evvelki İslamiyeti bugün bulamıyoruz.
Niçin?
Dönüyor geceli gündüzlü bu. Bazen iyi devrelere rast geliyor bazen bozuk devrelere, bazen gece bazen gündüz.
“Ne yapalım?” demişler.
İnsanları, yani Resûlullah’ın zamanındaki gibi insanları bulmak bugün mümkün değildir. Onlar meleklerden üstün insanlardı.
A’ridû hadîsî ale’l-kitâbi.
Çünkü birçok insanlar gelecek ki menfaatlerinin iktizası, benim sözümdür, diyerekten size sözler söyleyecekler. Halbuki ben öyle söz söylememişimdir. Ama kendi menfaatlerinin, çıkarlarının iktizası onu bana isnat edecekler. Zaman böyle bir zaman gelecek.
Efendimiz ne güzel bak ifade ediyor!
“Böyle bir zaman geldiği vakit.” A’ridû hadîsî ale’l-kitâbi fe-mâ vâfakahû fe-hüve minnî ve ene gultühû. “Öyleyse siz o söylenen sözlerin ben[im sözüm olduğundan] şüphe ettiğiniz vakitte o sözü Kur’ân-ı Azimüşşân’a arzedin.” Eğer Kur’ân-ı Azimuşşân’da ona delil varsa o benim sözümdür, Kur’an onu eğer men ediyorsa, muhalifse Kur’an’a o benim sözüm değildir.
Bu sözler tabii bugün tespit edilmiş. Bugün elhamdülillah günlerin en iyisi diyeceğiz bu cihetten, çünkü hepsi tespit edilmiş, bozuk sözler ayrılmış iyi sözler ayrılmış, devrimize gelinceye kadar hepsi kitaplara düzgün olarak geçmiştir.
Allah razı olsun, onu, onları tertip eden büyüklerimize. Mesela Buhari hadisi, Müslim hadisi, [Ebû] Davud, Tirmizi, Nesâî, [İbn Mâce,] bunlar hep Kitâb-ı Sitte deniliyor, bunların içindeki hadislerden şüphe edilmez. Bazı hadisler vardır ki işte onları bunlar seçmişler yani ayırmışlar şimdi, bu söz peygamberim miydi değil miydi?
Onu anlayacak o büyükler anlamışlar bunlar peygamberin sözü değildir diyerekten ya zayıf demişlerdir, yahut büsbütün şey alaraktan dışarı çıkarmışlardır.
Binâenaleyh benim sözlerimin hepsinde değil ama, mesela, “Bu söz bakalım, Buhârî’de söylenilen bu söz acaba Kur’an’a uygun mu?” denmez o. O hadîs-i sahîhler, Peygamber ne dediyse;
Ve mâ âtâkümü’r-rasûli fe-huzûhü. “Peygamberin dediğini alın, nehyettiğinden kaçın.”
E bunların hepsini biz Kur’an’a arzedersek Kur’an’da hepsinin karşılığını bulamayız. Binâenaleyh hadîs-i sahîhlerde Peygamber ne dediyse onun dışına çıkmamak lazım. Kur’an’da bu varmış yokmuş, o aranılmaz, ancak hadisliğinde şüphe olunan hadisler Kur’an’a arz olunur.
Elâ tes’elûnî mimme dahiktü. Elâ tes’elûnî, li-me tes’elûnî demektir. “Niçin bana sormuyorsunuz ki.” Mimme dahiktü. “Niçin güldüm ben, niçin güldüm?”
Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem tebessüm etmişler de, “Bu tebessümümün sebebini sormuyorsunuz.” demiş.
Acibtü min kadâillahi li’l-abdi’l-müslimi. “Bu tebessümüm Allah’ın müslim kulu için vermiş olduğu kazâi hükümlere taaccübümden nâşidir ki.” Küllemâ kadallahu lehû hayrun. Cenâb-ı Hak müslüman bir kuluna ne hükmettiyse muhakkak hayırdır.” Ve leyse küllü ehadin kâne kadâullahi lehû hayrun. Ama herkes için değil. İlle’l-abde’l-müslimi. “Müslüman kulu için.” Kaza, belâ, fakirlik, zenginlik... neyse onun için hayırdır. Sabreder mükafat olur,Şükreder mükafat olur “
Elâ tesme’ûne u’büdû rabbeküm ve sallû hamseküm ve sûmû şehraküm Ve eddû zekâte emvâliküm ve etî’û zâ emriküm tedhulû cennete rabbiküm.
Yine buyuruyor...
“Niçin dinlemiyorsunuz? Dinleyin, kulak verin!” U’büdû rabbeküm. “Bir kere sizi halk eden hâlik-ı zülcelâle ibadette kusur etmeyin, ibadet edin.”
U’büd. Allah’a mutî kul olmaktır ki vacibtir.
Âyet-i kerîme;
Yâ eyyühe’n-nâsü’büdû rabbekümüllezî halakaküm. “Sizi halkeden Allahu celle ve alâ’ya ibadet ediniz.”
Efendimiz ne buyurdu?
U’büdû rabbeküm. “Rabbınıza ibadet edin.”
Niçin?
Sizi işte o topraktan yaratıyor her gün. Her gün yaratılan bugünkü insan topraktan yaratılıyor.
Halakaküm min tînin. “Sizi ben topraktan yaratıyorum.”
Niçin görmüyorsun topraktan yaradılışını?
Anan baban vesile oluyor geliyorsun ama hilkatinin mebdei yine topraktır.
O topraktan yenilen gıdalarla olan kanlar dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın fabrikası bak şu insanı meydana getiriyor. O kan göz oluyor, kulak oluyor, ağız oluyor, burun oluyor, kafa oluyor, yarası oluyor yara iyi oluyor.
Niçin?
Allahu Teâlâ’nın hılkatini sana gösteriyor.
Ondan sonra sen demeki, “Öldükten sonra nasıl dirilir bu insan?
Şu yer üzerinde yaşadığımız yer, ateş miydi?
Nar-ı beydâ.
Ateş demek, bir ağacı yakarsın, kesersin yeşilken canlıdır, kestin mi ölmüştür o. Öldükten sonra bir de yakıyorsun onu, ister kömür olsun, ister kül olsun, ölünün ölüsü artık. Bu ölünün ölüsü olan şu dünyayı;
I’lemû ennallahe yuhyi’l-arda ba’de mevtihâ. “Öldükten sonra bak nasıl diriltti Cenâb-ı Hak bu yeri.”
Önceden üzerinde bir şey bitmezken, üzerine basamazken, ateşti basamıyordun, fakat onu soğuttu, bak toprak haline getirdi, bugün nasıl diriltti? Hergün üzerinde yaşayan bütün diriler oradan taayyüş ediyor, oradan gıdalanıyor.
İşte bu senin ölü dediğin arzı dirilten Allah, kocaman bir yer, seni beni niçin diriltmesin, ne şüphe ediyorsun ondan?
Öyleyse sen o seni yaratan ve seni öldükten sonra diriltecek olan Allahu celle ve alâ için u’büdû. “İbadetten başka bir şey yapmayacaksın.”
İbadet ki ibadet nurdur, cennetteki derecelerinizde ibadetiniz nispetinde olacaktır. Cennete herkes girecek, mü’minler, girecek ama dereceleri ibadetleri nisbetinde olacak. Herkesin cennetteki alacağı derece buradaki ibadetine bağlı.
Ve sallû hamseküm. Cenâb-ı Hak ibadetten sonra beş vakiti de tembih ediyor: Ve sallû hamseküm.
Çünkü ibadetin çeşit nevileri var. O çeşit nevilerinden başlıcası, en efdali, en güzeli beş vakit namazdır.
Ve sallû hamseküm. “Beş vakit namazı da kılınız.”
Hem ibadetlerinizi hem bu beş vakit namazı da kılınız.
Ve sûmû şehraküm. “Ramazan ayındaki orucunuzu da hiç tereddütsüz güzelce tutunuz.” Ve eddû zekâte emvâliküm. “Bir de mallarınızın zekatını da verin.”
Daha?
Ve etî’û zâ emriküm. “Sizin başınıza geçen amirlerinize de”
Ne diyorlar onlara?
Ulü’l-emr diyorlar.
“Bu ulü’l-emirlere de itaat ediniz ki.” Tedhulû cennete rabbiküm. “Böyle ibadetinizi eder, namazınızı kılar, orucunuzu tutar, zekatlarınızı da verirseniz, hactan bahsetmedi burada, o da onun içinde dahildir, o zaman büyüklerinize de, ulü-l-emirlerinize de itaat ederseniz cennet sizin için hazırdır vesselam.”
Elâ tesuffûne kemâ tesuffü’l-melâiketü inde rabbihâ yütimmûne’s-sufûfe’l-evvele ve yeterâssûne fi’s-saffi.
Bu hergün kıldığımız şu namazı, her zamanda söylediğimiz halde ne hikmettir safların düzgünlüğüne riayet edilmez. Şöyle eğer geriye bakmadan namaza duracak olursak kambur kumbur durulmuştur. E bunu her gün kılıyoruz, her gün de biliyoruz ki şu safların düz olması dinin, namazın erkanından, âdâbındandır.
Yine Efendimiz burada tavsiye ediyor;
“Saflarınızı meleklerin saffı gibi yapınız.” Melekler Hz. Allahu celle ve alâ’nın huzurunda nasıl muntazam duruyorlarsa; korku, havf, haşyet intizam içerisinde duruyorlarsa, siz de öyle durun. Sonra saff u evvelde, ön safta boş yer varken arka safta durmak kerahet olur. Evvela ön safı doldurun boş yer kalmasın, sonra arkadaki safı doldurun, sonra sonra en gerisine kadar düşersiniz. Bunları yapmadıkça namazda, safların bozukluğu nisbetinde gönüller bozuk olur. Gönüllerin doğruluğu safların doğruluğuna bağlıdır. Safların doğruluğu gönüllerin doğruluğunun alameti olur.
Cenâb-ı Hak cümlemize tevfik buyursun, ihsan buyursun, in’am buyursun.
Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selamün ale’l-mürselîn velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn el-Fâtiha.