Es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh,
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri.
Allah'ın lütfu, keremi, selamı, ikramı, ihsanı üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak hem dünyada hem âhirette cümlenizi süedâdan eylesin. Bahtiyar, mutlu eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinden bir demet, o gül bahçesinden bir buket sunmak üzere karşınızdayım. Taberânî'nin naklettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlar:
İnne taybete'l-medîneti ve mâ nekabün min enkâbihâ illâ aleyhi melekün şâhirun seyfehû, lâ yüdhilühe'd-deccâle ebedâ.
Sadaka Resûlullah, fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Sayfayı kur'a ile açtık ama Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla, tevâfukan karşımıza Medine-i Münevvere ile ilgili bir hadîs-i şerîf çıktı.
Herhalde şu anda Medine'de olduğumuz için bunda da bir tevafuk var. Bu hadîs-i şerîfi izah edelim:
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Taybe; "Medine"dir. Medine isimli şehir "Taybe"dir.
"Bu şehrin geçitlerinden, dağların arasındaki gediklerinden hiçbir gedik yoktur ki orada bir melek kılıcını sıyırmış bekliyor olmasın! Oranın her giriş yerinde bir melek kılıcını çekmiş bir vaziyette bekler. Deccal'i asla oraya sokmazlar."
Veyahut;
Lâ yedhulühe'd-deccâlü ebedâ da okunabilir. "Deccal oraya asla giremez!" veyahut melekler onu oraya sokmazlar mânasına olabilir. Buradaki hareke yüdhilühâ şeklinde olmuş ama yedhulühâ belki daha uygun...
"Deccal buraya bu meleklerden dolayı asla giremez."
Medine-i Münevvere; münevvere sıfatıyla, Peygamber Efendimiz'in teşrifiyle, o serâpâ nur olan Nebiy-yi Mürsel Peygamber Efendimiz'in mübarek zâtıyla şereflenmiş olan bu nurlandırılmış şehir, eskiden Yesrib adıyla anılıyordu.
Yesrib'deki se harfi peltek se'dir. İngilizler'in th harfiyle yazdığı bir harftir. Mesela "üçüncü" mânasına gelen third kelimesindeki th, işte o th'dir.
Yesrib, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu beldeye hicret etmeden önce bu beldenin, bu şehrin adı idi. İslâm tarihçileri; "Yesrib adı nereden geliyor?" diye araştırmalar yapmış. Yesrib adı hakkında ve bu şehrin tarihte ne zaman kurulduğuna dair çeşitli rivayetler var.
Rivayetlerden birisi ve kuvvetlisi; Nuh aleyhisselam'ın neslinden, torunlarından bir kişi ki adı Yesrib ve soyu, şeceresi Nuh aleyhisselam'a varıyor. O kurmuştur ve kurucusundan dolayı şehre bu isim verilmiştir.
Bu olay birçok şehirlerde görülmüştür. Mesela Mısırlılar'ın İskenderiye şehri, "İskender kurdu." diye o ismi almıştır. İstanbul'a; "Konstantin imar etti." diye Bizanslılar tarafından "Konstantinapol" denmiş. Bir şehrin kurucusunun ismiyle anılması olağan bir şey.
Bizim âcizâne doğduğumuz Anadolu'daki köyümüzün de adı Ahmetçe idi. Herhalde oraya cihat için gelmiş olan mücahitlerden, Ahmetçe, (Küçük Ahmed). O zâtın ganimet olarak, mücahitlere taksim edilen bir arazi olarak verilmiş. Onun ismi, köyün ismi Ahmetçe... Civardaki öbür köylerin isimleri de yine şahıs isimleri; Mesela İlyas Fakih, Hüseyin Fakih gibi...
Bu ne demek?
"Oralar kendilerine padişah tarafından iktâ yoluyla verilmiş kişiler" demek ama köyün adı olmuş.
"Yesrib de böyledir." diyorlar, bir rivayet bu. Nuh aleyhisselam'ın evladı tufandan sonra yayılmaya başlayınca buralara da gelmişler, ilk önce buraya yerleşmişler. Adı "Yesrib" olmuş. Bir rivayet bu.
Başka bir rivayette de, Musa aleyhisselam haccetmeye gelirken… ki Mekke-i Mükerreme'nin yeri, o peygamber zamanında da biliniyordu, mâlum ve meşhurdu. Mübarek olduğunu biliyordu. İbrahim aleyhisselam'dan Musa aleyhisselam'a, İsa aleyhisselam'a kadar ondan önce de sonra da nice peygamberler vardır, hep buralara gelmişler. Bir kısmı da Mekke-i Mükerreme'de vefat etmişlerdir. Rükn ile Makam arasına veya Hâtim denilen, Hicr-i İsmail denilen yere defnolunmuşlardır. Hatta kitaplarda, rivayetlerde "İsmail aleyhisselam'ın kabri de oradadır." deniliyor.
Bu rivayet benim dikkatimi çekti, onun için size de nakletmek istedim. Salı günkü tefsir derslerimizde de bu konular geçiyor, tam Bakara suresinin ayeti kerimelerinde…
Musa aleyhisselam ashabı ile hacca giderken, -Filistin tarafından bu tarafa doğru geldiği zaman- bu mahalle gelmişler ve bakmışlar ki fevkalâde mümbit, sulak, yeşillik bir yer. Etrafındaki dağlardan, alametlerden;
"Âhir zaman peygamberinin zuhur edeceği yer burası olacak!" diye sezinlemişler.
"Tamam, şurasında şu dağ var, burasında bu dağ var. Bize bildirilen âhir zaman peygamberinin zuhur edeceği, tarif edilen yer burasıdır." demişler.
Onun için yahudilerden bir kısmı daha sonra oraya gelmişler ve orada tavattun etmişler, yerleşmişler.
"Âhir zaman peygamberi gelecek." diye Musa aleyhisselam ile hacca giderken gördükleri bu yere yerleşmişler.
Zaten Peygamber Efendimiz'in zuhurundan evvel de Araplara söylüyorlardı:
"Âhir zaman peygamberi gelecek, biz onunla işbirliği yapacağız, şirki tepeleyeceğiz, yok edeceğiz. Siz müşrikleri hizaya getireceğiz!" diye bekliyorlardı.
Demek ki geleneksel olarak, zaten "Âhir zaman peygamberi gelecek." diye şehre yerleştikleri için âhir zaman peygamberini seviyorlardı. Çünkü Musa aleyhisselam bildirmişti;
"O geldiği zaman ona tâbi olun!" diye ahit almıştı, bekliyorlardı. Ama geldikten sonra… Şeytanın kurnazlığı çok, insanları aldatması çeşitli şekillerde olabiliyor. Bekledikleri peygamber geldikten sonra çeşitli şekillerde muhalefet ettiler, inkâr ettiler. İnananlar da oldu ama pek azı inandı.
Yahudilerin kabilelerinin buralarda, şehrin civarındaki mıntıkalarda öbek öbek bulunmasının da izahı böyle oluyor. Şehrin ilk ismi de bu.
Bazı hadîs-i şerîflerde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
"Bu şehre Yesrib ismini söyleyen tevbe ve istiğfar eylesin. Yesrib diye söyleyen ‘Estağfirullah! Aman hata ettim.' desin." diye buyurmuş. Çünkü Yesrib kelimesi Arapça serebe kökünden kötü bir mânaya; "bir kimseyi kınamakta, azarlamakta son derece aşırı gitmek" mânasına geliyor.
Hatta hafız kardeşlerimiz ve tefsiri bilenler hatırlar, Sûre-i Yusuf'ta Yusuf aleyhisselam'ın kardeşleri sarayına gelip de huzuruna girdikleri zaman, eski yaptıkları hataları düşünüp çok pişman ve perişan oldular. Dediler ki;
Ta'llâhi le-kad âsereke'llâhu aleynâ. "Biz sana kötülük yapmak istedik ama Allah seni tercih etti ve nimetlendirdi. Bak ne izzetlere, ne devletlere, güzelliklere, itibara, şâna nâil oldun!" diye Yusuf aleyhisselam'ın karşısında kendi hatalarını itiraf ettiler.
O da o zaman onlara buyurdu ki;
Lâ tesrîbe aleykümü'l-yevm. "Bugün size artık ayıplanmak, kınanmak, başa kakılmak, evvelce yaptığınız şeyleri hatırlatıp da sizi üzmek yok. Böyle bir şey olmayacak." diye kendisinin onu unuttuğunu, ondan dolayı onları kınamayacağını söyledi.
Yesrib kelimesinin mânası bakımından bu âyeti hatırlattım. Yesrib sözü; "şiddetle kınamak" mânasından geldiğinden Araplarda hoş bir mâna taşımıyor. Daha önceki kavimlerden, Nuh aleyhisselam'ın nesillerinden geldiği için belki o zaman mânası başka olabilir.
Peki, buraya ne kadar önceden beri Yesrib deniliyordu?
Eski coğrafyacıların, İslâm'dan önceki Yunan coğrafyacılarının kitaplarında da, Yesriba veya buna benzer birkaç şekilde görülüyor. Demek ki Peygamber Efendimiz'den çok asırlar önce dünya coğrafyasıyla meşgul olan alimlerin de bildikleri, o esnada ismi Yesriba veya Yesrib olan bir yerleşme merkezi imiş.
Peygamber Efendimiz'in devr-i saadetinden önceki bir Bizans kaynağında da Medine kelimesini hatırlatan bir şekil ile karşımıza geliyor.
Ben olayı şöyle tahmin ediyorum:
Belki tabir Medînetü Yesrib (Yesrib Şehri) idi. Çünkü medîne "şehir" mânasına geliyor. Bazı Bizans coğrafyacıları, Medine kelimesini oradan kullanmışlar. Tabirin ilk kelimesiyle iktifa edip ikincisini söylememiş oluyorlar.
Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buraya hicret edince buranın adına Medînetü'r-Resûl denmiş. "Resûlullah'ın, Allah elçisinin şehri" denmiş. Sonra da tamlama şeklinde olan tabirlerden -tamlama uzun gelir de kısaltma yapılınca- o zaman harfu ta'rifle, "O belirli, mâlum, Resûlullah'a ait olan belli şehir" mânasına el-Medine kullanılmış.
Sonradan bu gibi yerlere sevgiden, saygıdan dolayı sadece el-Medîne demeyi uygun görmemişler; Medine-i Münevvere denmiş. Mekke-i Mükerreme ve Kâbe-i Müşerrefe'de de olduğu gibi şânını, şerefini ve mübarekliğini ifade eden kelimeler kullanmışlar.
Peygamber Efendimiz Yesrib kelimesinin kullanılmasını istemiyor, çünkü kötü çağrışımlar yaptırıyor, kötü anlama geliyor. Onun için burada da buyurmuş ki;
"Taybe hiç şüphe yok ki Medine şehridir."
Buradan anlaşılıyor ki: Taybe Arapça'da tâbe-yetîbü kelimesinden geliyor. Burada sıfat olarak tayyib kelimesi var; güzel, iyi mânasına, habis kelimesinin karşılığı, zıttı olarak. Bir şey iyi olursa ona tâbe diyorlar; kötü olursa habüse diyorlar. Arazi münbit bir arazi ise tayyib diyorlar; berbat bir arazi ise, habüse diyorlar. Kişi iyi bir insansa iyi insan mânasına tayyib diyorlar; kötü huylu bir kimseyse ona da habis diyorlar.
Tıpta da kullanılıyor. Habis ur. Urların çeşitleri var. Ama kimisi kanserse, öldürücü ise o zaman ona "habis ur" diyorlar. Bu taybe kelimesi habisin karşılığı, "güzel, iyi" mânasına gelen bir kelime.
Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde Medine-i Münevvere'yi bir "Taybe" diye isimlendirmiş. Ye'si şeddeli değil, tek ye. Tı harfi üstünlü, ye harfi cezimli, be harfi üstünlü; sonunda kapalı te var.
Kapalı te harfi Arapça'da ilginç bir harftir. Tek bir harftir ama iki türlü okunur. Geçildiği zaman, sözün arasında kaldığı zaman te okunur. Ama o kelimede durulduğu zaman he okunur. Onun için yazılışı he'ye benzer ama üzerine iki tane nokta konulur. Buna kapalı te, yuvarlak te derler, tâ-yı mabude derler. Bir de umumiyetle müennes kelimeler bununla bittiğinden, tâ-yi te'nis (müenneslik te'si) derler. Bu düz, kayık gibi olan, be'ye benzeyen te'den ayrı bir te'dir. Durulunca he okunuyor, devam edilince te okunuyor.
Bunu niçin izah ediyorum?
"Bir harfin bu kadar izahına ne lüzum var?" derseniz; bence çok lüzumu var. Çünkü kamet getiren kardeşlerimiz çok kere kameti doğru getirmiyorlar. Kamette bu harfle yazılmış kelimeler var.
…Hayye ale's-salâti hayye ale's-salâh!
Salâh kelimesi, sonunda bu yuvarlak te olan bir kelime. Durulduğu zaman salâh okunuyor, geçildiği zaman salâti okunuyor. Bunu bilmeyen kardeşlerimiz, kamet getirirken Hayye ale's-salâhi hayye ale's-salâh! diyor.
Hayır, geçildiği zaman salâti okunması gerekir!
Şaşırdıkları başka bir nokta, felâh kelimesinin sonunda da h var. Türkçe'de h bir tane ama Arapça'da üç tane h var: He, ha, hı. Şimdi bu felah'taki ha harfi kuvvetli bir ha'dır. Felahhh, ağızdan hı çıkması belli olur.
Hayye ale'l-felâhi hayye ale'l-felâh! denilir.
Bunları karıştırıyorlar. En çok kullandıkları nidaları; namaza davet olan bir güzel nidayı doğru bilmeleri bakımından bu izahatı yaptık.
Taybe Medine'nin bir adı. Bir başka rivayeti de Tâbe'dir. Bu iki kelime tayyib kelimesinden geliyor. Araplar derler ki: şey'ün tâbün, şey'ün tayyibün; "iyi şey" mânasına kullanırlar. Medine müennes olduğu için tâbe geliyor. "Bu şehir güzel, iyi bir şehirdir." mânasına bir ismini Peygamber Efendimiz Tâbe demiş.
Taybe kelimesi de aynı anlama geliyor, güzelliğini gösteriyor. Biz Türkçe'ye "hoş" kelimesi ile terceme ediyoruz. Hoş kelimesi Farsça'dan geçmiştir. Yesrib kelimesinin atılarak Taybe diye isimlendirilmesi de gerçekten kelimenin anlamı gibi çok hoş olmuştur. İnsan Taybe'ye gelince çok hoş oluyor. Bu ismin de Medine'ye verilmesi çok hoş olmuş.
Bu hoş yer Medine'dir. Taybe, asıl hoş yer Medine'dir. Yerlerin en güzelidir, en hoşudur. Çünkü bir kere Deccal fitnesinin giremeyeceği bir mübarek şehirdir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in kabr-i şerîfinin olduğu bir şehir. Osmanlı şairi Bâkî;
Tefevvük-kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu! diyerek fazilette çok çok kıymetli olduğunu bu satırla ifade etmiş.
Bizim Suudlu kardeşlerimiz; "Bu kadar da uzun boylu değil." derler, tasvip etmezler.
Mehmed Âkif'in de -rahmetullahi aleyh-, meşhur mısrasını biz de bu yönden tenkit ediyoruz:
Bedr'in arslanları ancak bu kadar şanlı idi. deyince, sanki "Bedir'deki arslanları ancak Çanakkale şehitleri hizasında gibi" bir anlama durumu oluyor ki bu şairin ifadesindeki bir zaafıdır. Bedrin arslanları cihanın en üstün arslanlarıdır, mücahitleridir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Bedir mücahitlerine özel muamele yapardı. Onların cenaze namazlarını bile başka türlü kılardı. Bedr'e iştirak etmiş kimselere, o mübarek, eşsiz vefasından dolayı çok çok lütufkâr muamele ederdi.
Bedr'e iştirak, samimiyetin şâhikasıydı. Ashâb-ı kirâm derecelerine göre sıralandıkları zaman, önce aşere-i mübeşşere sıralanırdı. Ondan sonra da ashâb-ı Bedir gelirdi. Onun için, ashâb-ı Bedr'in hiçbir kahramanla mukayesesi mümkün değildir.
İslâm tarihinde pek çok mücahit canlarını vermişlerdir, Allah şefaatlerine erdirsin. Benim de dedelerim, akrabalarım, köyümüzün büyük çoğunluğu Çanakkale harbinde şehadet şerbetini içmiştir. Davullarla, tekbirlerle köyden gönderilmiştir; bir daha kendileri gelmemiştir, şehadet haberleri gelmiştir.
Ben âciz, nâçiz kardeşiniz de bir şehit torunuyum, bir şehit yetiminin oğluyum. Şehitlere hürmetimiz sonsuzdur ama Cenâb-ı Hakk'ın verdiği şerefi kimse aşağı indiremez. Hiç kimseye de Cenâb-ı Hakk'ın yücelttiği kimseden daha yüksek bir pâyeyi kimse veremez.
Taybe, asıl güzel şehir Medine'dir; çünkü Peygamber Efendimiz'in şehridir.
Peygamber Efendimiz buraya gelince;
Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn. "Bir yerin kıymeti içinde oturandan dolayıdır."
Yesrib iken gitti, Taybe ve Tâbe oldu, Peygamber Efendimiz'in şehri oldu.
Ashâb-ı kirâm sanıyorlardı ki Mekke'nin fethinden sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; "Artık Mekke fetholundu, Peygamber Efendimiz tekrar doğduğu mübarek şehir tâ Âdem aleyhisselam'dan beri mahall-i mübârek olan o Mekke-i Mükerreme'ye gidecek. Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz yine eşsiz bir vefa ve iltifat numunesi olarak doğduğu şehre gitmedi. Kendisini en zor zamanda destekleyen Ensar'ın gönlünü hoş edecek bir karar alarak, Medine-i Münevvere'de yerleşmeyi tercih eyledi.
Halbuki Mekke'nin havası onlara daha iyi geliyordu. Medine-i Münevvere'nin havası rutubetli geliyordu. İlk geldikleri zaman ashâb-ı kirâm yerlere serilmiş, hepsi hasta olmuşlardı. Ebû Bekr-i Sıddîk bir kenarda sayıklıyordu, Bilâl-i Habeşî bir kenarda sayıklıyordu -rıdvanullahi aleyhim ecmaîn.-
"Bizi Mekke'den çıkartan müşriklere Allah şu cezayı versin, bu cezayı versin!" diye kızıp duruyorlardı. Havası dokunmuştu, buranın havası vebalıydı.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; "Buranın havasını Müslümanlara mübarek kılmasını; bu vebayı, hastalıkları, rutubeti def etmesini" Cenâb-ı Hak'tan niyaz edince burası hava bakımından da son derece tayyib, tâbe oldu, güzel oldu. Havası, suyu, hurmalıkları, dağları, her şeyiyle ihtişamlı, en güzel bir yer oldu.
Allahu Teâlâ hazretleri görmeyenlere görmeyi nasip etsin.
-İnşaallah Allah nasip eder- biz de Medine-i Münevvere'yi resimlerle, tarihiyle güzelce anlatan bir eser yazarsak size sunarız. Bu güzellikleri daha geniş olarak orada anlatırız.
Medine-i Münevvere'nin başka özellikleri de vardı. Yanardağların patlamasıyla etrafa yayılmış olan yanardağ akıntıları, lavlarla zemin kaplanmış olduğundan üzerinde ne insan yürüyebilir ne deve geçebilir, tabii bir engel idi. Uzun, geniş alanlar yanardağdan çıkan erimiş madenlerin yayılmasıyla, onların da yanıp yanıp kalorifer cürufu gibi delik deşik, sivri sivri olmasıyla üzerine basılmaz bir hâle gelmişti. Kim basarsa pabucu yırtılır, kim sendelerse üzerine yıkılırsa eli yüzü yaralanır bir durumdaydı.
Onun için Medine-i Münevvere'nin bir giriş yeri vardı. Hendek harbinde hendek kazılıp da düşmanların girmesine o sebeple mâni olmuşlardı.
Küçük bir yere hendek kazıyorlar da öbür taraflardan Kureyş'in müşrikleri niye saldırmıyor?
Saldıramıyorlar! Çünkü harre denilen o yanardağ akıntılarının üstüne basılmaz, geçilmez bir durumdaydı. Şimdi aletlerle, cihazlarla, makinelerle kazıdıkları zaman altından kum çıkıyor. Demek ki kumların üstüne yanardağlar patlamış, bu kalıntıları yaymış. Böylece etrafı Harre-i Şarkıyye, Harre-i Garbiyye diye isimlendirilen alanlarla kaplı. Korunması kolay, arazisi münbit, suyu bol, havası güzel, kendi güzel, manzarası güzel, Uhud Dağı güzel...
Peygamber Efendimiz Uhud Dağı'na bakarak demiş ki;
Uhudü cebelün yuhibbünâ ve nuhibbühû. "Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz, o bizi sever."
Allahu Ekber!
Uhud Dağı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i sevmez mi?
Biz de Uhud Dağı'nı seviyoruz. Hakikaten insan baktığı zaman haşmetine hayran oluyor, kalbi eriyor ve seviyor.
"Medine'nin hiçbir giriş yeri yoktur ki; aralıklarından, dağların arasındaki gediklerden hiçbir gedik yoktur ki orada bir melek bekçi olarak duruyor olmasın. Hepsinde bir melek vardır. Hem de nasıl, ne sıfatla? Kılıcını çekmiş vaziyette melek orada durur."
Artık meleğin kılıcı nasıl bir kılıçsa oraya Deccal yaklaşamıyor, giremiyor. Korunmuş, mübarek bir yer. Allahu Teâlâ hazretleri görmeyenlere görmeyi nasip eylesin.
Bu şehre Deccal giremeyecek!
Merak etmişsinizdir. Meraklı insanlar çok. Mehdi ve Deccal ile ilgili haberler çok heyecanlı olduğundan, ihvanımızdan da, kardeşlerimizden de bunun kitaplarını alan, sözünü eden, her sohbette bunları anan kimseler var, biliyoruz.
Deccal bir fitne çıkaracak; öyle bir durum meydana gelecek ki her değer hükmü ters dönecek, değer hükümlerinin altı üstüne gelecek. Çağırdığı şeye tâbi olanlar, onun yanına gidenler cehenneme gidecekler. Onun "cennet" diye gösterdiği aslında cehenneme götürecek bir istikamet, bir taraf oluyor. Cehennem gibi görünen, can ve mal zararı gibi görünen taraf ise aslında insanı cennete götüren bir yol oluyor.
Bu büyük bir fitne olduğu için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;
"Bütün peygamberler kendi ümmetlerini Deccal'in fitnesinden uyarmışlardır; ‘Aman Allah'a sığının!' diye ikaz etmişlerdir. Siz de Deccal'in fitnesinden Allah'a sığınınız!"
Çünkü şaşırtıcı bir durum. İnsan kaba, düz mantıkla çok derinlemesine düşünmeden sözlere kapılıp da aldanabilir. Tıpkı zamanımızdaki gibi. Şimdi insanların gözdesi Batı medeniyeti; ama en güzel medeniyetleri yok eden, maddeci bir medeniyet! Koskoca Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'mizi yıktılar ve yıkıntıları arasından daima feryatlar geliyor. İşte Kosova, işte Bosna, işte Bulgaristan...
Hatta oralardaki Hristiyanlarla bile temas kurmuş, görüşmüş olan arkadaşlar, Osmanlı Devleti zamanındaki durumlarının çok iyi olduğunu, o zamanı hasretle andıklarını duymuşlar, söylüyorlar. Adalet vardı, müsamaha vardı, saygı vardı, sevgi vardı. Hatta bu Bosnalılar harbe girmeden önce - yine o Osmanlı terbiyesi icabı- komşularıyla iyi geçiniyorlarmış. Bosnalı kardeşlerimiz;
"Birden ne oldu? Anlamadık. Bütün komşularımız hepsi birden bize saldırdı!" diyorlar.
Çünkü Batılılar kışkırttılar. Mehmed Âkif merhumun;
“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.” diye anlattığı medeniyet gibi görünen o canavar, insanları böyle birbirine kırdırıyor. Yüzbinlerce, milyonlarca insan zarar görüyor. Kimisi ölüyor. Çoluk çocuk, hanımlar perişan oluyor.
Hanımlar, en baş tâcı edilmesi gereken mahluklar, hanımlar; kimisi annemizdir kimisi eşimizdir kimisi kızımızdır. Onlar ne kadar kötü muamelelere mâruz kalıyorlar. Çocuklar ölüyor, yuvalar yıkılıyor, insanlar yerlerinden yurtlarından ediliyor.
İşte o dengeler Osmanlı'nın yıkılmasıyla bozulmuştu. Halbuki ondan önce ne kadar anlayış vardı. Ermenilerden padişaha "sâdık kavim" diye vekiller, paşalar oluyordu. Kürtlerden alaylar oluyordu. Boşnaklardan sadrazamlar, vezirler komutanlar geliyordu. Herkes birbiriyle gayet iyi geçiniyordu. Şimdi her şey karmakarışık oldu.
Dünya üzerinde maddeyi, menfaati değil de hakkı tutan, hakkaniyeti esas alan, Allah indinde sorumluluğunu düşünerek her yaptığı işi adaletle yapan insanların iktidarı kaybetmesi, dünyanın felaketi olmuştur.
Çünkü Osmanlı, nerede zulüm varsa orada zulmün kaldırılmasına çalışmıştır. Kendisi zulmetmemiştir. İtiraz edenlere deriz ki;
"Siz istila ettiğiniz yerlerdeki insanların durumlarını bir düşünün; bir de Osmanlıların hükümet kurduğu yerlerin durumunu düşünün!"
Osmanlı; Mora'yı almış, Anadolu'nun, orasını, burasını almış. Oradaki başka milletler; Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar, Ermeniler vs. Osmanlılarla iç içe, aynı şehirde, aynı beldede hürriyet içinde yaşamışlar. Hatta Osmanlılar askerlik yapmışlar; onlar askerlikten de muaf olduklarından ticaret yapmışlar, zengin olmuşlar.
Yedi asır yaşamışlar. Ne asimilasyon var ne eritme var ne ezmek yıkmak var. Kiliselerini dahi aynen muhafaza etmişler. Papazlarına itibar vermişler. "Sorumluluk kendilerine ait. Yarın Allah'ın huzurunda, niçin Müslüman olmadıklarının hesabını kendileri versinler. ‘Ehl-i Kitab'tır.' diye "İsevî" demişler, "Musevî" demişler, İsa aleyhisselam'a tâbi, Musa aleyhisselam'a tâbi, demişler, sulh içinde yaşatmışlar, zulmetmemişler. Harpte dahi zulmetmemişler.
Ama aradan zaman geçince emperyalizmin, bu tek dişi kalmış canavarın yaptıklarını görüyoruz.
Şimdi de İslâm ülkelerinin geri kalması için çalışma tarzları ne? "İslâm ülkeleri geri kalsın." diye cehaleti teşvik; "İslâm ülkeleri bozulsun." diye fuhşiyatı teşvik; "Nesiller bozulsun." diye her türlü kötülüğü yaymak, müstehcenliği yaymak, aile bağlarını koparmak; yani şeytanın yapacağı bütün işleri sırf dünyevî menfaatler için yapıyorlar.
Halbuki Osmanlı gittiği yere medeniyet götürüyordu. Bunlar deniyyet götürüyor -mimsiz medeniyet- alçaklık götürüyor. Fuhşiyat yayılıyor, içki yayılıyor, nesiller çürüyor, millet mahvoluyor.
Bu propagandalar yüzünden değer hükümleri de alt üst oluyor. İyi olan şeyler kötü sayılıyor, kötü olan şeyler de baş tâcı oluyor.
Bakıyorsunuz İslâm'a göre çok büyük günah olan şeyler alkışlanıyor; İslâm'a göre çok iyi olan, övülmesi gereken şeyler ayaklar altında. İyi insanlar hor, hakir; erâzil ve esâfil, en rezil ve en sefil olan kimseler başlarda! Milletin, ümmetin hukuku gözetilmiyor; Batılılarla işbirliği yapılıyor, yeraltı, yerüstü servetleri sömürtülüyor. Çok küçük bir azınlık nân ü nîmet içinde, izzet içinde dünyasını dünya ediyor; ama öbür tarafta Ümmet-i Muhammed sefalet içinde.
Şurası dünyanın en zengin, kişi başına düşen maddî geliri en yüksek olan ülkesi. İki adım ötesi de dünyanın en fakir ülkesi, insanların içecek suyu yok.
Bunların hepsi de İslâm âleminin bir parçası oluyor.
"Bu ne biçim İslâm kardeşliği, bu ne biçim ahlâk? Bu ne biçim insanlık, bu ne biçim vicdan?" diye insan bu manzaraya isyan ediyor.
İşte Deccal fitnesi de böyle... Deccal fitnesi de insanlara gerçekleri ters gösterecek bir şey. Deccal diyecek ki;
"Ben sizin tanrınızım!"
Mü'minler bunu anlayacak, alnında hâzâ kâfirun yazılı olduğunu görecek; "Sen yalancısın!" diyecek. Ama bazıları Deccal'e "tanrı" diye tapacaklar.
Şimdi de bazı insanların dini imanı bırakıp da nereye yöneldiklerini, neleri esas aldıklarını, hayatlarındaki amaçları olarak neleri kararlaştırdıklarını düşünün.
Allah bütün Ümmet-i Muhammed'e yardımcı olsun ve iyilere kuvvet versin. İyilerde kötülerin cesareti kadar cesaret olsa kötülerin gayreti kadar gayret olsa iyiler çok olduğundan dünya iyiliğe erecek. Ama kötülerin cesareti, şirretliği ve çalışması çok olup da iyiler suskun ve küskün, ezgin ve bitkin olunca, çalışmayınca, gayret göstermeyince, kötülerin dediği oluyor ve dünya âlem fesada gidiyor. Kıyamete doğru gidiyor.
Halbuki Peygamber Efendimiz diyor ki;
"İnsanlar bir gemiye binmiş gibidir. Alt kattakiler geminin altını delerlerse üst kattakiler de zarar görür."
Binaenaleyh gemiyi muhafaza etmek lazım, kimseye gemiyi tahrip ettirmemek lazım. Çünkü batarsak hep beraber batacağız.
Ben Türkiye'ye bakıyorum. Manzara dışarıdan daha güzel görünüyor. Çünkü kuş bakışı oluyor, tam olarak görülüyor. İktisadına, siyasetine bakıyorum; insanların konuşmalarına, gazetelere bakıyorum; korkunç husumet, kin, kutuplaşma. Korkuyorum, bu insanlar fırsat olsa fırsatını bulsalar birbirlerini kıtır kıtır kesecekler. Halbuki bunlar aynı milletin evlatları, birbirleriyle dost olması gereken kimseler.
Hz. Ali Efendimiz'in rivayet ettiği, Taberânî'nin kaydettiği bir hadîs-i şerîfi nakletmek istiyorum.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
İnne salâha zâti'l-beyni a'zamü min âmmeti's-salâti ve's-sıyâm. "Araların iyi olması, Müslümanların aralarının iyi olması, ıslah edilmesi, kötüyse bile düzeltilip iyi hâle getirilmesi Allah indinde umumi olarak nafile namaz ve nafile oruçtan daha önemlidir, daha kıymetlidir."
Onun için bu düşman kardeşlerin aralarının düzeltilmesi lazım.
"Bir memlekette böyle şeyler yapılmaz." deyip kalkıp başka bir yere gitmesi lazım ama bu yanlışlıkları düzeltmek de bizim vazifemiz.
Gittiğimiz zaman bunu kim düzeltecek?
Elbette bu yanlışlıkları düzeltmeye çalışmak lazım; bu husumetleri, bu ayrılıkçıları ortadan kaldırmak lazım.
İnsanların birbirlerine bu derece nasıl düşman edildiği hayret edilecek bir nokta.
Araların düzeltilmesine çalışmak lazım. Araların düzeltilmesi nafile namazdan da, nafile oruçtan da önemli olduğuna göre bütün halkımızın, dinleyicilerimizin, kardeşlerimizin, iyi insanların bu çılgınca kutuplaşmaya bir dur demesi ve aşırı gidenlere de nasihat etmesi lazım.
Çünkü gemiyi batırırsak hepimiz batacağız. Bir harp darp çıksa bir karışıklık çıksa herkes zarar görecek. Allahu Teâlâ hazretleri insaf versin. Islahla vazifeli insanlara da kuvvet versin. Bazı insanlar Allah rızası için ıslaha çalışıyorlar, gayret ediyorlar; bu çok önemli bir şey.
İnsanın salih insan olması iyi bir şey; ama muslih insan olması, yani ıslah edici, düzeltici insan olması daha güzel.
Maalesef tarihimizde de bu muslihlik, yani ıslah etmek çalışmaları yine aynı yanlış görüşlerden dolayı yanlış yapılmış; mâneviyatın önemi unutulmuş, ihmal edilmiş, göz ardı edilmiş veya anlaşılamamış. "Maddeten kalkınacağız." diye uğraşırken bütün ıslahatlara rağmen tökezlemeler devam ederek iktisadî ve siyasî bakımdan tatsız, feci bir duruma gelmiş bulunuyoruz.
İnsan ilerlemeyi, kalkınmayı yapan insan olduğu için insanın ikna edilmesi gerektiğinden, aşk ile şevk ile çalışması, dürüst çalışması gerektiğinden, her şeyin temeli mâneviyattır, dindir, Allah korkusudur, takvâdır. Gün gibi âşikâr ki bütün iyilikleri yaptıran bu duygular.
Bütün fitne fesatı çıkaranlar da lütfen, "Bu adam nasıl yetişmiş, niye böyle yetişmiş, nereden yetişmiş, nasıl bu zihniyete düşmüş, bu derekeye düşmüş?" diye araştırılsa, dinî terbiyenin yokluğundan, imansızlıktan olduğu görülecek.
Bu hususta artık mü'minlere çok büyük gayret düşüyor. Meseleyi yanlış yapanların yanlışlığını yumuşak yumuşak, tatlı tatlı anlatmak ve doğruluğu hâkim kılmak gerekiyor.
Peygamber Efendimiz, İbn Abbas radıyallahu anh'in rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyuruyor:
İnne sadakate's-sirri tutfiü gadabe'r-rabbi ve inne sılate'r-rahimi tezîdü fi'l-umri ve inne sanâia'l-ma'rûfi tekî mesâria's-sû' ve inne kavle lâ ilâhe illallah tedfeu an-kâilihâ tis'aten ve tis'îne bâben mine'l-belâi ednâhe'l-hemmü.
Sadaka Resûlullâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Bir hadîs seçtik ama haftalarca konuşulacak bir hadîs-i şerîf seçtik. Bunu da kısaltmaya gönlüm razı olmuyor, kısaca söyleyelim. Belki ileride devam ederiz. Peygamber Efendimiz sas buyuruyor ki;
"Hiç şüphe yok ki gizlice verilen; gösterişten uzak, ‘Kimse bilmesin, Allah bilsin kâfi.' diye sessizce, belirtmeden, bildirmeden, göstermeden, ilan etmeden, anlaşılmaz bir zarafetle alanı üzmeden, mahcup düşürmeden verilen gizli bir sadaka, zekât, hayır; Cenâb-ı Hakk'ın gazabını teskin eder. Cenâb-ı Hak bir kavme gazap edecekse bir kavmi helak edecekse sadakadan dolayı helak etmez; affeder, bağışlar, gazabına uğratmaz."
Tarih boyunca kavimlerin pek çoğu Cenâb-ı Hakk'ın gazabına uğradıkları için helâk oldular. Nuh kavmi, Âd kavmi, Semud kavmi… Nice insanlar Allah'ın gazabına mâruz kaldılar, başlarına yıldırımlar yağdı, zelzelelerle helâk oldular. Karun gibi evleri yerin dibine geçirildi.
Bunların hepsini biliyoruz. Cenâb-ı Hak gazap ettiği zaman durum çok fena oluyor. Onun için Cenâb-ı Hakk'ın gazabını söndürecek şeyin bilinmesi bizler için çok önemli.
Gazabı söndüren şey ne imiş?
Sadaka vermek, hayır yapmak, ihsanda, ikramda bulunmak.
Peygamber Efendimiz, arkasından; "Sıla-i rahim de ömrü arttırır." buyuruyor. Kişinin ömrü bereketlenir, artar, uzar.
Nasıl artar?
Cenâb-ı Hakk'ın bildiği bir şeydir. Cenâb-ı Hak sıla-i rahim yapanın ömrünü arttırır.
Sıla-i rahim nedir?
Sıla vasıl kökünden geliyor; vav düşüyor, yerine te geliyor, "sıla" oluyor. Sılatü'r-rahim; akraba ile ilgiyi koparmamak, devam etmek, ziyaret etmek, görmek ve gözetmek mânasına geliyor. Çünkü sıla aynı zamanda ikram ve bağış mânasına geliyor.
Akrabayı bir görüyorsun; "Nasılsın, iyi misin?" diye soruyorsun. Bu bir ziyaret; bu da sevap ama bir de hâl-i perîşânını gördükten sonra keseye davranıp ona biraz da yardım etmek, bu da sıla-i rahimin güzel tarafı.
Mehmed Âkif'ten sözler hatırıma geliyor: Seyfi Baba isimli bir kimseyi ziyaret etmiş de perişan hâlini görünce kesesine davranmış. Ama bakmış ki kesesinde de hiç para yok. Şöyle diyor:
Ya hamiyetsiz olaydım ya param olsaydı.
Hamiyetinden dolayı, himaye duygusundan, acımasından, şefkatinden dolayı yardım etmek istiyor ama cüzdanını açıyor, bakıyor ki içi boş. Fukarâcık; demek ki parası, imkânı yok.
Muhterem kardeşlerim!
Zenginler iyi insanlara yardım etsin. Hatta paraları verin, onlar harcasın. Onlar iyi yerlere harcarlar. Siz nereye harcarsınız; paralar havaya gider. Onlar en iyi yere harcarlar.
Bazen iyi yerlere harcayacak insanlarda para olmuyor. Belki de verdikleri için olmuyor, vere vere ellerinde kalmıyor. Ötekiler de vermeye vermeye biriktiriyorlar. Ondan sonra da vebal oluyor.
Hâzâ mâ keneztüm li-enfüsiküm.
Cehennemde onlar ateşte kızdırılıp ateşten parçalar olarak yüzlerine, yanlarına, sırtlarına yapıştırılır:
Zekâtı ve sair vermeleri gerekenleri vermeyenler için böyle.
Akrabâyı ziyaret ve muhtaçlarsa onlara maddî yönden yardım etmek de ömrü arttırır.
"Hiç şüphe yok ki aklen ve şer'an iyi olan şeyleri yapmak, mâruf dediğimiz iyi şeyleri yapmak, işlemek mesâria's-sû'dan korur."
Sanâyi', sanea'dan, sanîa kelimesinin çoğulu oluyor.
Mesâri de masra' kelimesinin çoğulu. Masra', insanın güreşte yıkıldığı yer. Birisi ötekisine çelme takıyor, sırtını yere yapıştırıyor, yıkıyor veya bir insan giderken yıkılıyor. İşte iyilik yapmak; kötü yıkılmaları, yere düşmeleri, ayakta duramayıp devrilmeyi engeller.
Burada mesâria's-sû'dan maksat -Allahu a'lem- "kötü bir ölümle ölmek" demektir. İnsanın hayatında en büyük olay ölümdür. Âkıbetinin kötü olması ve kötü bir ölümle ölmek en büyük felâkettir. Yine iyilik yapmak; yaşarken de birtakım kötü yıkımlara uğramasını engeller.
Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın gazabı sönüyor; o zaman kötülükler başından def oluyor. İyilik yaparsak dünya hayatını sürerken başımıza gelecek yıkımlardan da kurtuluruz. Bazı insanların kötü bir ölümle; içki başında, zina yerinde, kötü bir şekilde, günah işlerken ölmesi gibi durumlara düşmez, hüsn-ü hâtime ile âhirete göçer. O da asıl mühim şeydir.
Buna da dikkat edeceğiz, iyilik yapmaya var gücümüzle gayret edeceğiz.
"Muhakkak, lâ ilâhe illallah sözünü söylemek bu sözü söyleyen insanın üzerinden 99 belayı def eder. Bu belaların en aşağısı; insanın tasalanması, iç sıkıntısına uğramasıdır."
Lâ ilâhe illallah sözü 99 belayı def eder. Def ettiği en aşağı, en hafif bela; insanın içinin tasalanması, üzülmesi, sıkıntılanmasıdır.
Demek ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz burada bir reçete veriyor: "Lâ ilâhe illalllah derseniz, 99 tane bela Allah tarafından üzerinizden def edilir."
Neden?
Allah lâ ilâhe illallah denmesini seviyor, tevhidi seviyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Yeri gelmişken Yirmibirinci Asır Tevhid Asrı'dır. Bunu unutmayın.
Allah tevhidi seviyor.
Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah.
"Allah var, sadece Allah var; şerîki, nazîri yok! Putlar birer hiç. Tapınılacak başka şeylerin hepsi yalan ve yanlış, boş ve batıl. Sadece Allah'a ibadet edilir. Lâ ilâhe illallah ve Muhammed onun elçisidir."
İslâm'ı, Allah'ın razı olduğu yolu, dini, usulü, erkânı -burada gördüğünüz gibi- o öğretiyor. Başka ilâhî kitapların muharref, tahrif edilmiş olması dolayısıyla ve peygamberlerin sözlerinin ve kavillerinin iyi tespit edilmemiş olması dolayısıyla "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadisi de, Allah'ın rızasının nasıl kazanılacağını gösteren emsalsiz mücevherat hazinesi" demektir.
Eğer gizlice sadaka veriyorsanız Allah'ın gazabından kurtuluyorsunuz. Akrabanızı ziyaret eder, gözetir, kollarsanız, ömrünüz artıyor. İyilikleri yapmaya devam ederseniz hayatınızdaki yıkımlardan ve en sondaki asıl yıkım olan kötü bir ölüm ile ölmekten kurtuluyorsunuz. Ve lâ ilâhe illallah derseniz, Allah 99 tane belayı başınızdan savıyor, gelecek olan beladan sizi kurtarıyor; o belaya düşürmüyor.
Bu 99 belanın en hafifi; "iç tasası, üzüntü" filan olunca daha yükseklerinin neler olduğunu siz anlayın.
Bu hadîs-i şerîfe göre hareket etselerdi, lâ ilâhe illallah sözünü çok söyleselerdi, belki bazı belalar bazı mü'minlerin üzerine gelmeyecekti! Sanki lâ ilâhe illallah demek, sanki Allah'ı zikretmek, Allah'ı anmak suçmuş gibi ve sanki ananlar da çok çağdışı, çok kötü insanlarmış gibi gösterilince; bilmeyenler de bir o tarafa bakıyor bir bu tarafa bakıyor; bu işi kötü sanıyor. "Bunlar Hû'cu!" dendiği zaman hastalık bulaşacak bir insandan kaçar gibi kaçma durumu oluyor.
Bunu söylediğiniz zaman da hatta dinî görevi olan bazı kimselerin bile karşı tavır aldığını görüyorsunuz.
İşte Peygamber Efendimiz söylüyor, ne karşı tavır alıyorsun?
Resûlullah emretmiş olduğu halde kendi yapmadığı şeyi te'vil ediyor, kıvırtıyor, yok sayıyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Eğer İslâm'ı doğru yaşamak istiyorsanız hadîs-i şerîfe sarılacaksınız, sarılacağız. Başka hiçbir yolu yoktur. Aksi takdirde bu kısa aklı esas alırsanız mutlaka şaşırırsınız. Çünkü öküze tapanlar da bir akılla tapıyorlar, puta tapanlar da onu bir akılla yapıyorlar ve tapıyorlar.
Şeriatin nuru ve canı olmazsa bu akıl insana doğruyu göstermez, yanıltır, şaşırtır. Hem de "Doğru yapıyorum." sanarak şaşırtır. Kavimleri peygamberleri yalanlamışlar, "mecnun" demişler; halbuki kendileri mecnun! Yusuf aleyhisselam'ın babası; "Yusuf'umun kokusunu duyuyorum!" deyince kendi evlâtları Yakup aleyhisselam'a;
Tallâhi inneke lefî dalâlike'l-kadîm. "Vallahi! Sen eski şaşkınlığındasın." demişler. Peygamber olan babalarının hissiyatının kuvvetini anlayamıyorlar.
Onun için bu kuru akla güvenmeyin. İlim erbabına gidin, göreceksiniz ki ilim erbabı ihtiyatlı konuşur. İlmi azaldıkça; lise seviyesine, ortaokul, ilkokul seviyesine indikçe insan yüksek perdeden atıp kesip biçmeye başlar. Çünkü ilmi az.
İlmi olan ihtiyatlı konuşur; "Allahu a'lem." der, "Benim kanaatime göre..." der, "Sanıyorum ki..." der. O alim demektir! Biliyor ki gerçeği bulmak kolay bir şey değil; onun için ihtiyatlı konuşuyor.
Aziz ve sevgili izleyiciler, dinleyiciler;
Aklınıza güvenmeyin. "Akıl kıymetsiz." demek istemiyorum ama sizin akıl sandığınız şeyler, size öğretilen, telkin edilen birtakım bilgilerdir. Bu bilgilerin tahkik edilmesi lazım.
"Medeniyet" denilen tek dişi kalmış canavar, bilgileri de alt üst etmiştir, çarpıtmıştır.
Onun için bilgilerin iyice kontrol edilmesi lazım. Her şey Batı'nın dediği gibi değildir. Batı'nın içinde de doğruyu söyleyenler, Batı'yı tenkit edenler çoktur. Güneşin Şark'tan doğduğunu unutmayın, Garp'tan doğmasını beklemeyin.
Aklınızı başınıza toplayın. Kur'ân-ı Kerîm'e sarılın, Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerine sarılın. Sarılmazsanız kuru aklınızla İslâm'ı bile tam anlayamazsınız. "Ben akılcı bir yol tutturuyorum." derken dinden de, imandan da çıkarsınız; şeytan sizi helak eder.
Şeytan; aklı kullandırarak insanı kandırmasını bilecek kadar ustadır. Onun için Kur'ân-ı Kerîm'e ve Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine sarılın ki felah bulasınız.
Allahu Teâlâ hazretleri bize hakkı hak olarak görmeyi nasip eylesin. Ona uymayı, onu uygulamayı ve rızasını kazanmayı nasip eylesin. Batılın da batıl olduğunu şıp diye anlayıp kendisini tanrı diye satan şeyin, alnında “Hâzâ kâfirun” "Kâfirin ta kendisi!" diye yazıldığını görecek basiret ihsan eylesin.
Rızasına uygun ömür sürüp batıllardan, yalanlardan, yanlışlardan, günahlardan, haramlardan uzak yaşayıp cenneti kazanmayı, cehenneme düşmemeyi nasip etsin.
Türkiye'de birtakım efeler de vardır, dünyanın başka yerlerinde de oluyor; cehennemi, cenneti küçümsüyorlar. Halbuki cehennem, korkulacak şeylerin en muazzamıdır; cennet de istenilecek şeylerin en muazzamıdır. Cenneti istemek lazım. İnsanların alayla, maskaralıkla, laubalilikle âhireti helak etmemesi lazım.
Allahu Teâlâ hazretleri lütfetsin. Kusurlarımız varsa o kusurlarından dolayı kişiler gerçekleri göremiyorsa gözleri perdeli ise tevbe etsinler! Tevbe edince, gaflet perdesi gözünden kalkar. O zaman gerçekleri görür, ne kadar yanıldığını anlar.
Biliyorsunuz Firavun en son anda anladı:
Lâ ilâhe ille'llezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene mine'l-müslimîn. "Benî İsrâil'in inandığı Allah'a ben de şimdi inandım, ben de Müslümanlardanım." dedi ama en son anda dedi. En son an, tehlikeli bir andır. O hâle düşmeden tevbe etmek lazım.
Accilû bi't-tevbeti kable'l-mevt. "Ölüm gelmeden evvel Cenâb-ı Hakk'a dönüşünüzde acele edin, tevbe edin, günahlardan çekilin!"
Dine sımsıkı sarılın! Cenâb-ı Hak "Uyanalım, aklımız başımıza gelsin." diye çeşitli belalar veriyor. Bazen bir musibet bin nasihatten etkilidir. Bu zelzeleden, bu fitnelerden fesatlardan ibret alalım, dinimize sarılalım, âhiretimizi kurtarmaya çalışalım.
Âhiretini kurtarmaya çalışanı Cenâb-ı Hak dünyada mahv u perişan etmez; dünyası da âhireti de iyi olur. Ama dünyasını dünya yapmak isteyenlerin âhireti elinden kaçtığı gibi, dünyalıktan da alnına yazılandan fazlası eline geçmez.
Allahu Teâlâ hazretleri gaflet uykusundan cümlemizi uyandırsın. Ârif-i âgâh, âşık-ı sâdık, ahdine vefalı kullardan olmayı nasip eylesin. İmtihanı başarıp huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin. Cennetiyle cemaliyle cümlenizi müşerref eylesin.
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!