Elhamdülillahi rabbilâlemin ve’l-âkibetü li’l-müttekîn. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve külle dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl
Ehli beytin e'r-rıfka illâ nefeahüm ve-lâ müniû illâ
“Siz birbirinizi sevmedikçe iman sahibi olamazsınız.”
Şimdi “bizim kardeşler bir olsunlar, fikir ayrılığı kardeşliğe mani değildir, biz bir kardeşiz” diye feryatlar veriyorlar.
Olur mu?
Lâ yectemi’a’z-zıddâni Bir kaidedir bu, bozulmaz. “Bu iki zıt bir arada toplanmaz.” Zıddân lâ yectemi’âni. Suyla ateşi bir araya getiremediğin gibi. Ya su ateşi söndürür ya ateş suyu söndürür. İkisi bir arada olmaz onların.
Zıddân lâ yectemi’ân olunca seninle ben nasıl kardeş olacağız ya?
Senin yolun ayrı, benim yolum ayrı. Sen tutmuşun başka yolu, ben tutmuşum Allah yolunu.
Allah yoluyla şeytan yolu bir olur mu?
Nasıl kardeş olacağız birbirimizle biz?
Allah hepimizi affetsin, tevfikatı samadaniyesine mazhar etsin.
Evet hep bir milletiz, hep bir memlekette büyüdük, aynı yaşadık, yaşamaktayız da ama insanların fikirleri çok değişti. O eski günün insanlarını bugün bulmaktan da mahrumuz. Binâenaleyh insanlar sapık fikirlere sapmış oldukları takdirde onlarla kardeşçe geçinmek mümkün olmaz; ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar...
Ya?
Aradan bu zıttı kaldırmak lazım. Bu nedir mani olan, onu kaldırmak lazım. Bunu kaldıramadıkça hepsi boş laftan ibarettir.
Onun için;
Len tü’minû hattâ tehâbbû. “Birbirinizi sevmedikçe.”
Bu cemidir, yalnız benim seni sevmemle kafi olmuyor iş.
“Hep birbirimizi sevmedikçe sâhib-i îmân olamazsınız.”
Burada kemâl-i îmân kast olunsa gerek. Zaten imanda da istenen asıl bu kemaldir.
Birbirinizi nasıl seveceksin?
Can kardeşin gibi seveceksin, öz kardeşin gibi seveceksin.
Nasıl ashâb-ı kirâm birbirlerini sevdiler, malım senin malın dedi, evim senin evin dedi, tarlam senin tarlan dedi, istediğin gibi yaşa dedi.
Bu kadar fedakârlık yapmaya kalktı müslüman. Ağzındaki lokmayı verecek derecede yani.
Ama neden o?
O Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafındaki toplanış, onun etrafındaki aşk, şevk, İslâm’a olan muhabbetin neticesi oluyor. Birisi Mekke’den gelmiş muhacir, birisi Medineli yerli halk. Yerli halk gelen muhacire kolunu açtı, kanadını açtı;
“Gel kardeşim! dedi, “İşte oda, işte ev, işte ambar, işte tarla bahçe, ne yaparsan yap!” dedi.
Fakat bu muhacirîn kısmı, gelen müslüman onlara tenezzül etmediler;
“Malın mübarek olsun, hanımın mübarek olsun, işin mübarek olsun. Bize çarşıyı pazarı gösterin kafi.” dediler. “Biz çarşıda, pazarda alışveriş eder, kendi karnımızı doyurabiliriz.” gibi bir büyüklük de gösterdiler orada.
Çünkü kardeşlikte de yük olmak diye bir şey yoktur.
E kardeşiz ya, bak bana işte!
Öyle iş yok.
Kardeşlikte yük almak var, yük vermek yok. Yükü alacaksın gücün yetiyorsa, fakat başkasına yük olmak, öyle şey olmaz. Çünkü muhabbete de manidir. Bir insana sırnaştın da yanaştın mıydı bir gün, iki gün bakarlar ama sonra derler ki;
“Yeter artık!”
Bu yeter artığı dedirtirmemek için sen de elinden gelen fedakârlığı yapacaksın ki iki sevgi birbirleriyle temâdî etsin. Temâdî etmeyen sevginin de kıymeti yoktur. Bugün sevişmişiz, yarın ayrılmışız, bu sevgi sevgi sayılmaz ki. Sevgi kıyamete kadar gidecek. Hatta kıyamet gününde de kendisini gösterecek bu sevgi.
İki tane kardeş böyle huzûr-u Rabbü’l-Âlemîn’e geliyorlar. Hesapları görülüyor. Birisinin günahı çok, “Atın bunu cehenneme!” diyorlar; ötekinin sevabı bol, “Atın bunu da cennete!” diyorlar, götürün cennete.
Cennete gidecek olan diyor ki;
“Ben gitmem cennete! Ben cennete gitmem yâ Rabbi!”
Ya?!
Bu benim kardeşliğimi de ya affedersin ya beni onunla beraber yollarsın cehenneme beraber gideriz, ya onu da bırakırsın beraber cennete gideriz!” diyor.
Kardeşlik burada olduğu gibi orda da olacak yani. Ama bu samimi kardeşlik olacak.
Sen kendin gözüne alabiliyor musun onunla beraber cehennemde yanmayı?
Ya beni de at yâ Rabbi cehenneme onunla beraber yanayım, ya onu da affet, beraber gidelim cennete.
Cenâb-ı Hak diyor ki;
“Sen benden daha mı erhamsın?
Hadi ikisiniz birden cennete.
Kardeş böyle olur. Yoksa bugün sevişmişiz. Parası varsa severler bugün insanı, gençliği varsa severler, e mevki varsa severler. Mevkiden düşünce, paradan da mahrum olunca gençlik de elden gidince, kurtlar köpeklere maskara olur derler ya.
Allah muhafaza etsin.
Len tü’minû hattâ tehabbû evelâ edülliküm
Bak şimdi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ne buyuruyor;
Eve-lâ edüllüküm alâ mâ tehâbbûne anküm “Şimdi sizin birbirinizi sevmenize vesile olacak şeye sizi delalet edeyim mi, ki siz onun sebebiyle birbirinizi sevesiniz?”
Eh, bize birisi bir para verirse, veyahut menfaatimize yarayan bir şey ikram ederse, dese ki;
“Sana şu evi bağışladım. On katlı bir apartman. Senin olsun, bağışladım.”
O adama biz nasıl medyûn-ü şükrân oluruz?
Ama Allah-u Teâlâ’nın bize verdiği nimetler karşısında o apartman kaç para eder?
Bir sakalın kılına değmez.
Bir kıl kadar yerinden insanın bir ağrı çıkıyor, bir çıban çıkıyor, bir şey oluyor, feryâd ü figanlar, ameliyatlar, bilmem neler, kıyametler kopuyor.
Ne o yahu?
Allah esirgeye.
Dün bir kardeşin gözüne biraz perde gelmiş, şaşırmış kardeş, hangi doktor daha mâhir bu hususta diyerekten hastane bırakmamış dolaşmadık. Bak insan nasıl, nasıl bir şey aranıyor, gözüm için ben muayene olacağım hangi doktor mâhir diyor acaba bu işte, bütün doktorları dolaşmış.
E sen dininde hangisi bunun doğru diye hiç aradığın var mı?
Dünyada arıyoruz da din hususuna gelince lâkayıt.
Ha şimdi;
“Delalet edeyim mi ki sevişesiniz.”
Paralarla sevişmek için o adam bize apartmanı ısmarladı, bağışladı ama öldü gitti, onun sevgisi de gider onunla beraber. İşte biraz varlık duanda iltifat ederiz, arkası gelmez. Fakat Cenâb-ı Peygamber’in bize bir tavsiyesi var.
Nedir?
Efşû’s-selâme beyneküm.
Bu da gitti mi elden?
Gitti.
Sabah-ı şeriflerin hayır olsun! Yok, günaydın, akşam aydın…
Efşû’s-selâme beyneküm Peygamber’in talimi. Kur’an’da da fe-hayyû diyerekten Cenâb-ı Allah celle ve alâ selamı bize emrediyor. Karşındaki esselamü aleyküm dediği vakit, ve aleykümüsselam demekle beraber ve rahmetullahi ve berakatühû ilave etmek de bu tahiyyenin en güzeli oluyor.
Onun için;
Efşû’s-selâme beyneküm. “Siz aranızda, birbirlerinize karşı, içten gelen bir aşk ile ‘Esselamü aleyküm kardeşim!’ de.”
Ama selamı da lafta bırakma. Selam yalnız laftan ibaret değildir. Esselamü aleyküm laftır, sözdür, ağzımızdan çıkar ama manâsı geniştir.
Selam Allahu Teâlâ’nın ismidir, Esma-i Hüsnâ’dandır.
Hüvallâhüllezî lâ ilâhe illâ hû. Âlimu’l-ğaybi ve’ş-şehâdeti hüve’r-rahmânu’r-rahîmu. Hüvellâhüllezî lâ ilâhe illâ hû. El-Melikü’l-kuddûsü’s-selâm.
Altıncı esmâ oluyor. Allahu Teâlâ’nın isimlerinden Kur’an’da zikrettiği altıncısı ki selamette olmak istersen, selam Allahu Teâlâ’ya mahsustur. O bütün arızalardan uzaktır, bütün noksanlıklardan ârîdir Cenâb-ı Hak. Ona hiçbir noksan izafe edilemez.
Onun için sübhanalllah, “Ben o Allah’ı tesbih ederim ki; bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.”
Ölüm gelmez, haline hiçbir tegayyur gelmez. Evveli yok, âhiri de yoktur, daimî bir varlıktır. Sonra yerin göğün, bütün mevcûdâtın hâlıkıdır. Mevcûdâtın içerisinde neler yaratılmışsa, mikrobundan tut bilmediğimiz daha neler varsa hepsinin hâlıkı Allah’tır.
Şimdi bizim bugün mikrop diyerekten ödümüz kopuyor. Ufacık, gözümüzün göremediği bir canlı ispat ediyorlar karşımızda, “Bu canlı bizim canımıza okuyor!” diyorlar.
Canım benim gözümün göremediği bir canlının, benim koca kuvvetime karşı gelebilmesi mantığımın dışında oluyor benim. Ben ona bir yumruk vursam ezerim.
Nasıl oluyor da o canlının hakkından gelemiyorum ben?
Eh, kudretullahın hakından gel bakalım! İşte Allahu Teâlâ kudretini sana gösteriyor, “Sana bir mahluk musallat ettim, adı mikrop, ufacık bir şey, gel hakkından bakalım!” diyor. Hadi doktor doktor, doktor doktor, ilaç ilaç, ilaç ilaç biri gelirken biri çıkar, berbat eder.
Onun için esselam bütün âfatlardan, bütün nekâisten, bütün eksikliklerden münezzeh olmak Allahu Teâlâ’ya mahsustur. Binâenaleyh sen de “Noksan sıfatlardan, âfatlardan, eksikliklerden berî ol kardeşim. Sana Allah noksanlık vermesin, âfet vermesin, bela vermesin, mihnet meşakkat vermesin, dert bela vermesin! Ömrün olduğu müddet içerisinde sağ salim, âfiyet üzerine yaşayasın.” diyerekten kardeşine böyle bir dua yapıyorsun ve bu duanın arkasından da onu da gözetliyorsun.
Gözün de onda ama! Fakir muhtaçsa, elini uzatacaksın ona ekmek vereceksin. Yiyemiyorsa, ağzına koyacaksın, suyunu içireceksin, çıplaksa giydireceksin. Esselamualeyküm deyip de bir çıplağın yanından geçmek ona hakarettir. Çıplağı gördüğün vakitte onun üzerine bir esvap koyabileceksen, koyamıyorsan bir koyana diyeceksin ki; “Kardeş şurada bir çıplak gördüm ben, onun esvabı filan yok, hava da soğuk. Ne olur bir kaputcağız da sen ver ona!” filan diye arada delaletçilik de yine faydadan hâlî değildir. Yapabiliyorsan kendin yap. Çıplak, cahil kalıyor. Köprü altında çocukların hesabı yok diyorlar. Geceleri köprü altında yatıyor diyorlar.
Biz nasıl insanız ki köprü altında çocuk yatırıyoruz?
Biz öldük mü ki?
Onları niçin biz besleyemiyoruz, niçin mekteplere verip okutamıyoruz, niçin onların terbiyeleriyle meşgul olup da cemiyete yararlı bir insan olarak yetiştirmiyoruz da mazarratlı bir insan olarak köprü altında yaşayan çocuk ne olacak?
Hırsız olacak en nihayet, yahut katil olacak! Başka bir şey olmaz ki!
Ama bu kabahat seninle benim.
Niçin?
Selamdan haberimiz yok. Sen bu çocuğa dersin ki;
“Selamün aleyküm yavrum!”
“Aleyküm selam amcacığım. Ama bak ben burada yatıyorum amca! Bu kış gününde, köprünün altında, soğuk, çeşme kıyılarında çırılçıplak bir vaziyette! Sen nasıl müslümansın da beni görmüyorsun burada? Senin beni barındıracak bir odan mı yok, niçin toplanıp da bir odacık yapmıyorsunuz da oraya fakirleri koyasınız da orada o fakirler barınsın?
E bizim dulhanelerimiz var.
Ama dulhaneye herkesi koyarlar mı ya? Dulhaneye hadi götür de koy çocukları, sok bakalım bir yere?
Sokamıyoruz ki!
Niçin?
Dar, nispet dahilinde genişlemek lazım. Bu genişlik nispetinde yardım kollarının.
İşte le-mevkıfün fisebilillah. Bu da Allah yolunda bir mevkıftır ki, paraları vereceğiz, böyle büyük binalar yapılacak, içine aşçı konacak, erzaklar konacak, o fakir çocuklar orada yiyecekler, içecekler; onları mektebe göndereceğiz, okutacağız, tahsillerini yaptıracağız; yüksek tahsil sahibi olacak maaş alacak devletten, müreffeh bir hayata kavuşacak; evlenecek, barklanacak, millete de çoluk çocuğu da artacak.
E bu selamın verdiği manâlardır. Yoksa selamün aleyküm kâfi değil. Selamın verdiği manâlar cemiyetin ihtiyaçlarına karşı gelebilmek.
O yetim çocuklar, ki köprü altında duruyorlar başka. Bir de bizim kendi çocuklarımız var ki, bu kendi çocuklarımızın da hakkından gelemiyoruz. İslâm’dan ârî, İslâm’dan uzak, din bilgilerinden uzak. Bunların da yetişmelerine hiç alakadar olamıyoruz. Hemen sabahleyin kalkıp gidiyor dükkanına, işiyle meşgul, çocuğuyla alakadar değil. E bu çocuğuyla alakadar olamamak kadar acı da bir şey yok.
Çünkü İslâm’dan evvelki zamanda, bahusus kız çocuklarını, kaynata olmak çirkin bir âdet imiş o zaman. “Kızını bak götürdü de filana verdi.” diye bir abeslik, ayıp geliyormuş o zaman insanlara. Onun için kız çocuklarının yaşamalarına imkan vermezlermiş.
Bir de maîşet kısa, onun yiyeceğini de fazla görüyor. Oğlan çocuğu kazanacak, ekmek getirecek. Kız çocuğu evde duruyor hazır ekmek yiyor. Onun yediği ekmeğe göz dikiyor baba, “Bunu öldürelim de gitsin bir an evvel, ben de kaynata olmaktan kurtulayım.” götürüyor evladını diri diri gömüyormuş İslâmiyet’ten evvelki devirde. Sûre-i Fâtır’da bunlar apaçık belli ediliyor. Sorulacaktır bu onlardan.
Şimdi bu baba öldürdü o çocuğunu, kendisi kâtil oldu başka. Fakat çocuk masumdur, o zamanki imanı varsa cennete gider. Ama bugün anası var, babası var, ekmek yemek de çok bol. Müreffeh bir hayat da var. Bu müreffeh bir hayatın içerisinde evlat cehennemlik tarafını seçmiş, oraya gidiyor. Baba da hiç ilgili olmuyor ki;
“Ne yapayım büyüdü artık hangi yola giderse gitsin.” diyor.
Senin gözünün önünde evladını cehenneme atarken, sen cennete nasıl gidersin ey baba?
Sen cennette nasıl yaşayacaksın yani?
Hadi gittin cennete, fakat senin oğlunu atmışlar cehenneme, yanıyor orda kıvranıyor. O âhiret de bambaşka bir âlem. Cennetteki insan cehennemdeki insanı görecek yani. Cehennemdeki de cennettekini görecek. Arada perde yok, o âhiret âlemi bambaşka bir âlem. O ona yalvaracak, o ona konuşacak. Böyle bir yer. Binâenaleyh evladını bugün eliyle cehenneme atar şekilde, imansız olarak yetiştirmek, kızını diri diri öldürmekten daha beter. Evladını diri diri öldürüyormuş ya, ondan daha beterdir, evladının küfrüne rıza vermek. Çünkü küfre rıza, o da küfrü icap eder diyorlar. Günaha rıza günahı icap eder diyorlar. Akâid. Birisi şarap içiyor, sen de iç diye para veriyorsun ona içiriyorsun, sen de onunla müştereksin. Onun aldığı günahın aynını sana da verirler, belki daha fazlasıyla.
Allah kusurumuzu affetsin.
Onun için Cenâb-ı Peygamber;
Efşü’s-selâm beyneküm. “Beyinlerinizde selamı ifşâ ediniz.”.
Ankara’ya gittik, bir arkadaşımız var, bir camide vaaz ediyor. Gidelim, orada ziyaret edelim dedik. Kendisi yüksek mühendis, fakat bilgisi çok, Arapça’yı güzel bilir, hadis çok bilir, Kur’an bilir, ezber hafızdır, vaaz ediyor. Kaçıncı vaazıymış bilemem, kaç epey bir zamandan beri selam üzerine vaaz ediyormuş. O gün yine selamdan bahsetti,
Selâmün alâ Musa ve Harun.
Selâmün alâ İbrahîm.
Selâmün alâ İlyâsîn...
Bunların izahını yapıyordu.
Selam Allah’tan gelir. Allah’tan gelen selamı sen de aranda ifşa et. Günaydın de yine. Günaydın demeden önce, esselamü aleykümü evvela de, Allah’ın selamını ver sevap al. Bir selama otuz tane; on, yirmi, otuz sevap veriyor demiş. Bir de böyle şefkat kanatlarını açarsın. Kanat denince mutlaka kapının kanadını anlama, pencerenin kanadını anlama. Kanatlar çok. Şefkat kanadı denir.
“Annenin şefkat kanadı altında.”
Annenin şefkat kanadı, işte etrafındakilerine acıma hislerinin insanda uyanması. Bu hislerin uyanması imana bağlı. Yukarda bir hadis geçti;
İllâ şiddeten illâ şuhhan. Şiddet arttıkça sıkılık da artacak. İmansızlar için ama. İmanlılarda şiddet hiç gelir. Şiddette imanlı hiç üzülmez şiddetten. Çünkü imanlı Allah-u Teâlâ’nın takdirine razıdır. Ne gelirse hep Allah’tandır. Hiç üzülmez. İnsana bir kuru ekmek kafidir, katık istemez insan. Kuru ekmeği buldu muydu o fakir değildir. Fakir kuru ekmeği bulamayanadır. Hatta derler ki; borcu olan insan kuru ekmekten başka katık yerse caiz değildir demişler. Madem ki borcun var, zeytinyağı koyup banamazsın, tuz ekmek yiyecek. Zaten ekmeğin içinde tuz da var kafi, kuru ekmek insana kafi gelir.
Fakat insan bugün o kadar haris olmuş ki, istiyor üç öğün her şeyi mükemmel olsun yiyeyim, içeyim. Halbuki biz Müslümanların hatta Türk kavminin anane olarak yakın zamana kadar iki öğün yemeği varmış; bir sabah yermiş, bir de akşam yermiş. Bir devir gelmiş Avrupa âdeti, ananesi içimize girmiş, “Öğle yemeği de iyi oluyormuş.” diyerekten bir de öğlen yemeği ortaya koymuşlar. Şimdi kısa günler, sabahleyin yiyorsun sekizde. Sekizde yediğin yemek, 12’de öğlen olur dört saat. Akşam dörtte, beşte akşam oluyor, dört saat sonra bir yemek daha. Halbuki dört saatte yemek erimez insanın içerisinde. İnsanın midesinin de biraz istirahat etmek mecburiyeti var, dinlensin bir miden. Diğer aletleri de dinlensin. Buna meydan kalmadan hemen arka arkaya, arka arkaya tıkıştırıyoruz, sonra hastalıklar başlıyor, hadi ondan sonra doktor doktor, kapı kapı dolaşıyoruz.
Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri, kitabında çok güzel şeyler söyler. Az ye, az iç, az uyu. Bununla ilgili geniş tafsilatlar vermiş. Yalnız buğday ekmeğini yiyen adam katiyen hasta olmaz diyor.
E biz?
Kaç çeşit yemek yiyoruz. Bunun kimisi az şeyle erir, kimisi daha çok zaman ister. Kimisi mesela et gibi daha ağır yemekler, yağ gibi yemekler daha ağır erir, vücudu yorar. Vücudu yormasıyla beraber, az zamanda insan ihtiyarlık devresine giriverir vesselam. Halbuki onun dediği gibi sırf buğday ekmeği yemiş olsak hiçbir şey olmaz, hiçbir hastalık da gelmez vücuda. İbrahim Hakkı boşa söylememiştir o lafı. Ama biz bugün sabahleyin işte reçeli olacak, yağı olacak, kaymağı olacak, balı olacak... Onunla güzel bir yiyoruz, 24 saat bize yeter. Fakat öğlen olmadan yine etliyi, yağlıyı arkasından yetiştiriyoruz, yine hakkından gelinmez bir âlem.
Onun için;
Efşü’s-selâme beyneküm.
Şiddetli devirler gelir, gelir ama ehl-i iman hepsini imanıyla karşılar, iman hepsine karşı durur, hiç korkmaz.
Yağmurlar kesilmiş, katiyen yağmur gelmiyor, yerden hiçbir şey bitmiyor.
“Bitmesin varsın, Allah bana kafidir. Allah benim rızkımı verecektir.” der, yine Allah onun rızkını verir. Çünkü yerin altında yaşayan nice mahluklar vardır ki, hepsi merzuk oluyor, hepsinin rızkını Allah veriyor.
Bir mermer getirmişler bize, mermer nasılsa kırılmış, kırıldığı yerden bir kurt çıktı. Şöyle şu kadar olmuş kurt, mermerin içerisinde. Mermerin içerisinde mermeri yiye yiye büyümüş, kocaman bir kurt olmuş. Mermer kırıldı ne hikmetse, oradan kurtcağız çıktı dışarıya. Çok görülen tecrübeler içerisinde mevcuttur bunlar. Ağaçların içerisinde kezalik öyle yetişirler. Havayı nereden alır, suyu nereden alır, nasıl yaşar, Allah bilir artık. Ama yaşatan Allah yaşatıyor. Binâenaleyh senin için yaşamak mukadderse sana Cenâb-ı Hak nereden rızkı verecekse verecek seni yaşatacaktır. Onun için hiç üzülmez. Hiç keder çekmez, gam çekmez, Allah’a teslim olmuştur, “Allah’ım vardır, yeter!” der. Binâenaleyh bu Selam’dan katiyen ayrılma kardeşim.
Bak şimdi arkasından ne diyor Cenab-ı Peygamber;
Vellezî nefsî bi-yedihî. “Cenâb-ı Peygamber’in yemin tarzıdır.”
Vav, vav-ı kasem derler buna.
“Nefsim yed’i kudretinde olan Allahu celle ve alâ’ya kasem ederim ki.” Lâ tedhulûne’l-cennete hattâ terâhamû. “Siz cennete giremezsiniz, hatta birbirlerinize acımadıkça.”
Eyvah, eyvah! Bu acıma, şefkat kanadından bahsettik ya, ve teâvenûden bahsettik ya. Teâvün-ü İslâmiyye çook..
“Canım ben vereceğim ama benim zaten maaşım bana yetmiyor, benim kazancım bana da yetmiyor. Ben nereden ne vereyim?”
Hepsi masaldan ibaret.
Biraz az yiyiver, biraz az geziver ne olur?
Yok. Keyfime dokunulmasın, her şeyi müreffeh bir şekilde yaşayayım. Ondan sonra paraları istif edeyim, biriktireyim. Kimseye yardımım olmasın.”
İşte neden?
Bir de hayaller besler; “Çocuğuma, torunuma, torunumun torununa...” İşte mallar bırakacak aklınca.
Sonra Allah bir kavim yaratır ne sana yarar ne başkasına yarar!
Lâ tedhulûne’l-cennete. “Siz cennete giremezsiniz.”
Bellemek lazım. Hepimiz istiyoruz cennete girelim diye ama Cenâb-ı Peygamber diyor ki;
“Siz o cennete giremezsiniz, mümkün değil sizin için şu cennete girmek.”
Ya?
Hattâ terâhamû. “Birbirinize şevkat edin bakalım, acıyın bakalım, merhamet sahibi olun bakalım!”
Yâ Allah, yâ Allah!..
Adapazarın’dan bir efendi geldi, dedi ki;
“Hocaefendi, bizim camimiz zenginlerin muhitidir, çok güzel halılarla tezyin olunmuştur camimiz. Eski halıları ne yapalım, bunları nereye koyalım, harcayalım?”
“Sonra bizim bir de kursumuz var, orada çocuklarımız okuyor. Üç öğün yemek veririz, karyolaları mükemmel, yemekleri mükemmel, her şeyleri mükemmel.” dedi.
Bayıldım! Adapazarı’ndaki tüccar İstanbul’daki tüccarların yanında sıfırdır. Burada nice milyonerler vardır, fakat çocuklarımızın karnının tok mu aç mı olduğundan haberi yok. Elini uzatmak istemez, uzatsan da çeker. Uzatamazsın, çeker elini.
Niçin?
İman zayıf.
“O çocuk orada eh okumasın varsın, bana ne! Gitsin memleketine babasının yanında rençberlik mi yapacak, bakkallık mı yapacak, ne yaparsa yapsın, okuyup da ne olacak?!” der.
Bak şimdi buna iyi dikkat edin!
Hattâ terâhamû. “Merhamet sahibi olmadıkça bu işin altından çıkamazsınız.”
Kâlû: Yâ resûlallâhi.
Ashâb-ı kirâm cevap veriyor.
“Yâ Resûlallah! Yâ Resûlallah! Buyurduğun çok güzel fakat.” Küllünâ rahîmün. “Hepimiz acıyoruz biz, bak bizdeki şefkat merhamet kimde var?”
Bu sene işittim, bir muhabbet oldu da, en cömert kavim Arap kavmidir. Arap kavminin cömertliğine hiç kimse çıkamaz dediler. Çok sehâvet sahibidir, olsa da olmasa da elindekini avucundakini yedirir, düşünmez arkasını. Misafirine karşı çok misafirperver, elindekini avucundakini yedirir. Ona eş olacak bir kavim tasavvur olunamaz dedi birisi. Arap methinde, bu Arapların meziyetlerin içerisinde de dahildir.
Onlar şimdi diyorlar ki;
“Biz çok merhametli değil miyiz ki yâ Resûlallah! Herkese bak tarlalarımızın ikramında bulunuyoruz, neler yapıyoruz, barındırıyoruz evlerimizde, ne şefkat bu! Yetmez mi bu yâ Resûlallah?”
Bak şimdi;
Küllünâ rahîmün. “Hepimiz merhamet sahibiyiz, şefkat sahibiyiz, hepimiz elimizden gelen fedakarlığı yaparız.”
Kâle: Cenâb-ı Peygamber buyurdu ki.” İnnehû. “Bu sizin merhamet dediğiniz terâhüm.” Leyse bi-rahmeti ahadiküm. “Sizin birinizin acıması kafi değil.”
İçinizde çıkarsa, her devirde bir tane efendi çıkmış çok merhametli, evinde işte fukaraları yediriyor, içiriyor.
Hususî merhametler kafi değil.”
Hususî merhametler çok, elhamdulillah memleketimizde eksik değildir, çok merhamet sahipleri vardır; kapısı açıktır, ikramı, vergisi boldur, ama kafi değildir.
Ve-lâkin rahmete’l âmmeti rahmete’l-âmmeti.
Rahmeten âmmeh; umum.
Elhamdulilllahi rabbi’l-alemîn.
“Bu şarabı içmediği müddetçe Müslüman saadet selamet ve rahatlıklar içerisindedir.”
Fî iktisadin min dinihî. “Her cihetten.”
Peki!
Fe-izâ şeribehâ.
Şimdi akıl, demin tarif ettik ya yukarıda. Kendini menhiyattan tutabilen akla akıl derler. Kendini yasaklara karşı bağlamış tutsak ediyor, seni o şeylere göndermiyor,
Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar eylesin. Cümlemizi fazl u keremiyle nefsin, şehvetin, şeytanın elinden kurtulup o güzel cennetine müstahak, istihkak getiren kullarının zümresine kabul buyursun.
El-Fâtiha!