El-Hamdülillahi rabbilâlemin ve’l-âkibetü li’l-müttekîn vesselâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdetin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve küllü dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl;
E tedrûne meni’s-sâbikûne ilâ zıllillâhi azze ve celle...
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak hazretleri bizim Resûlullah’a olan muhabbetimizi artırsın. Onu bize çok sevdirsin.
İnsan bu dünyaya tekemmül için gelmiştir. Bu tekemmül mârifet-i ilâhiye nispetindedir. Allah’a olan marifeti ne kadarsa insanın tekemmülü o nispettedir. Allahu Teâlâ’yı bilmenin en güzel yolu da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. Onun yolundan başka bir yol ile Allah bilinmez. Allah’ı bilmek ancak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünen-i seniyyesine ittibâ ile hasıl olur.
Malumunuzdur ki insan iki nesneden ibarettir; birisi toprak, madde dediğimiz et kemik, diğeri de ruh dediğimiz. Et kemik yer mahsulüdür; işte ona madde diyorlar, yerden hasıl olan toprağın hülâsası. Ruh da melekût âleminin, bu âlemin değil, melekût âleminin mahsülü.
Allahu celle ve alâ bu iki zıttı bu bedende birleştirmiş şu vücut hasıl olmuştur. Aslı toprak olan şu vücut bakınız ne âlemdedir; görür, duyar, işitir, söyler, görür, birçok fevkalâdelikleri var; aylara da gidiyor bugün yıldızlara da gidiyor.
Bu maddenin mahsülü. Bu madde mahsülü olan şu insan bu ruh ile olduğu müddetçe bu hünerleri yapıyor. Ruh ayrılır ayrılmaz bu göz ne görüyor, ne o kulak duyuyor, ne o dil söylüyor, hiçbir hareket yok.
Niçin?
Asıl olan madde alındı. Asıl olan madde ruh idi, ruh alınınca bu ceset kıymetsiz kaldı, haydi toprağa, aslına! Gömelim, başka çare yok.
Demek ki asıl kıymet kafeste değil kafesin içindeki kuştadır.
Binaenâleyh bu Ramazan çok güzel bir aydır. İşte bu kuşun beslenme ayının bize verdiği şevk, neşe, zevk ile öteki aylara hiç benzemeyiz; en haşerimiz bile bu ayda bir başkalaşır; sofu daha sofu olur. Bu gerek sofuluk, gerek insanlardaki tekemmüle Allahu Teâlâ’nın bilinmesine,
Allahu Teâlâ;
Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûn. “bana ibadet etsinler diye,
Ya’büdûn “ibadet” mânasına gelir ama müfessirler demişler ki; li-ya’rifûn. “Ben bu kulları beni bilsinler için yarattım.”
Kulların yaradılışının sebebi kendisini yaratan Allahu celle ve alâ’yı bilmek içindir.
E nereden bileceğiz Allahu Teâlâ’yı, görmüyoruz ki?
İşte eseri var bak, eserden müessire intikal var.
Şimdi hangi bir eşyayı görürsek görelim bu eşyayı yapanı ararız; “Bunu kim yaptı?” deriz.
Şu levhayı görüyoruz; “Kimin yazısı bu, kim yazmış bu yazıyı?”
Bir eser görüyoruz; “Kim yapmış bunu?” diyoruz, bir arama, sormamız var.
Bu dünyadaki bu insanları görüyoruz, mahlûkâtı görüyoruz, envai çeşit yıldızlarıyla her gün gözümüzün önünde tepemizdeki kubbeyi görüyoruz.
Bunun sahibini aramamak, kimdir dememek olur mu, imkân var mı buna?
Elbette diyeceğiz ki; “Yahu bunlar kimin eseri?”
İşte bunları yaratana Allah diyoruz.
O Allah ama görmüyoruz?
Görmüyoruz ama eseri meydanda; sen de meydanda ben de meydanda, yer de meydanda gök de meydanda, hepsi meydanda...
Bu varlıklar, hiçbir varlık yok ki kendiliğinden meydana gelmiş olsun. Hiçbir mevcut yoktur ki kendiliğinden olmuş olsun, mutlaka onu bir yapanın olduğuna insanın aklı erer, bunu bir yapan var.
Yok canım, bu eskiden böyle işte!
Eskiden, ne kadar eskidense onu ille bir yapan vardır işte! Yapmayan.
Şu camiyi görürsünüz, insan, görmeyen bir adam; “Bu nedir? Kim yapmıştır, ne zaman yapılmıştır? akla gelen bir şeydir.
Binâenaleyh bu mahlukâtın, bu mevcûdâtın sahibi olan Allahu Teâlâ’yı da, insansa, O’nu arayıp bulacaktır. Onu bulmak için de Kur’an’a ve Resûlullah’ın sünnetine müracaat. Bu yoldan gidilecekse insan bunları böyle görmüş gibi inanır.
İbn Abbas var ya, Hz. Abbas’ın oğlu.
Ben Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in arkasında iken Resûlullah bana dedi ki;
“Bak sana bir şeyler söyleyeceğim, onu iyi öğren, iyi belle. Uzunca o. Onun başında demiş ki;
Fe’büdullâhe ke-enneke terâhü. “Ey Abbas’ın oğlu! –ismi Abdullah- Sen Allah’ı görür gibi ibadet et.”
İbadet ederken O seni görüyormuş gibi ibadet et; körü körüne değil. O seni muhakkak görüyor; gördüğünü iyi bilerekten görüyormuş gibi O’na ibadet et.
Maksat Allahu Teâlâ’yı bilmek. Allahu Teâlâ kendisini bize 99 tane ismi ile bildirmiştir. Doksan dokuz tane Esmâ-i Hüsnâ diye biz her sabah okuruz onu; “Ben böyle bir Allah’ım.” o 99 ismiyle bize tanıtmıştır kendisini.
Bismillâhirrahmânirrahîm derken kendisinin Rahmân olduğunu, Rahîm olduğunu; Elhamdulillâhi rabbi’l-âlemîn derken kendisinin yine Rahmân olduğunu, Rahîm olduğunu; Mâliki yevmi’d-dîn derken kıyamet gününün de sahibi olduğunu; dünyanın da sahibi âhiretin de sahibi olduğunu 99 esmâsıyla bildirmiştir. Bu 99 esmâyı belleyen cennetliktir.
Men ahsâhâ dehale’l-cennete. “Bunları belleyip bunlarla amel etmek insanların cennete girmesine vesile olur.”
Onun için, “Efendimizin 40 sözünü, 40 hadisini belleyenin şefaatçisi olurum ben ve ona yevm-i kıyâmette Müslüman olduğuna şehadet ederim.” diyerekten azîz-i şehâdeti var.
Biz elhamdülillah bu kadar okuyoruz birçok hadisleri de fakat ezberleme ve onları belleme kabiliyetimiz yok.
Ömer Nasuhi rahmetullahi aleyh’in 40 hadisi vardır. Bursalı İsmail Hakkı’nın, başkalarının, isimlerini bilemedim aklıma gelmedi, bunların hep böyle seçilmiş kırkar hadisleri vardır.
İşte burada da 6000 hadis okuyoruz önümüzdeki kitapta.
Bunları bellemekten aciziz, mahrumuz. Halbuki bir hadisi bir haftada ezberlemek mümkün. Bir günde ezberlenir ya, altı günde onu tekrarlar insan, yedi gün içerisinde o hadis insanın hafızasında kalır. Kırk tane hadisi bir senede mükemmel surette insan beller. Kırk tane hadisi belledi mi en güzel hoca olur insan.
Şimdi buradaki dersimizde Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
E tedrûne mâ ekseru mâ yüdhilü’n-nâse’l-cennete. “İnsanları en çok cennete sokan şeyin ne olduğunu biliyor musun? En çok ne sebeple insan cennete girer?”
En çok insanı cennete sokan nedir?
Hepimiz bir şey deriz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem diyor ki;
Takvallah. “Allah’tan korkmak.”
Allah’tan korkmak ne demek?
Allah’ın yasaklarından kaçmak.
Allah’tan korkmak, Allah’ın yasaklarından kaçmak ve yap dediklerini yapmak. Yap dediğini yap, yapma dediğini yapma. Bu iki şeyin üzerinde durmak lazım. Sofudur insan, camiden çıkmaz, namaz kılar, oruç tutar, her şeysi iyidir, fakat yasaklardan, günahlardan bir türlü kendisini kurtaramaz.
Bu günahlara çeşitli sebeplerle insan dalmıştır; içki nasıl günahsa, kumar nasıl günahsa, faiz nasıl günahsa, zina nasıl günahsa, birçok böyle günahlar var ki bunların işlenmesi bir mü’min için akılla tasavvur olunmaz. Mü’min böyle şey yapamaz, yapamaz mü’minler.
Onun için Cenâb-ı Peygamber’in burada bize ilk tavsiyesi takvallah. “Allah’tan korkmak.”
Allah’tan nasıl korkacağız? Gizli bir yerdeyiz, kimse de yok, kimse de bizi görmez orada. Biz orada o kabahati işleyebiliriz işte?
Yok, biz Allah’ı biliyorsak Allah her yerde bizi görüyor. Nereye girersek,
Vallâhu ya’lemü mâ fi’s-semâvâti ve-mâ fi’l-ardı. “Yerdekini de biliyor göktekini de biliyor, bilmediği şey yok.” Görmediği de yok;
Vallâhu bi-mâ ta’melûne basîr. “Her yaptığımız gören bir zât ve ecellü âlâ.”
Allah öyle bir Allah ki her yaptığımızı hem görür hem işitir hem bilir. Allah böyle Allah’tır.
Nereye saklanırsan saklan, nerede olursan ol Allahu Teâlâ o işlerinizi, yaptıklarımızı, iyilikleri de bilir, kötülükleri de bilir ve görür ve işitir.
Onun için şimdi takvâ dendiği vakitte Allahu Teâlâ’dan öyle bir korku olacak ki bu korku bizi ne kadar yasaklar varsa o yasaklardan uzak edecek, ne kadar hayırlar, iyilikler, emirler varsa onları da yapmaya bizi mecbur edecek.
Ezan okunduğu vakitte takvâ sahibi uyuyamaz. Takvâ sahibi uyuyamaz; ne kadar ıstırap içinde olsa, hasta olsa, rahatsız olsa aman beni azıcık aldırın da şöyle bir abdest aldırıverin de şu emr-i ilâhîyeyi yerine getireyim diye çalışır. Meğerki bundan da aciz ola. Günah denilen şeylerin yanına hiç sokulamaz.
Bunun için de ne lazım?
Allahu Teâlâ’nın ismini çok anmak lazım. Allahu Teâlâ’nın ismi ne kadar çok anılırsa, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ne nispette salavat çok getirilirse o nispette insanın gönlünde Allah korkusu hasıl olur. Allah korkusu kolaycacık hasıl olmaz. Ya çok okuyacaksın, çok zikredeceksin ve çok salavât-ı şerîfe getireceksin ve Resûlullah’ın izinden de ayrılmayacaksın. Bu suretle gönlüne korku girer, o korku girdikten sonra da cennet senin için hazırdır işte.
O korkudan sana ufacık bir misal söyleyeyim, birkaç defa bunu tekrar etmiştim.
Hz. Ömer bir arkadaşıyla beraber Mekke’ye gidiyor, Mekke’ye giderken yolda acıkmışlar. Tabii o zamanki mesafeyle 13-14 günlük bir yol. Bugün mesela birkaç saatte gidip geliniyor ama o günkü öyle. Ve bir çobana rast gelmişler, demişler ki çobana;
“Bize bir koyut sat.”
Çoban diyor ki;
“Koyunlar benim değil ki satayım size. Ben çobanım.”
E canım öyleyse bir koyun ver bize.
Ee, ne dedi sonra?
“Ben sahibi değilim.”
“Canım efendiye de kurt yedi filan dersin.” demişler, tecrübe ile o adama.
Demiş, “Efendiyi kandırması kolay, kandıracağız ama Allah’ı ne yapalım?” demiş.
Efendi, bu medreseden çıkmış değil, üniversitede okumuş değil, bir tahsili yok, bir çoban! Fakat çobanın içerisinde Allah korkusu sinmiş, Allah’ı iyi biliyor, onun için diyor ki; “Allah’ı ne yapalım?” diyor. “Evet efendiyi kandıracağız, kandıracağız ama Allah biliyor bu işi?”
Bu ne kadar şâyân-ı takdir bir şeydir ki maalesef yine söylemeye de teeddüb ederim, söylemesi de doğru değil.
Dün bir arkadaş dedi ki bir adam yer almış. Fakir de değil. Milyonluk bir yermiş ama almış adam.
Aldıktan sonra başlamış orada hafriyat yapıp bir inşaat yapacak, derken mal sahibi gelmiş;
“Ne yapıyorsun efendi sen?”
Niçin?
“Burası benim.” demiş.
Canım nasıl olur, bak benim tapum elimde, nasıl olur burası senin?
İş mahkemeye aksetmiş, adamın elinde tapusu, öteki sahte tapu, failleri meydana çıkmış.
Şimdi bakınız, bugünün münevveriyle o günün cahilini kıyas ediniz kardeş!
Onun için Cenab-ı Peygamber bak ne güzel buyurmuş;
“Siz cennete girmenin en çok ne çeşit sebeplerle olduğunu biliyor musunuz?”
Biz deriz ki işte, “Çok sofu efendi, camiden çıkmaz, işte bu girer.”
Hayır o değil. En çok Allah’tan korkan kimse, Allah’ın korkusu kimin gönlündeyse cennete girecekler bunlardır.
E öyleyse Allah’tan korkmanın da alâmetleri var üzerimizde, nedir?
Evâmirine itaat, yasaklarından içtinap.
Sen bankadan faizlerle paraları al ye, şundan bundan da al ye, sofuluğu da elden bırakma! İçkiyi iç sofuluğu elden bırakma, kumarı yap elden bırakma, sonra da ki; “Ben de cennete girerim.” Diyerekten.
Öyle değil, takvâ!
Takvâ demek Müslüman için yasaklardan, günahlardan uzak olmak demek.
Takvâ da kâfi değil, ikinci bir tane daha söyledi: Ve husnü’l-hulk.
Bazı insan ehl-i takvâ olur ama zehir gibidir; etrafını haşlar, etrafındakilerin gönlünü kırar, çok şeyler yapar, rahatsız eder herkesi.
Ama takvâ sahibi?
Onun takvâsı onun olsun! Takvâ kâfi değil, takvâ ile beraber bir de ahlâk-ı hasene.
Husnü’l-hulk, “ahlâkı hasene” demek, herkesle güzel geçinmek. Ahlâk-ı hasenenin başı herkesle güzel geçinmek. Herkesin haline göre görüşmek, herkesin haline göre bulunmak.
Bu iki hal insanda olduğu vakitte insan cennete girmeye hak kazanır.
Husn-ü hulku burada şerh ederken buyrulmuşlar ki;
El-Murâdu bi-husnü’l-huluki. “Husn-ü hulk ile murat nedir?
Şimdi ahlâk-ı hasene deyince, el-Murâdu bi-husnü’l-huluki el-ittibâu bi-resûlillahi. “Ahlâk-ı hasene Resûlullah’a ittibâdan ibarettir.” Resûlullah’a ittibâdan ibarettir!
Resûlullah’ın sünnetini iyi bilmek, öğrenmek, onun gittiği yoldan ayrılmamak lazım.
İttaki’l-mehârimi “Haramlardan kork, kaçın. İtteki’l-mehârimi, ne kadar haram varsa, günah varsa ki bunları yazdık, şimdi günahların adedi 1250’yi geçti, ki bunlar hepsi haramdır.
Bu haramların hepsinden kaçınmak lazım, ki ne olur? Bak ne kadar güzel:
Tekün a’bede’n-nâsi “Sen haramlardan kaçındığın, korktuğun müddetçe nâsın en âbidi olursun!”
Nâsın en âbidi, Allah’tan korkup yasaklardan kaçınanlar, bir.
Ve’rda bimâ kasema’llâhu lek “Allah-u Teâlâ’nın taksimine razı ol.”
“Hep beraber olalım, zengin de bir, fakir de bir olsun!” diyerekten kıyamet koparma! Peygamber sallallahu aleyhi vessellem bak diyor ki: Ve’rda bimâ kasema’llâhu leke.
Allah sana ne verdi? Kimisine 5 veriyor, kimisine 10 veriyor kimisine 100 veriyor; hiç karışma! Ne verdiyse sana ona razı ol.
“E ona çok verdi ya?”
Ona çok verdiyse Allah’a şikâyet et. Allah’ın işine karışma, bu da şirk olur.
Ve’rda bimâ kasema’llâhu lek “Allah-u Teâlâ’nın taksimine razı ol; ne olacak?
Tekün ağne’n-nâs. Sen o zaman insanların en zengini olursun.”
İnsanların en zengini, Allah’ın verdiğine razı olandır. Allah’ın verdiğine razı olmuyorsa, onun ne karnı doyar ne gözü doyar.
Bak şimdi ama: Ve ahsin ilâ cârike “Komşuna da ihsan et ama. Komşunu bırakma, ona ihsan et, ikram et!”
Komşu diye geçme aziz kardeş! Komşu akrabandan daha iyidir. Akraban mesela Bursa’da akraban var, Ankara’da akraban var. Allah esirgeye sana bir rahatsızlık geldiği vakitte Ankara’daki akraban, Bursa’daki akraban gelinceye kadar senin imdadına komşun yetişecek; cenazen varsa o kaldıracak, hastalığın varsa imdadına o yetişecektir.
Binâenaleyh komşu hakkı en büyük günahtır. Komşuyu benimsememezlik yapma! Komşun belki fakirdir, belki zayıftır, belki miskindir; ne olursa olsun komşunun hakkına riayet et, onun elinden tut, ona yardımcı ol ki, tekün mü’minen mü’min olasın.”
Bak bak bak! “Sen mü’min olmak, kâmil bir mü’min istiyorsan, komşuya ihsan et!”
Komşuna ihsan ettiğin zaman, sen kâmil bir mü’min olursun. Bu çok şiddetli, yani namazı şöyle kılarsan, orucu böyle tutarsan, haccı böyle yaparsan demiyor; “Komşuna ikram ettiğin müddetçe nâsın mü’min-i kâmili olursun.” diyor.
Bunun için bir tane misal söyleyeyim, isimlerini unutuyorum, aklımda kalmıyor ama sahabiden bir zât; evlerinde kurban kesmişler. Gerek Ramazan Bayramı’nın kurbanı gerek Kurban Bayramı’nın kurbanı, gerekse bazen arada sırada kesiliyor ya evlerde kurbanlar, böyle bir kurban kesilmiş. Valide hanıma demiş ki efendi:
“Hanımefendi, yanımızdaki Yahudi komşuyu unutma ha! Yanımızdaki Yahudi komşunun hissesini unutma! Ona da bir hisse ver.”
Yahudi komşu yani, bu böyle demek ki evinin yanında Yahudi var. Mesela Yahudi mahallesinde oturanlar Müslümanlar da vardır. Bu Müslümanlar bu Yahudi komşularla geçinirken, ona da böyle etinden, yemeğinden, meyvesinden ona da ikram edecek. Bu kurban kesmiş, kurbanından, “O Yahudi komşuyu da unutma!” diyor. Geldikten sonra soruyor;
“Hanım, Yahudi komşunun hakkını verdin mi? Yahudi komşunun hissesini verdin mi?
“Verdim.” diyor.
O zaman içi rahat ediyor. Komşu olunca, bu komşunun mutlaka sofu olması, bu komşunun şöyle 400 dirhem bir Müslüman olması da şart değil;
Ve ehibbe li’n-nâsi mâ tühıbbü li-nefsike “Kendin için ne istiyorsun, neleri seviyorsun; insanlar için de onu seveceksin. Kendin için sevdiklerini insanlar için sevdiğin vakitte, tekün müslimen o zaman da Müslüman olursun.”
Ve lâ tüksiri’d-dıhke “Çok gülme ama; feinne kesrete’d-dıhki tümîtü’l-kalb çok gülme, zevk ü sefâ kalbi öldürür.” Ahmed b. Hanbel’in, Beyhakî’nin, Tirmizî’nin, Ebî Hureyre’den rivayetidir.
Cenâb-ı Hak emrediyor İnna’llâhe ve melâiketehû yusallûne ale’n-nebiyyi, yâ eyyühe’llezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ.
Rasûlullah’a salât ü selâm etmemizi Cenâb-ı Hak emrediyor. Binâenaleyh, bir salât ü selâma on tane mükâfat veriyor Cenâb-ı Hak. Bir kere salât ü selâm ediyoruz, 10 tane mükâfat veriyor, 100 tane edersek 1000 tane mükâfat alıyoruz.
Binâenaleyh, her Müslüman en aşağı günde Peygamberimize 100 defa salât ü selâmdan geri kalmamalı. Giderken, söyle git işte:
Allâhümme salli alâ muhammedin, ve alâ âli muhammed.
Dükkânda otururken, işin olmadığı sırada söyle dur. Hiç olmazsa günde 100 kere Allah de…
Yüz kere, Lâ ilâhe illa’llah de…
Yüz kere; Lâ ilâhe illa’llahu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü, yuhyî ve yumîtü, ve hüve alâ külli şey’in kadîr de.
Yüz kere de; Sübhâna’llâhi, ve’l-hamdü li’llâhi, ve lâ ilâhe illa’llâhu va’llâhu ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm de.
Kıyamet günü, bunları diyenlerin sevabından daha çok kimse sevaplı gelemeyecek. Ancak sen 100 dediysen, o da 200 dediyse, o 200 diyen seni geçmiş olacak. Yoksa başka türlü bunları geçen olmaz, sâbikûn bunlar olacak.
Onun için bu gibi tesbihâtı da dilimizden bırakmayalım; bunlar abdest istemez, namaz gibi şerâiti yoktur; giderken, tayyarede, yolda, atta, arabada söyle dur! Dilini alıştır, gönlünü de oraya bağla, daima Allah ile olmuş olursun.
Bunları yaptıkça da insanın içine Allah korkusu yerleşir, emr-i ilâhîden insan son derece korkar. Allah’ın emrini yapmamaktan çekinir, günahları işlemekten de korkar. Bakarsın memleket de bal gibi olur.
Sana yine bir tane misal söyleyeyim:
Eskiden rakı içiliyormuş, şarap içiliyormuş; yasaklığı emrolunmuş: “İçki haramdır!” Bitti. Zararlıdır dedi, bu sefer haramdır, bitti artık.
İnneme’l-hamru ve’l-meysiru. Cenâb-ı Peygamber dedi ki;
“Git ilan et sen, Medine sokaklarında, içkinin, şarabın haram olduğunu duyur halka.”
Zâtın birisi çıktı, adları var ama hatırımda kalmıyor tabii:
“İçki haram olduu! Duyun!” diye ilan yaptı.
Bütün evlerde şaraplar hazırlanmış, yıllık şarap küplere doldurulmuş duruyordu. “Haram!” denildiği vakitte herkes küpünü çıkardı, sokaklara “Çaat!” diye atıyor, kırılıyor; Medine sokakları âdeta sel halini aldı. Kimsenin evinde saklanmış bir küp kalmadı, içki kalmadı.
O zamanki ashâb-ı kirâmın haline bak, bir de şimdi bizim halimize bak! Bugün içkinin ne kadar zararlı olduğunu dünyada bilmeyen yok gibi, fakat insanlar iptilaya düştükleri vakitte bu iptiladan kurtulmak da çok zor. Onun haram olduğunu biliyor, zararlı olduğunu da biliyor, bildiği halde de ümmetin bu durumu üzerinde ne derseniz deyin.
Allah pis huylardan, pis ahlâklardan cümlemizi kurtarsın...
Cemiyete zarar, ahiretine zarar, kendisine zarar, herkese zarar. Bir içki içen adam, günde kaç para harcar? Herhalde 50 liradan aşağı içki masasından kalkamaz.
Bu 50 lirayı bir hayra verseydi yahut bir evi yoksa evini almak için biriktirseydi, çoluk çocuğuna bol bol yemeler, içmeler tedarik etseydi daha hayırlı olmaz mıydı?
Ama iptilalar çok fenadır, Allah öyle kötü îtiyatlara bizi düşürmesin.
Kötü îtiyatların altından kalkmak esaretten kurtulmak kadar zordur. Esaretten kurtulmak bir derece kolay, fakat kötü îtiyatların altından kurtulmak çok zordur.
Onun için, ana babaların büyük vazifeleri vardır ki evlatlarını kötü îtiyatlara alıştırmamak için dört gözü açık olmalı! Evladın üzerinde çok titizlikle durmalı! Hasta olduğu vakitte nasıl titriyoruz, bu hastalık bunu öldürür diye korkuyoruz. Fakat ahlâksız olarak yaşarsa, ne kadar zarar memlekete! Onun için Allah hepimizi affetsin de evlatlarımızın üzerinde titizlikle durup, onları kötü îtiyatlara alışmaktan muhafaza buyursun.
El-fâtiha!