Elhamdülillahi Rabbil alemin ve’l-âkibetü li’l-müttekîn vesselâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve küllü dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl;
Ma’rif hadde’s-sâil ve’l-câri ve’l-miskîni. Bak üç hak verdi;
Ma’rif hadde’s-sâil. “Sâil, isteyici geliyor onun hakkına riayet et.”
Gelen insan, fakir bir insan mesela beş kuruş verirsen “Allah sana senden razı olsun.” der gider. Ama ötekine beş kuruş verirsen o da ona kanaat etmez. Beş lira verirsen, eh peki der. Ötekine de daha fazla bir şey verirsen ancak ona kanaat eder. Hak sahibine yani vereceğin adamın haline göre ver demek.
Onun için fukaranın birisi gitmiş zenginin birisinin kapısına, istiyorken ehemmiyetsiz bir şey vermiş. Baltayı almış gelmiş dilenci tak tak kapıyı kırmaya çalışıyor;
“Tüh edepsiz, ne yapıyorsun?”
“Ne yapayım demiş, ya kapına göre vergiyi yap yahut vergine göre kapı yap!” demiş. “Bu kapıya bu kadar şey yakışır mı?” diye ona ders vermiş.
“Sâilin hakkını gözet.”
Burada pek çok şeyler söylerler.
Bu açlıktan kurtulmak için ona yardım edip o neye muhtaçsa onları tedarik etmek cemiyetin vazifesi. Dükkan aç, iş yap, bir şey bul bir şey bul onu hırsızlıktan uzaklaştırırsın.
Sonra ikincisi de bak ne diyor?
Ve’l-câr. “Komşu hakkı da çok büyük haktır.”
Onun da hakkına riayet etmek vazifemizdir, birçok misaller de söylemiştim, yine tekrar edeyim.
Kardeşlerimizden birisi kurban kesmiş, ister ramazan, Kurban Bayramı olsun isterse başka bir zamanlarda bizim kestiklerimiz gibi bir hayvan kesmiş, hanıma da tembih etmiş ki;
“Hanım! -komşusu yahudiymiş demek ki- Yahudi komşunun hakkını unutma!”
Bunu birkaç defa tekrar etmiş, gitmiş işine geldiği vakitte ilk sorgusu da “Hanımefendi, yahudi komşunun hakkını verdin mi?” demiş.
Demek yahudi de olsa komşu. Onun da bir hakkı var, İslâm olursa iki hakkı var, bir de akraban olursa üç hakkı var.
Peki komşumuzun hakkına da riayetten sonra bir de;
Ve’l-miskîn. Miskin çıktı ortaya ki muztar biri, bir şeyi olmayan. “Buna da bunun hakkına da riyaet et.”
Halbuki bugün çok miskinler var memlekette. Çok miskinler var, bu miskinlerden belki çoğumuzun da haberi yok. Çoğumuzun da haberi yok! Acak etrafında birkaç kimse onları bilirse bilir, çoğu bilmez.
Allah kusurlarımızı affetsin.
Üdhıle raculün kabrahû. Buna dikkat ediniz ama. Bu istikbalden bahseden bir mesele. Bunu kim gördü de söylüyor diye sakın deme. Peygamberlere Cenâb-ı Hak her şeyi bildirmiştir, bu bildirdiklerinden bir nebzesini de onlar bize bildirirler. Bunlar görülmüş ve bilinmiş hadiselerdir.
Üdhıle raculün kabrahû. “Bir adam kabre konmuş.”
Pekala!
Fe-etâhu melekâni. “İki melek gelmiş.”
Bu bizim her gün tâlim ettiğimiz bir derstir ki orada bir girer girmez bir sorgu var;
Rabbin kim?
Dinin nedir?
Peygamberin kim?
Kitabın kim?
Kıblen neresi?
Bu beş sual, muhakkak her müslüman vermekle mükellef, her müslüman değil herkes verecek.
E bu dünyada Allah’ı tanımamış, peygamberi tanımamış, Kâbe’den haberi yok, kitaptan haberi yok, ne cevap verecek orada, ne diyecek yani?
Onun için şimdi bu adam kabre girmiş, gelmiş melekân, iki tane melek gelmiş.
Fe-etâhu melekâni fe-kâlâ lehû. “Bu iki melek ona İnnâ dâribûke darbeten fe-darabâhu darbeten imtelee kabruhû minhâ nâren. “Kabri ateş dolmuş.” Bu onun vurduğu sopa tam bizim sopalar gibi değil âhiret sopası bu. Bu sopa işinden kabir ateş kesilmiş, derken adam bayılmış.
Fe-terakâhu. “Bırakmışlar, ayılıncaya kadar.” Hattâ efâka. “Ayılmış.” Ve zehebe anhü’r-ru’bü. “Bu korkuda kendisinden gitmiş tabii.” Fe-kâle lehümâ. “Kendisini döven iki meleğe, ölü diyor ki” Alâme darabtümânî. “Niye dövdünüz beni, ne kabahatim vardı?”
Ne kabahatim vardı da beni dövdünüz?
Şimdi buraya dikkat edin;
Fe-kâlâ. “O melekler dediler ki.” İnneke salleyte salâten ve ente alâ gayri tuhûrin. “Sen namaz kılıyordun amma, amma taharetine dikkatin yoktu.”
İnneke salleyte salâten ve ente alâ gayri tuhûrin. “Sen tahartesiz olaraktan namaz kıldın.” diyor.
Bu iki türlü, bir de abdestimize riayetimiz. Alırken abdesti gelişi güzel alırız, niyet etmesini yapmayız, laflarla vakit geçirerek abdest alırız, kollarımızın dirseklerini, etrafını güzel yıkamayız, yüzümüzü yıkarken şu yukardan bu çene altına kadar, iki tarafları hemen yüzümüzü yapıştırır geçeriz, bunlar olmaz tabii. Ayaklarımızı yıkarken hele topuk araları, topuk kemiği dediğimiz çukuru, hele kış günü soğuklarda olunca daha zorluk, çabuk olsun diyerekten ihmal ederiz.
İşte birinci kabahatin senin bu taharetlere riayet etmedin; ne abdest alırken, ne yıkanırken, ne de çamaşırında. Çamaşır yıkamak da bir meseledir yani.
Allah affetsin kusurlarımızı.
Bu gün evlerimizde çamaşırlar yıkanıyor, makinelerde yıkanıyor ama çok dikkate şayandır. Evde çocuklarımız var hanımanne onların farkına varmaz, kazanın içerisinde yıkansın diyerekten hepsini atar, bu pislik ötekilerine de bulaşır, ondan sonra asar onu. Ondan sonra; “Al efendi, temiz elbiseni giy.” diyerekten. Halbuki onun üç defa sıkılıp da şöyle sularının akması lazım gelirken, bu pislikli karmakarışık olaraktan bir âlem olur. Onun için;
Salleyte salâten ve ente alâ gayri tuhûrin.
Buraya çok dikkat etmez lazım. Bunu hanımannelerimiz yani dinî meseleleri bilmeyen anneler burada çok ihmal ederler.
Onun için çocuklarımıza üniversitelere kadar yüksek tahsil yaptırırken, dinî tahsillerini ihmal eden babalar muhakkak mesul olacaklar. Muhakkak ve muhakkak! Evvela çocuğuna dinini öğret, Kur’an’ını öğret, fıkhını öğret ondan sonra nereye verirsen ver.
Ve merarte bi-raculin mazlûmin fe-lem tansurhü. “Sen bir adama rastgeldin. Bu adam da birisiyle kavga ediyordu, o zalim adam onu dövüyordu. O zalim adam.” Haksızlık oluyor o adama, bu haksızlığından dolayı senin de onu oradan kurtarmaya gücün yeterdi. Buna kulak asmadın, ‘Bana ne, nemelâzım’ dedin, atladın gittin ötelere. Bu nemelâzım deyip atlayıp gittiğinin cezası bu sana.”
Az bile değil. Sen orda müslümansın da müslüman kardeşine niçin yardımcı olmadın? Niçin o zalimin elinden onu kurtarmadın?
Halbuki zalimin zalim olduğunu bilerek o zalime yardımcı olanın İslâm’da yeri yok. Zalimin zalim olduğunu bilerek o zalime yardımcı olanın İslâm’da yeri yok da bugün o zalimlere yardımcı olanın da sayısı yok.
Üdhiltü’l-cennete fe-vecettü eksera ehlihâ zürriyyete’l-mü’minine ve’l-fukarâe.
Cenâb-ı Peygamber gerek miracta gerek başka zamanlarda da, miraca bağlı değil, cennette gördüler girdiler, orada diyor; “Beni cennette ithal ettiler, koydular, gördüm ki ekseri ehli cennetin, cennetteki insanın ekserisi mü’minlerin zürriyetleri ve fukaralar.” Ekseriyetleri zürriyyete’l-mü’minine ve’l-fukarâe. “Mü’min zürriyetleri çoluk çocuk bir de fukaralar.”
O bizim kıymet vermediğimiz, beğenmediğimiz pabuçsuz, yakası yok, üstü başı kirli.
“Ben cennete girdim baktım ekseriyeti ehli fukara.”
Cenâb-ı Peygamber bunu kaç çeşit hadislerle, çeşitli rivayetlerde de var. Bunu beyan ederken bize de çok acı gelir. Fukara biz hiç tatlı bir gözle, tatlı bir yüzle bakamayız; “Bize ağırlık verecek, yük olacak şimdi benden bir şey isteyecek, bir şey diyecek.” Halbuki onun imdadına yetişme yollarını arasak daha güzel olacak ama bugün işte bu aczin içerisindeyiz.
Nimet-i İslâm sahibi Mehmed Zihni Efendi’nin zekat bahsinde güzel bir manzumesi vardır;
Ey zavallı! Onun sözü gibi değil de ben kendimden diyorum bunu yani bu meallerde.
“Ey zavallı! Sen de öyle bir fakir olsaydın, seni Allah o fakirlik üzerine yaratsaydı, beceriksiz bir adam olsaydın ne yapardın, elinden ne gelirdi? Kurtar bakayım kendini!
Allah-u Teâle nasıl taksimde herkesi çeşitli nafakalarda taksim ettiyse; hallerde de öyle, akılda da öyle, fikirde de öyle, her şeyde öyle... Ona becerisizlik gelmiş çalışamıyor, ekmek parasını da bulamıyor; bunu ayıplayacağına onun elinden tutmak vazifemizken bundan uzak kalıyor.
“Binâenaleyh bugün fukaraların en çoğu cennette yer alacaklar.” Binâenaleyh siz onlara yardım ediniz ki onlar cennete girerken; Yâ Rabbi! Bu da bana dünyadayken yardım etmişti, bunu da sen affet!” desin sana.
Bu tabii büyük zenginlerden çok hayır sahipleri var, her zamanda da bunlar var, onlar da cennetin kapısından en önce içeriye girerler ama az, sayısı az.
Üd’ullâhe ve entüm mûkinûne bi’l-icâbeti. Her zaman duaya, dua etmeye muhtacız, her zaman. Binâenaleyh dua ederken, tabii hepimizde çok kusurlar, günahlar, kabahatler var da...
Şimdi ben bu kadar kusurla, günahla bu elimi nasıl açacağım da Allah’tan nasıl af isteyeceğim, yahut şunu ver bunu ver nasıl diyeceğim?
Yakıştıramıyor insan kendine, çok kabahati var.
Haa! Sen ne kadar günahkâr olursan ol, kusurlu olursan ol Allah-u Teâlâ’nın rahmetinin üst katına nihayet yok, rahmeti çok geniş. Binâenaleyh sen deki;
“Muhakkak Allah-u Teâlâ benim duamı kabul edecek. Duanın kabulüne inanarak dua et.” Öyle “olmayacak dua” diye şey yapma. Binâenaleyh;
Va’lemû ennellâhe teâlâ lâ yestecîbü duâe men kalbühû ğâfilün lâhin. “Kalbi gafil olan kimselerin yaptığı duaları elbette Allah kabul etmez.”
Binâenaleyh uyanık olaraktan, “Muhakkak ki Allah-u Teâlâ bizim dualarımızı kabul edecektir.” diyerekten insan dua eder.
Duanın kabul olmamasında üç şey var. Birisi, âciz olur da insan, ben senden bir şey isterim veremeyecek olursun, âcizsin bu aczinden dolayı, yok veremem dersin. Allah da böyle acizlik yok! Hepsinin üstünde muktedir. Yahut kerem sahibi olmamak lazım; alışmamış adam vermeye, vermek istemiyor. Halbuki Allah-u Teâlâ ekremü’l-ekremîndir. Bir de duayı dinlememesi, işitmemesi lazım; sağır olur da mesela anlamaz insan. Halbuki Allah-u Teâlâ herkesin duasını biliyor ve ne istediğini işitiyor.
Üd’û ihvâneküm bi-esmâihim.
Ne güzel! Şimdi bazı insanlara çirkin lakap takılmıştır; çocukluğundan yahut nasılsa. Çirkin, hoşlanılmayan bir şey; mesela kambur derler, topal derler, çolak derler mesela, şaşı derler, bu da onun üzerinde takılmış kalmıştır.
Kim o?
Şaşı adam.
Hayır öyle değil!
Onun güzel isimleriyle onu çağırın.” Ve lâ ted’ûhüm bi’l-elkâbi. “Takılan lakaplarla çağırmayın.”
Onun hoş olan ismi neyse onunla çağıralım onu, kardeşliğinize zarar vermesin. Çünkü bir insanın hoşlanmadığı bir şeyle çağırınca tabiatiyle insanın gönlü kırılır. Bu gönlün kırılmaması için onu daha kibarca, daha güzelce; efendi mi diyeceksin, paşa mı diyeceksin, bey mi beyefendi mi diyeceksin, ne gibi böyle güzel elfazlar varsa onları söyleyerekten. Daha daha kibarcasını şöyle “Bana bakar mısınız lütfen?” filan diyerekten böyle çağırın. Başka öyle, “Gelsene! Baksana! Sana bağırıyorum duymuyor musun?” Bunlar kaba şeyler.
Ah ah, bak şimdi bak!
İdfinû mevtâtün vasata kavmin sâlihîne.
Allah cümlemizi affetsin.
Şimdi mezarlıklar umumi tabii, herkes nereye girecekse girecek. Şimdi yanındaki senin kimse kim, komşun, mezar komşun. Bu mezar komşunun haliyle sende halleneceksin. Bu eğer azaptaysa, onun hali, sana nasıl komşun evinde seni rahatsız ediyorsa mezarda da böyle. Onun için İmam Şâfii rahmetullahi aleyh demiş ki;
“Beni çok uzaklara gömün. Cenazelerin olmadığı yere gömün, kimse benden eziyet olmasın ben de kimseden rahatsız olmayayım. Cenazenin olmadığı bir yere gömün.”
Onun için Efendimiz diyor ki;
İdfinû mevtâtün vasata kavmin sâlihîne. “İyi insanların arasına gömün.”
Onun için camilerin kenarlarında yer almışlar birçok kimseler, her caminin etrafında birçok böyle şeyler vardır ki camide dualar edildikçe, okundukça onların ruhlarına da bu dualar gider, ondan da istifade ederler onlar.
“Binâenaleyh siz mevtalarınızı kavm-i sâlihînin arasına gömün.”
Onların hayır dualarına sen de müşterek olursun.
Fe-inne’l-meyyite. “Çünkü ölü.” Öldü diyoruz, halbuki bak ne kadar güzel bir ders. Zannediyoruz ki biz, öldü, bitti iş.
Öldü.
Bitti iş, ruhu çıktı.
Ne olursa olsun. Hiç öyle değil kardaş, hiç de öyle değil. Aradan bin yıl geçmiş, onbin yıl geçmiş, yüzbin seneler geçmiş hiç kıymeti yok. İnsanda hayat mmevcut. Çünkü orada zerre mevcut. O zerrede hayat var.
Fe-inne’l-meyyite yeteezzâ bi-câri’s-sûi. “Ölü kötü komşudan eziyetlenir.” Kemâ yeteezze’l-hayy bi-câri’s-sûi. “Diri kötü komşudan nasıl eziyetleniyorsa, eziyetli bir komşu varsa yanında ondan nasıl müteezzî oluyorsa ölü de böyle.”
Ölünün de demek ki ölmekle bitmiyor işi. Orada bir hayât-ı mâneviye dediğimiz bir hayat var; iyisinde de var kötüsünde de var. İyiler, şühedâ mertebesinde olanlar, onlar Allah-u Teâlâ’nın rızıklarıyla merzukturlar, hayât-ı dâimî var onlarda. “Onlara ölü demeyiniz!” diyerekten Cenâb-ı Hakk’ın tavsiyesi var bizlere. Öyleyse iyilerin arasına gömülebilmek için onun için büyükler hep mezar alma sevdasında olurlar. Mesela Süleymaniye’ye gidiniz, Fatih’e, şuraya buraya gidiniz hep büyükler iyilerle beraber. Bakıyorsun bu filan alim, bu filan alim, bu filan şeyh, bu filan büyük. Hep bir arada. E onların halleri de iyidir inşallah orada.
Burada yine;
Edîmü’l-hacce ve’l-umrate fe-innehümâ yenfiyâni’s-fakra ve’z-zünûbe kemâ yenfi’l-kîru hubse’l-hadîdi.
Bak ne güzel!
“Haccı ihmal etmeyiniz. Farz olan haccınızı vaktinde yapınız. Farz olan haccını yaptıktan sonra her zaman içinde yine hacca devam ediniz, umreye devam ediniz. Hem fakirliğinizi giderir hem de zengin olursunuz.”
Canım para harcayacağız oraya ya! On bin, yirmi bin, otuz bin gidecek bu sene?
O Allahu celle ve alâ o ziyareti yaptığından dolayı senin otyz bin yerine üçyüzbin verir.
Nereden verir?
Hiç aklın da ermez. Senin de ermez benim de ermez. O’nun hazinesi bol.
Zünûblarla, günahlarla fakirliği gideren hac ve umreyi daima yapınız.” Kemâ yenfi’l-kîru hubse’l-hadîdi. “Nasıl demircinin körüğü ateşte demirin kirini pasını götürüyorsa, bu hac ile umre de sizde ne günah bırakır ne de fakirlik bırakır.”
Bakarsın hiç olmadık yerlerden zengin olur çıkarsın.
Allah kusurlarımızı affeylesin.
Şurda bir tane daha var hoşuma gitti, onu okuyuvereyim.
Ednâ ehle’l-cenneti.
Cennet! Sen cenneti boş bir yer zannetme.
Râbiatü’l-Adeviyye’nin çok büyük bir sözü var ama bu Râbiatü’l-Adeviyye’ye mahsus. Demiş;
“Ben dünyadan bir şey istemem yâ Rabbi. Dünyadan, hani bugün herkes yaşıyor ya, hiçbir şey istemem. Benim hakkım varsa dünyada onu ben âsîlere bağışladım, kafirlere bağışladım, onların olsun. Âhirette nasibim varsa onu da istemem.”
Ya!?
“Onu da mü’minlerin günahkârlarına bağışladım, onlara ver onları. Benim dünyadaki isteğim senden, seni zikretmek. Ben ancak senin zikrini isterim. Âhiretteki isteğim de ancak sensin sen. Senin rüyetin. Ben seni görmek isterim, başka şeye lüzum yok.”
Şimdi öyle olmakla beraber Allah-u Teâlâ bize de bir cennet yaratmış. Cehennem de var cennet de. İki yerimiz var; hem cennette yerimiz var hem cehennemde yerimiz var, hazırdır bunlar. Adlarıyla hücreleriyle hepimizin yeri ayrı. Eğer Allah esirgesin dünyada cennetteki yeri kazanamazsak, cehennemlik olursak cennetteki yerimizi başka bir bir mü’mine verirler. Onun için çok acıdır.
Allah bizi ehli cennetten etsin inşallah cümlemizi.
Şuna da tebşir edeyim ki lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah diyenler inşallah hep ehli cennettir. Bazı ceza görsek de yine cennete gireriz inşallah.
Şimdi bu ehli cennetten olan kişinin menzili, bir yer veriyorlar ona ki, bu dünya hiç kalır onun yanında. Bu Türkiye, kocaman bir ülke. Fakat cennette bir kişiye verecekler onun daha üstününü ki;
“Onun yapılmış, işte köşk de, saray de, ne dersen de artık.” “Bunlar lü’lü’, zeberced ve yakuttan işlenmiş, yani görülmemiş bir şey.” “Câbiye ile Sana”
Sana, Yemen’de bir memleket, Câbiye de bilmem nerede bir memleket. Bu iki memleketin arasındaki yer kadar ona yer veriyorlar.
Onun için Allah kusurlarımızı affetsin, cennette cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin inşallah. Sevdiği ve razı olduğu kulların arasına kabul etsin.
Onun için dualarımızı yaparken; “Yâ Rab! Beni de sevdiğin ve razı olduğun kulların arasına kabul eyle.” diyerekten dua edersek; ikinci bir duayı da; “Yâ Rab! Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri senden ne gibi şeyler istediyse, ben bilmem, ama ben de onları isterim. O ne gibi şeylerden sana sığındıysa onlardan da ben sana sığınırım. Onun istediklerini ister onun sığındıklarından sana sığınırım.” En kısa yoldan bir kolay dua...
Allah cümlemizi affetsin. Tevfikât-ı samadâniyetine mazhar etsin.
El Fâtiha.