Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemin. Ve’l-âkibetü li’l-muttakîn. Es-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân fe-inne efdale’l-kitâbi kitâbullâh fe-enne efdale’l-hedyi hedyu Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerre’l-umûri muhdesâtuhâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve külle dalâletin fi’n-nâr fe bi’s-senedili muttasili ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl:
İslâm'daki hukuklardan birisi de sıla-i rahim hukuku idi. Ana-babanın akraba ü taallûkatı olan dal budaklarıyla alâkayı kesmemek, onlarla ülfeti güzelleştirmek, güzel geçinmek... Bu hususta Ebû Zer radıyallahu anh Efendimiz, bir hadis zikrediyor.
Ebû Zer'i, hepimiz işitiriz de kendisini pekiyi bilemeyiz tabii. O -Allah rahmet eylesin- beşinci veyahut altıncı müslüman diye zikrediyorlar. Bu zat, Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem'e gelmiş müslüman olmuş ve bu müslümanlığını izhar etmek için kendini tutamamış, Kâbe-i Muazzama'nın içine girmiş;
"Ey müşrikler! Duyun, ben müslüman oldum!" demiş, kelime-i şehadet getirmiş. Açık sesle, yüksek sesle, bugün ezan okudukları gibi...
Onu güzel bir dövmüşler, bayılıncaya kadar. Bayılmış adam, sopanın altında. Fakat itikadına zerre kadar bir eksiklik gelmemiş. Ayılmış, saklanmış orda örtünün altına.
Bir gece yine kadınlar gelmişler putlara tapınmaya. Onlara çıkışmış:
" Bakın peygamber gelmiş, taşlara ne tapıyorsunuz? Bu delilik değil mi? " diyerekten neler söylediyse.
Kadınlar feryad etmişler; yine bir dövmüşler. Nasılsa kurtulmuş elerinden, biri vasıtasıyla...
Memleketi Gıfar…Vurguncu bir kabile aslında. Kalpleri taş gibi artık, vurguncu olunca... Gitmiş, o kabileyi müslüman yapmış. O taş yürekli, vurguncu, eşkiya heriflerin hepsini müslüman yapmış.
Allah bize insaf versin. Biz okuyoruz, onun ne okuması vardı acaba?.. Hangi medreseden, hangi üniversiteden mezun olduğunu sorsanız; okumasını da bilmiyordu belki!.. Fakat, İslâm aşkı, iman aşkı, bak koca bir kabileyi müslüman yaptı!
Onunla da kalmadı, komşusu Eslem kabilesine gitti, onu da müslüman yaptı. İmana bak sen! Onun için, okumalar bizim imanımızı yükselteceği yerde, bilakis zayıflatıyor. Niçin? Dünyaya bağlıyoruz işimizi. Dünyaya bağladığımız için de, imanımız zayıf oluyor vesselâm.
O zat diyor ki: Halilim, dostum Peygamber sallallahu aleyhi vessellem bana nasihat etti, dedi ki:
"--Ey Ebû Zer, üstündeki insanlara bakma! Kendinden üstünlere bakma!"
Bu mühim bir ders. İnsanı çok yorar, çileden çıkarır. “Şuna da yetişeceğim, ondan daha üstün olacağım, ondan daha iyi olacağım” derken, bakarsın ipin ucunu koparır gürültüye gidersin. Kendinden aşağısına bak! Üstüne bakarsan, gücün yetmez, yetişemezsin. Allah-u Teâlâ herkesin kudretini bir yaratmamıştır. Herkesin kudreti ayrı ayrıdır.
Onun için, ona o zenginliği vermiş. Bu iki türlü; dünya zenginliği, ahiret zenginliği.Dünya zenginliği de öyle, ahiret zenginliği de öyle. Çalışmayla olmaz, Allah veriyor. Çalışacağız ama, Allah vereceği kadar verecek, tabiatıyla.
Büyük dünya adamları da var tabii. Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri gibi, Nakşıbend Hazretleri gibi, Rufâî Hazretleri gibi. "Haydi ben de öyle olayım!" de; olur musun? Şimdi hafız efendi okuyordu. Estaizübillâh:
Elem tera ilellezîne yüzekkûne enfüsehüm
O temizlenen insanlar, velî olan insanlar, kendiliklerinden mi oldular? Allah, peygamberlerini nasıl seçti ise, velilerini de öyle seçmiştir. Yoksa o senin benim işim değil! Bizim işimiz, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçmak; o kadar! Yükseltirse yükseltir.
Men tevadaa refeahullah
Tevazu yapabiliyor musun; Allah seni yükseltir. Yapamıyorsan; alçaltır, çıkamazsın yukarıya.
İkincisi aşağıya bak, altına bak! Senden daha zaifler var, fakirler var, miskinler var. Onları gör, haline şükret!
Nakşıbend Hazretleri'nin de nasihatları var bize. O nasihatlarından dokuzuncusunda diyor ki:
Nazar ber kadem
"Ey sâlik, sen yürürken ayağının ucuna bak! " Aşağıya bak, yukarıya bakma! Yukarıya bakarsan yetişemezsin, semanın ucunu bulamazsın. Aşağıya bak! Hem etrafı görmezsin hem de aşağı bakarsın, haline şükredersin. Uzun o.
İkinci nasihatı; diyor ki:
" Yâ Ebâ Zer, miskinleri sev ve onlara yakın ol!"
Ne diyeceksiniz bu işe? Miskinleri sev ve onlara yakın ol! Miskinin iki mânâsı var: Birisi, fakirler var ya hani, bir şeyleri yok zavallılar onlara derler. Bir de; dünyadan geçmiş, dünya ile alâkasını kesmiş, varlık yokluk onun indinde müsâvi. Altın, bakır, taş onun önünde müsâvi. Kıymeti yok dünyanın. Bir de böyle adamlar vardır ki, miskin diyorlar bunlara da. Fenâ derecelerini atlatmış, kendisine varlık vermeyen adamlar. Her şeyi Allah'tan biliyor. Bu miskinlere yakın ol! Ahiret miskinleri, dünya miskinleri; kim olursa olsun, onlara yakın ol!
Onlarda hikmetler vardır. Çünkü, Allah onların kalplerine hiç umulmadık nimetler vermiştir. Onlardan birisi Veysel Karani Hazretleri. Hiç dünyalığı yoktu. Dünyaya da hiç iltifat etmedi. Ama içi hikmetle dolu. Bak bugün bile burada -Hırka-i Şerif Camii'nde- O’nun hırkasını Ramazan-ı Şerif'te herkes ziyaret etmekte.
Gönüllerimize bir sürur geliyor. Bin küsür yıl geçtiği halde Veysel Karanî'yi bir türlü unutamıyoruz. Halbuki nice resimleri olan insanlar var ki çoktan unutuldu. Ama o unutulmuyor. Niçin? O’na Allah o sevgiyi vermiş, bize de vermiş; biz de onu seviyoruz işte. Onun için siz miskinleri -böyle dünyadan geçmiş insanları- sevin ve onlara yakın olun!
Üçüncü nasihati:
" Ey Ebâ Zer, sıla-i rahim yap! Akraba ü taallûkatından ayrılma; onlar sana ne kadar gelmiyorlarsa da. Sana küsseler de, dargınsalar da yine sen git; kusurlarına bakma!"
Onun için hepimizde kusur var. Kusursuz olur muyuz? Ancak peygamberler müstesnâ. Bizlerin, hepimizin kusuru var. Velîlerde de kusur var. Velîler kusursuz olmaz ki, onlarda da kusur var; büyük günahları yok, o başka. Yapanlar çabuk nadim olurlar, pişman olurlar, tevbe ederler. Onlar da kusursuz olmaz.
Kusursuz yalnız Allah ve O’nun Rasûlü!
Sıla-i rahimde çok ders var, kısacığını söyleyeyim: Ana-baba arasında ilgi itaatla olduğu gibi, akraba ü taallukat ile ilgi, onlarla gidip gelmekle olur. Bu ilgi kesilirse; bir ağacın dallarını kestiğiniz vakitte neye benzer? Gövde kalır, meyvasız ve yapraksız; bir şeye benzemez. Siz de onu keser odun yaparsınız. Binâenaleyh, suyu kesilen değirmenin hali neyse, akraba ü taallukattan ayrılanların hali de ondan ibarettir. Kusura bakma, hepimizde kusur var. Af dile!
Buna münasip bir örnek var. Cenab-ı Peygamber oturmuşlar ashabıyla beraber. Diyor ki:
" Bugün içimizde sıla-i rahim yapmadık kâtı-ı rahim bir adam varsa, çıksın! Çünkü, dua edeceğiz."
Bu dua kabul olmaz! Neden? Kâtı-ı rahmin olduğu yere rahmet-i ilâhi nâzil olmaz da ondan. Allah affetsin kusurlarımızı. Meclisin içinden bir delikanlı çıkıyor Gidiyor, biraz sonra geliyor.
" Niye kalktın, geldin?" diyor.
Diyor ki:
" Siz böyle dediniz. Benim de teyzem ile aramda bir soğukluk vardı, dargınlık vardı. Gittim, özür diledim, af istedim. O da affetti. Ben de ona teşekkür ettim, geldim şimdi." diyor.
O zaman yapacakları duayı yapıyorlar. Bu umumi bir ders. Allah hepimizi affetsin.
Bunun arkasından diyor ki:
Ve lâ tehâfü levmete lâim
Ey Ebâ Zer! “Hiçbir lâimin levminden korkma! Seni ayıplarlar; ayıplasınlar varsın, korkma! Beni ayıplarlar diyerekten haktan ayrılma, haktan uzaklaşma!.."
Ben bunu dün birisine söylerken dedi ki bana:
"Yâhu onun karşısında ben, çamura mı batayım?.."
Yâni, varlık var kendisinde de, ondan af dilemeye tenezzül edip de gidemiyor. Çamura batmış gibi addediyor kendisini. Bu ne kadar acı şey. Tevazuun zıddı oluyor, tekebbür oluyor.
Bir de diyor ki:
Kulil-hak, ve in kâne mürre
“Hakkı da söyle, ne kadar acı olsa da!.. Hak acıdır ama, acı da olsa söyle, korkma!.."
Bir de diyor sonunda: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâha devam et!”
Feinnehâ kenzün min künûzil-cenneh “Bu cennet hazinelerinden bir hazinedir." diyor.
Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem'in zamanında Avf denilen bir adam var, sahabeden; oğlu esir düşmüş. Baba üzülmüş tabii Rasulullah’a gelmiş:
"Yâ Rasûlullah! Oğlum esir düşmüş." demiş.
Diyor ki ona:
" Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh'a devam et!"
O da başlıyor işte tesbihini çekmeye. Artık yürek acısıyla kim bilir, ne kadar çekti.
Bakmış ki bir gün, "Tak, tak!.." kapı çalınıyor. Pencereden bakmış, oğlu. Bir sürü de koyun var önünde. Açmış;
" Hoş geldin evlâdım, ne oldu böyle?.." demiş.
"Baba, işte beni yakaladılar, esir oldum. Çadıra kapadılar, ayaklarıma zincir vurdular. Çadırın başına da bir nöbetçi asker koydular. Orda duruyordum. Bir gün baktım ki, asker uyuyakaldı. Uyumuş nöbetçi. Benim ayağımdaki zincirler de Allah'ın hikmeti çözülmüş. Ben de askerin atını aldım, bindiğim gibi kaçtım.
Kaçarken, bir sürüye rast geldim. Bir nara vurdum; çobanlar da baskına uğradık diyerekten koyunları bırakıp kaçtılar. Ben de bunları ganimet diye getirdim." demiş.
Babası diyor:
" Rasûlüllah'a soralım bakalım bize helal olur mu?"
Soruyorlar.
"Helaldir, malınızdır. Nasıl isterseniz yiyin!" diyor.
Allah bize olgun bir iman nasib eylesin. İmansızlara da Allah-u Teâlâ hidayet eylesin de, insanlık hizmetine riayet etsinler.
Size fazla söz söylemek istemeyeceğim. Size ilk müslümanlardan bir kaç tanesini hatırlatayım kâfi. Anlatmıştım Mus'ab'ı. Babasının varlığını, malını mülkünü, her şeyini, anasını babasını da terk ederek müslüman olmuş. Habeşistan'a kaçmış, nihayet Medine-i Münevvere'ye gelerek İslâm'a hizmet eylemiş. Hatırlatırım size. Ne fedakârlık! Anayı babayı terk etmek, malını mülkünü terk etmek kolay mı? Biz beş kuruşu terk edemiyoruz!
Arkasından şunu da hatırlatayım: Selmân-ı Fârisî'yi bilmeyeniniz yoktur. Allah şefaatine nail eylesin. Hristiyanlık devrinde dünyaya gelmiş, ateşperest bir insan. Fakat bir Allah'ı arıyor, ateşperestliği beğenmemiş. Derken hristiyanlığa bakmış, daha güzel; onlara hizmet etmiş. En nihayet İslâm gelmiş, İslâmiyet'e erişmiş. Tâ Acemistan'ın göbeğinden kopup, Medine-i Münevvere'ye gelinceye kadar çektiği zahmeti siz düşünün! At yok, araba yok, şu yok bu yok. Yayan yapıldak... Nihayet kölelik hizmetini de yapmış başkalarına. En nihayet İslâmiyet'le müşerref olmuş, büyük hizmetler görmüş. Onu da anlatmıştım.
Bunlara ilâveten Bilal'i hatırlatayım. Bilâl köle bir adam. Bir müşrikin kölesi. Köle, hizmetkâr. Fakat İslâmiyet'i duyunca, geldi Rasûlüllah'ın önüne, diz çöküp İslâm oldu. O müslüman olduktan sonra “bu müslüman oldu” diyerekten o zavallının başına gelen hiç kimsenin başına gelmemiştir.
O kadar ezâ, o kadar cefâ, o kadar eziyeti hiç kimse çekmemiştir. Dövmedik sövmedik, vurulmadık, kırılmadık yeri kalmadı. En nihayet iplerle bağlayıp, memleketin edepsizlerine sürüklettirdiler. "İslâm olanın cezası budur!" diyerek Mekke'nin sokaklarında dolaştırdılar, sırf dön diyerekten. Bilâl ise hep "Allah bir!" diyordu.
En nihayet dediler ki:
"Yâ Bilâl, biz senden bıktık! Sen hiçbir fenalıktan korkmuyorsun. Binâenaleyh sen, 'Sizin ilâhlarınız da güzel!' deyiver, kurtul bu işten!"
"Öyle şey mi olur?" dedi. "Deli miyim ben sizin taşınıza Allah diyecem, onlar da güzel diyecem. Hayır!" dedi. "Allah bir, başka Allah yok. Varlığı yaratan o, yeri göğü yaratan o. Beşeriyeti, bütün mahlûkatı yaratan O. Bir onu bilirim, başka bir şey bilmem!" dedi.
Arabistan kumunu bilirsiniz. Yanan sobanın ateşine benzer. Kızgın sobaya dokunmak ne kadar zorsa, kum da öyle, o kadar kızgın. O kumun üstüne yatırdılar. Üstüne kocaman taş koydular, o da öyle kızgın. Üstüne de tatlılar sürdüler ki sinekler, canavar hayvanlar gelsin, eziyet ona. O yine "Allah bir!" demekten vaz geçmedi. En nihayet Hazret-i Ebû Bekir himmetiyle satın alındı da kurtuldu.
Allah bize de öyle bir iman nasib etsin.
Bunların mektebi yok, medresesi yok, adını bile yazmasını bilmezler. Fakat içleri iman dolu. Allah o imanı bize de nasip etsin. Biz de okuma çok, bilme çok, hüner çok, her şey çok ama iman çok az. Çok zayıf yâni. Allah affetsin kusurlarımızı, imanımızı kuvvetlendirsin, kemale ulaştırsın. Allah ümmet-i Muhammed'e selâmetler ihsan buyursun, dünyamızı da, âhiretimizi de ma'mur eylesin.
İnsanlıktan maksat; Allah-u Teâlâ'nın rızasını kazanmaktır. Müslümanlıktan murat, Allah-u Teâlâ'nın rızasını kazanan bahtiyarlar arasına girebilmektir. Bunu beceremedi miydi insan, o zaman çok yazık! Senlikle benlikle ömrümüz geçerse, yazık bize.
Onun için, İslâm'da en büyük günahlardan biri; ucub, kendini beğenme. Kimsenin kimseye söz geçirecek hali yok. Büyüklerin ellerinden öperiz, ayaklarından da öperiz. Ama bu ayrılık neden oluyor, onu bilmem! O da Allah der, ben de Allah derim. O da Lâ ilâhe illallah der, ben de Lâ ilahe illallah derim. Fakat o beni sevmez, ben de onu sevmem. Nasıl şey bu müslümanlık? Nerede bu müslümanlık? Dilde. Herkes menfaatinin peşine düşmüş, "Benden başkası yok!" diyor. Allah kusurumuzu affetsin.
Onun için:
El ucbü hicabüt-tevfîk buyurulmuştur. Bu bir hadis-i şeriftir. Bu duvarı dolduracak kadar koca bir levhaya yazılmış gördüm bir yerde. "Kendini beğenme, tevfîkât-ı ilahînin gelmesine mânîdir." Yâni değirmeni yaptın, fabrikanı yaptın; fakat elektriği gelmiyor, suyu da gelmiyor. O nasıl işe yaramazsa, bizim de müslümanlığımız bugün öyle.
Kendimizi beğenmekle vaktimiz geçiyoruz. Allah cümlemizi affetsin de, bu benliği bizden gidersin.
Şu Selman, şu Ebû Zer, şu Mus'ab nasıl iman etmişlerse, o imanı bizlere de lûtfeyle yâ Rabbî!..
Allâhüme innâ nes'elüke tamâmen ni'meh. Ve devâmel-âfiyeh. Ve hüsnel-hâtimeh.
Sevgili Peygamber'in sevgili ümmetinden olabilmeyi cümlemize bahşetsin.
El Fatiha