el-Hamdülillahi sümme el-Hamdülillah, el-Hamdülillahillezî hedâna li-hâza ve mâ künnâ li-nehtediye levlâ en hedânallah.Ve mâ tevfîkî illâ billâh aleyhi tevekkeltü ve ileyh ünîb. Neşhedü en lâ ilâhe illâlahu vahdehû lâ şerîke leh. Ve neşhedü enne Muhammeden abdühû ve habîbühû ve resûlühû. Allahümme fe-salli ve sellim ve barik alâ hâze’n-nebiyyi’l-kerîm ve’r-resûli’s-seyyidi’s-senedi’l-azîm fi’l-kalbi’r-rahîm seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Elâ uhbiruküm bi-hayrin mine’s-salâti ve’s-sadakati
Min kesîrin mine’s-salâti. Şimdi namazlar bizim iki kısımdır. Bir farz namazlarımız var, bir de nafile namazlarımız var. Oruçlarımız da öyle, sadakalarımız da öyle, hayırlarımız öyle, hep kısım kısımdır.
Buradaki, namazınızdan ve sadakanızdan hayırlı olan birçok yaptığınız şeylerden hayırlı olan bir şeyi haber vereyim mi?
Buyur yâ Resûlallah.
Islâhu zâtü’l-beyni. İki kardeşin arasını bulmak. İki dargın kimsenin arasını bulup barıştırmak onları, karı koca olsun, eş dost olsun, bu kimselerin aralarını bulup onları barıştırmak en eftal yapacağınız hayırlı bir amel oluyor.
Sebebe bak;
İyyâküm. Sakının diyor. Sakının! İki kimse bile birbirine dargın olmasın. İki kimse bile dargın olmasın. Ya, eh birçok kimseler birbirine dargın olursa, bu hiç olmadı. İki kişinin bile dargınlığına Cenâb-ı Peygamber razı olmuyor. Onları barıştırmak en hayırlı bir amel olarak haber veriyor.
Öyleyse;
İyyâküm ve’l-bağdâe. Buğz, kızma, sevmeme, buğz etmek, istememek.
Bu küslük neden ileri geliyor?
Sevmiyorum seni yaptığın işleri. Onun için sana buğz ediyorum diyorlar mesela. Aramız açılıyor.
İşte bu ara açıklığı, fe-innemâ hiye’l-hâlikatü. Bu en büyük tehlike. En büyük tehlike. Hâlika, berberin, tıraş olduğumuz berberin usturası. Saçları nasıl kesiyorsa bu da dini kesen tehlike. Dinin yok olması. İki kişinin bile daralmasına razı değilken bugün kaç parti oldu? Hiçbirisi de birisini sevmez. Herkes kendini beğensin.
Allah affetsin kusurlarımızı.
Bunları ne yapacağız?
Bunları da birbiriyle barıştıracağız hepsi bir olsun.
Mümkün mü?
Allah bilir. Bizim vazifemiz birleştirmek.
Ve müdâvemetü’z-zikir evlâ ve efdal. Zikre devam, zikre devam en evla ve en eftal bir vazife olduğunu beyan buyurmuş.
Yine buyuruyor;
Elâ uhbiruküm bi’l-mü’mini.
Şimdi bak, çok dikkat edin. Şimdi bizi birisi sorsa, ya mümin kime derler? Ne deriz?
Yahu lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah diyor mu adam?
Diyor.
Namaz?
Onu da kılıyor.
Oruç?
Onu da tutuyor.
İşte mümin hah.
Biz deriz bu.
Bak Peygamber ne diyor ama;
Elâ uhbiruküm bi’l-mü’mini.
Mümini size haber vereyim mi, kimdir o mümin?
Men eminehü’n-nâsü alâ emvâlihim ve enfüsihim. İnsanda iki şey var, biri can biri de mal. Canlarını ve mallarını insanların emin olduğu insandır mümin.
Bu adam öyle bir mümindir ki bundan benim ne canıma ne de malıma zarar gelmez dediğimiz adamdır mümin. Yoksa kendisine emniyet edemediğimiz insan ne kadar sofu da olsa bu şeyin, tarifin altına giremez.
Onun içindir ki Cenâb-ı Allah'ın celle ve alânın birçok peygamberlere ve peygamberimizin de bizlere bildirdiği bir şey var ki; siz yerin ve göğün. Bak bak iki tane burada. Burada amellerin eftali, yer adamlarının, yer mahlukun eftali dedi. Cenâb-ı Peygamber yer ve gök ehlinin, yer ve gök ehlinin ibadetini yapsanız. Yer gök ehlinin ibadeti kimsenin elinden gelmez ya. Teşbih olarak, yer ve gök ehlinin ibadetini yapsanız siz de şu iki şey olmadıkça kıymeti yok. İki şeyi yoksa bunun kıymeti yok.
Nedir?
Hubbün fillah buğzün fillah. Şimdi hiye’l-hâlikah dedi. Bu buğz, hubbün fillah buğzün fillah. Ama buğuz şahsa değil, Allah için olan buğuz. Binâenaleyh Allah yer ve gök ehlinin ibadetini istiyorsan iki şey lazım: hubbün fillah buğzün fillah. Bunu Allah buyuruyor. Birçok da Peygamberimizin hadîs-i şerîfi bunların üzerinde.
E nedir bu?
Sevdiğini Allah için seveceksin, başka gaye için değil. Sevmediğini de Allah için sevmeyeceksin. Burada buğuz var ama bu şahısların buğuzları birbirlerine. Bu buğuz Allah için olursa.
Ben bunu sevmiyorum, niçin sevmiyorum?
Bu Allah'ın adamı değil ki. Bu edepsiz bir adam. Sevilmeye layık bir adam değil. Onun için sevmiyorum.
Ha, şimdi bu makbul ama bu, ne demek bu?
Sevdiğini Allah için sev, sevmediğini de Allah için sevme. Sevdiğini Allah için sev yani Allah'ın sevdiğini sev. Bizim anlayacağımız daha açık tabir, Allah'ın sevdiğini sev Allah'ın sevmediğini sen de sevme.
Bunu Allah sevmiyor, sen niçin seviyorsun onu?
Allah'ın sevmediğini seviyorsan, Allah'ın rızasına muhalif iş işliyorsun demektir.
Bu çok mühim. Allahu Teâlâ’nın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemek müminin ilk vazifesi. Bu olmazsa diğer ibadetlerin kıymeti olmuyor.
Allah kusurlarımızı affetsin.
Şimdi bak ne güzel söyledi Efendimiz:
Mümin kim ya?
Mümin, men eminehü’n-nâsü alâ emvâlihim ve enfüsihim. Ne cana şey var ne de mala. Arabasını gelirken keser önünü onun arabasını tekerini kırar, camını kırar, neden?
Sen neden yapıyorsun ya bunu? Yani hem Müslümansın, Müslümanım diyorsun, hem de bunu neden yapıyorsun?
Olmaz.
Eh peki, mümini anladık ki mallarına ve canlarına herkesin emin olduğu bir adam.
Peki.
Ve’l-müslimü.
Müslüman kim?
İşte Müslümansa abdest alır namazını kılar, orucunu tutar, okur.
Hayır öyle değil.
Men selime’l-müslümûme min lisânihî ve yedihî. Bütün Müslümanlar onun hakkında, yukarıdakinde, eminehü’n-nâsü, burada, men selime’l-müslümûme. Bütün insanlar emin olacak yani yalnız Müslümanlar değil. Bütün insanlar bundan bize zarar gelmez diyecek. Bu kadar emniyet kazanacak. Nasıl ki Peygamberimize Muhammedün Emin dediler, ona Emin adını verdiler. Bizi de herkes bizden de öyle emin olacak. Müslüman da bütün Müslümanlar bizim min lisanihi. Dilimizden. Ve yedihî. Elimizden emin olacaklar, selamette olacaklar. Kimseyi ne dilimizle ne de elimizle incitmeyeceğiz.
Onun için gıybet en büyük günah.
Neden?
İncitiyoruz karşımızdakini.
Neyle?
Dilimizlen, elimizlen.
El ile incitmek pek her zaman olmaz ama dilinen incittiklerimiz çok.
Onun için bir mecliste oturduğunuz vakit de oradan kalkarken; Allahümeğfir lenâ ve li-meni’ğ-tebtenâ. Hem bizi affet ya Rabbi hem bu gıybet ettiğimiz adamları da affet diyerekten ayrıca bir duası daha var. Bu duaları okuyup da kalkın meclislerden ki bu yaptığınız günahlar orada affolunsun inşallah.
Öyleyse Müslüman bütün insanların, Müslümanların onun elinden ve dilinden selametli oldukları insan.
Şimdi, şimdi bunların burada söylenmesinin yeri değil ama şimdi bunlar hep ikaz sadedinde da söyleyeceğiz ki, insanlar menfaatleri için insanları hatta bazı cemiyetleri bile yerin dibine batıracak şekilde çirkin, çirkin sözler söylüyorlar. İnsanın ağzına almasına bile teeddüb edeceği şeyleri söylüyorlar. Halbuki Müslüman ayıp örtücü. Ayıp örtücü olması lazım gelirken, ayıplığı açıyor. Halbuki açtığın ayıbın hakikati yok ortada, onda yalan söylüyorsun. Bu yalanla beraber, bunu da yayıyorsun ortaya. Eh insanın namusu, şerefi malından daha kıymetlidir. İnsanın şerefi malından daha kıymetlidir, canıdır yani. Şerefi ile uğraşmak, canıyla uğraşmak gibidir.
Onun için gıybet denilen şey çok günah olmakla Cenâb-ı Hak ne güzel bize, ölü kardeşinin etini yer misin? Ha, ölü kardeşinin etini yiyen bulunur mu?
Kimse bulmaz.
Cenâb-ı Hak diyor ki gıybet bu kadar çirkin ki ölmüş bir kardeşinin etini yemeye kadar tenezzül eden bir adiliktir yani. Ama bize, bize hiç geliyor.
Neden?
Alışmışız buna. İki de bir hep birbirimizi yermek için bahane arar dururuz.
Allah affetsin kusurlarımız.
İşte bizim Müslümanlığımız da bu kadar yani. Nefsimizi ıslah etmeye çalışacağız. Nefsimizi iyi eğitmeye çalışacağız. Nefis haddi zatın da bozuk bir mahluk. Benlik, benlikçi bir mahluk yani.
Onun için bütün peygamberler de ondan şikâyet etmişler, inne’n-nefse le-emmâratün bi’s-sûi.[1] Daima kötülükle emreder insanlara, kötü işleri emreder. Bu nefis onun için makbul bir nefis değildir.
Şimdi nefis başka bir şey değil ama. Şu beden nasılsa bunun bir küçüklüğü devri var, bebeklik devri. Az büyüyor büyüyor, çeşit çeşit zamanlarda kocaman bir adam oluyor, sonunda ölüp gidiyor.
Şimdi nefis de böyle. O küçük bir devresi var onun, bir çocukluk devresi, o çocukluk devresinde yaşıyor hâlâ. Tekemmül etmiyor. Ama beden bak tekemmül etti artık. Kuvvetlendi, konuşmasını biliyor görüşmesini biliyor, birçok şeyler yapıyor, hüneriler yapıyor. Ama nefis hâlâ o eski, ıslah olmadı. Islah olmadı, bunun ıslahı mücâhedeyle olacak. Mücâhedenin başı yemeğin kısalmasıyla olur. Çok yemekle mücâhede-i nefs yapılamaz. Ancak nefisler tekemmül eder, kemâle ulaşır, ondan sonra yemek de serbest. Hastanelerimiz var. Nefislerle mücâhede bunun istediğini vermemek yani, nefsinin istediğini vermemek.
Bu istediğin senin bakayım kitaba uygun mu değil mi?
Herkesin de aklı ermez, kitapla uygun olup olmadığını nereden bilecek.
Herkesin bilmesi mümkün mü?
Ben bu işi yapmak istiyorum ama doğru mudur değil midir? Bir fikir danışmaya, asıl danışmaya, böyle birinin önüne gelenlere sorarsan olmaz. Kendin tabii gözünle kestirdiğin birisine diyeceksin ki, bu benim için rehber olsun da yahu benim yanlış şeylerimi bana söylesin de düzeltelim. E bunu kendi kendime benim ilmim yok ki fark edeyim ben bunu.
Ha, onun için nefsini ıslah etmek isteyen bir büyükten ıslah yollarını öğrenmesi lazım.
Nasıl ıslah ederim ben bu nefsi?
Şimdi hastanelere gittiğimiz vakitte doktorlara gittiğimizde de bir reçete veriyor bize. Ama diyor şunu da yemeyecen, bunu da yemeyecen, şunu da içmeyecen, bunu da içmeyecen diyor ya. Ama ben yine onun dediklerini yapmaz da onu da yesem, bunu da yesem, o hapı da yutmazsan fayda etmez sana. Fayda etmez.
E öyleyse, nefiste hüküm böyle. Hem canı besleyim hem nefsi de hâkim olayım, olmaz o. Atı besledikçe at azıtır, zapt edemezsin üstünde. Ama yemeğini kesince boynunu bükerler.
Onun için;
Ve’l-mücâhidü. Asıl mücahid kim? Men câhede nefsehû fî tâ’atillâhi. Allah'ın taatinde sabahleyin yataktan kalkıp da camiye gelmesini istemez ki can. Can sabahleyin kalkıp da, sıcacık yataktan kalkıp da yataktan kalkacağım camiye gideceğim. E cami biraz uzakta ise belki hakkı olabilir ama bu kadar yola gidemem diyerekten filan. İhtiyacı da olursa. Eh yakınında olursa cami, oraya da gitmezse demek ki onun nefsi tâat-i ilahîden uzak.
Şimdi bir de muhacir geldi.
Ve’l-muhâciru.
Şimdi muhacir kim?
İşte Bulgarya'dan, Sırbistan'dan, Rusya'dan Çin'den gelen muhacirler. Oradan gelmiş bak vatanını bırakmış, anasını babasını bırakmış, malını mülkünü bırakmış gelmiş İslam ülkesi diyerekten memleketimize. İşte muhacir diyoruz ya hep, muhacir.
Hayır, bak ne diyor Cenâb-ı Peygamber;
Ve’l-muhâciru.
Asıl muhacir kimdir?
Men hêcera’l-hatâyâ ve’z-zünûbe. Hataları ve günahları bırakandır muhacir.
Çünkü sen nereden hicret edersen et, Mekke'ye de gitsen huyun seninle gider. Huyunu bırakamıyorsun ki. Huyun neyse onunla gidiyorsun oraya. Oradaki günah orada yüz bin sevap. Burada günah bir misliyken oradaki günah yüz misli artıyor. Sevabı yüz ama günahı da yüz.
Onun için bu muhacirlik değil. Asıl muhacirlik hata ve günahlardan uzaklaşmak. Hata ve günahları [bırakmak].
Halbuki insan çok aciz mahluk. Yani bu tecrübe istemez yani. Kendimizin ne mal olduğu belli işte.
Bir canımız var ama o canımızı zapt edebiliyor muyuz?
Vakti gelince gel diyorlar, peki deyip gidiyoruz, hiç sesimiz çıkmıyor. Eh canım, madem kuvvetin kudretin vardı, dur azıcık daha burada de bakalım. Yook, hemen teslim olup gidiyoruz.
Demek ki aciziz. Hastalıklarda da öyle her şeyde aciziz. Aciz olduğumuzdan dolayı bizi Yaradan’a iltica mecburiyetindeyiz. Bizi Yaradan’a aman yâ Rabbi! Ben bu günahların altından çıkacak halim yok, kurtulacak halim de yok. Sen bana yardım et, beni koru, beni muhafaza et.
Ve peygamberin pek çok duaları var. O dualardan bazılarını biz de okuyalım da Allahu Teâlâ'ya sığınalım. Sığınmadan olmuyor. Çünkü büyüklerin, dünyada da öyle, büyüklerin himayesine giren insanlar rahat ediyorlar.
Niçin?
Herkes çekiniyor ondan. Bu filan adamın filan büyüğün şeysi diyor, adamıdır. Beni sonra hırpalarlar diyor. Eh onunla elleşmezsin sen. Eh Allah'ın şeysine sığınırsan. Eh O daha büyük. Allah hepsinden büyük.
Allah hepimizi affetsin de kendisine her noktada sığınıp, iltica edip, yalvarıp yakaran [kullarından eylesin].
Bunun en güzeli de Elham. Elhamdülillâhi rabbil'alemin. Errahmânirrahim. Mâliki yevmiddin. Arkadan, iyyâke na'budu ve iyyâke neste'în der.
Ne istiyorsun kulum?
İhdinessirâta’l-müstekîm. O doğru yolu ver bana yâ Rabbi. O doğru yolu bana ver.
Allah cümlemize lütfetsin inşallah.
Demek ki biz aciz olduğumuzdan Cenâb-ı Hak Fatiha'yı bize ihsan etmiş. Bunu günde kırk defa da okuyoruz canım. Günde kırk defa da okuyoruz. Bazı bahtiyarlar da var fazla kılaraktan seksen defa, yüz defa okuyanlar da oluyor ama yine yerimizde sayıyoruz vesselam. Yine yerimizde sayıyoruz ama inşallah bir gün lütfuna mazhar oluruz. Vazifen kulluk, vazifemiz kulluk. İnşallah Allahu Teâlâ o kemâli de lütfeder.
Elâ uhbiruküm bi-hayri ehli’d-dünyâ ve’l-âhirati.
Bak yine ne güzel.
Size dünya insanlarının ve ahiret insanlarının amel cihetinden hayırlısını haber vereyim mi diyor.
Elâ uhbiruküm bi-hayri ehli’d-dünyâ ve’l-âhirati ve hayri’l-ameli fi’d-dünyâ.
Dünyadaki amellerin hayırlısı ve ehli dünya ve ehli ahiretin hayırlısı kim?
Men vasale men kata’ahû. Bu sıla-i rahim diyoruz ya, yukarıda da geçti. Sıla-i rahim bir akrabalık var ya. Baba ana tabi başta. Amcalar, dayılar, teyzeler, halalar, bunların çocukları. Ha, bir aile ocağıdır bunlar. Bir ağacın kökü ötekilerde dalları budağıdır. Binâenaleyh bu dal budakların birbirlerinden ayrılmaması lazım. Daima kökle irtibatını muhafaza edecek. Senin baban, benim babam birdi ya, işte bak yine biz birleşelim de birbirimizin elinden tutalım, birbirimize yardım edelim, birbirimizin hatırını soralım, hoş geçinelim.
Bu, bu vazifeyi yaparsak ki, icabında gidiyor bayramda elini öpüyor, cumada pazarda gidiyor, işte arada sırada gidiyor, e muhtaç birisi ise yapabilirse yardımını yapıyor, hiç olmazsa hatırını alıyor.
İşte bu Men vasale men kata’ahû. O ama gelmiyor bize ne yapalım. O darılmış bize, gelmiyor. Gelmesin varsın o, biz gidelim ona. Bu safta boş yer varken arka safta doldurursan safı açmış oluyorsun. Nasıl akrabâ-ı taallukât ile alakası kesilmiş insansa sen de böyle cemaat ile alakanı kesiyorsun.
Şimdi hatlar var ya bizim, önümüze gelen lambalar. Bu hattın arasında ufacık bir kopukluk olursa lamba sönüyor bizim.
Neden söndü ya?
Eh kopmuş yahut sigorta da patlamış diyorlar, lamba yanmıyor.
E ne yapılacak?
İşte onu ekleyeceğiz birbirine, yine yanacak.
Ha bu ayrılık gerek akrabada gerek saflarda.
Hocaefendi her gün saflarınızı sık tutun diyor.
Niçin?
Şeytan girer demiş Cenâb-ı Peygamber aradan, sizi iğfal eder. Görüyor musunuz namazda neler geliyor aklımıza. Hiç aklımıza olmayan şeyler hep geliyor.
Neden?
Şeytan içimizden çıkmıyor yani.
Şeytan da çok bela bir şey. Bu içimizde kan var ya bizim, dolaşıyor damarlarımızda. O damarlarımızın içinde o da dolaşıyor beraber.
E onu dolaştırmamak için bunları daraltmak lazım.
Neylen?
Şimdi bu nefisle mücahedenin en güzel yolu. Şimdi eskiden kitaplarımızda da geçmiştir de. Şimdi mesela önümüzde birçok milletler var. İşte aç, çok aç duruyorlar, çok açlar. Peygamberimizin yolunda bakarsak, pazartesi, perşembe orucu, iki, ne eder haftada? Sekiz gün. Ayın on üç, on dört, on beşi de var. Üç de oradan eklersek ayın yarısını oruç tutmuş oluruz, bu da bize yeter. Oruç tutmak suretiyle en iyi oruç Pazartesi Perşembe, bir de ayın on üç on dört on beşi. Hiç vücuda zarar etmez. Vücuda hiç zararı olmaz, ruhaniyeti o nispette fazla olur.
Bu, men vasale vasalehullâh ve men kata’ahû kata’ahullâh. Safları açık bırakanların işlerini Allah bozar. Kata’ahû, kesiyor. Yani tel koptu elektrik gelmiyor artık işte.
Bu yanları eskirmiş ashâb-ı kirâmın, o zamanki insanların.
Niçin?
Sıklıktan. Yatıp kalktıkça sürtünmeden buraları eskirmiş çabuk. E biz de böyle bir şey olmuyor. Hatta geniş, rahat oturmak istiyoruz her şeyde.
Allah affetsin kusurlarımızı.
Ve men a’tâ men haramehullah.
Ha şimdi vermiyordu adam, sıkmış, sıkı adam. Sana bir yardım etmiyor yani. Sen yardım et, sen ona yardım et. Dişinden arttır, nereden artırırsan artır ona yardımda bulun.
Ve men ‘afâ ammen zalemehû. O büyüklüğün birisi hem sıla-i rahim yapacaksın hem vermeyenlere vereceksin, birisi de zulmedenleri affedeceksin.
Bana çok fenalık yaptı bu adam ya, nasıl yapayım?
Affediver ya, bir şeyin eksik olmaz, derecen artar.
Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar eylesin. Cümlemizi fazl u keremiyle nefsin, şehvetin, şeytanın elinden kurtulup o güzel cennetine müstahak, istihkak getiren kullarının zümresine kabul buyursun.
el-Fâtiha!