Bismillahirrahmânirrahîm.
Üzerimize saçtığı sonsuz nimetlerinden dolayı Rabbimiz'e tâkatimizce hadsiz hesapsız hamd u senâlar olsun. O'nun âlemlere rahmet olarak gönderdiği habîb-i edîbi, serverimiz, önderimiz Muhammed-i Mustafâ'sına içten, candan salât u selâmlar olsun.
Bugün burada en yaygın, en mühim, en tatlı duygulardan biri olan sevgi konusunda konuşmak üzere bulunuyorum.
Sevgi müslümanın nazarında nasıl bir şeydir; makbul müdür, merdut mudur, yasak mıdır, haram mıdır, mübah mıdır, helal midir? İslâm'da yeri var mıdır, yok mudur?
Önemli bir konu.
Sevginin evrensel ölçüler içerisinde insana rûhî bakımdan, bedenî bakımdan ne kadar faydalı olduğu bilinen bir husustur. Sevgi ile beslenen bebekler, sevgiden mahrum büyütülen bebeklerden daha büyük bir gelişme gösterirler. Çok büyük bir doğumevinde, aynı günde doğmuş belli sayıdaki bebekleri ikiye ayırmışlar. Birkaç hafta bir grubunu severek, okşayarak, şakalaşarak beslemişler Bir kısmına da sadece aynı miktarda gıdaları vermişler. Çocuklar daha küçük, yeni doğmuş, aynı günde doğmuş, kiloları aynı fakat sevgi ile beslenen çocuklar daha çabuk gelişmişler, sadece gıdası verilen çocuklardan daha hızlı neşv ü nemâ bulmuşlar. Bu, sevginin bir maddî gücü olduğunu da gösteriyor. Sıhhî gücü olduğunu; rûhî, bedenî gücü olduğunu gösteriyor. Bu belli.
Ailevî ve içtimâî yönden çok önemli olduğu da ispatlanmış bir husustur. Bu, ilimlerle ilgilenen kimselerin bildiği bir husustur. Bütün suçlu insanlar; ailesinde sevgi görmemiş, toplumdan dışlanmış, sevgisiz ortamda yetişmiş insanlardır. Bütün başarılı insanlar sevgi ile büyümüş, çevresinde kendisini seven, destekleyen insanlar olan kimselerdir.
Böylece sevgi maddî yönü ile de ele alınması gereken bir konudur. Ayrıca dinî bakımdan da önemli bir konudur. Çünkü çok sevaplı bir konudur. Sevgiye sevap ve mükâfat çok fazladır. Sevginin âhirette de çok büyük faydası olacaktır. O bakımdan bir müslüman olarak bu konuda düşüncelerimizin bilinmesi, müzakere edilmesi, tanıtılması önemlidir.
Sevgi tat duyduğu, lezzet duyduğu, beğendiği bir şeye gönlün meylidir. Bir meyil var, bir akış var ama bu beğenmekten sevmekten kaynaklanıyor, lezzetten tat duymaktan kaynaklanıyor. Arapça'da sevgi meveddet ve mahabbet kelimesiyle ifade edilir. Biz mahabbet'i "muhabbet" yapmışız. 'Mim' harfi dudak harfi olduğu için, Türk telaffuzu üstününü ötreye çevirmiştir. Aslı mahabbettir. Çünkü masdar-ı mîmî sîgası'dır, 'mim'i üstünlüdür.
Meveddet ve mahabbet denildiği gibi hubb ve vüdd de kullanılmıştır. Seven insana muhib denmiştir, sevilene mahbûb denmiştir. Habîb denmiştir, mevdûd denmiştir. Allahu Teâlâ'nın esmâü'l-hüsnâsından birisi Vedûd ismidir. Ehab kelimesi hadîs-i şerîflerde çok geçer, "şu şundan daha sevgili, sevimli" mânasına.
İşte bu kelimelerle ifade edilen bir duygudur. Eğer bu duygu şiddetli ise, kuvvetli ise buna aşk adı verilir. Bunun da doğrusu Arapça'da esre ile ışk'tır ama Türkçe'de onu büyüklerimiz aşk diye telaffuz etmiş. Böyle yaygın olan tatlı yanlışlıklara galat-ı meşhur diyoruz.
Şiddetli seven insana "âşık" derler. Sevilene "mâşuk" adı verilir. Edebiyatımızda bir Âşık Edebiyatı vardır; eline sazı alıp diyar diyar gezip sevgisini sazıyla terennüm eden insanların ortaya koyduğu edebiyat. Divan Edebiyatı ondan hiç aşağı kalmaz; aşk ve sevgi bakımından şiirlerle lebâleb doludur.
Aşk duygusunun, sevgi duygusunun karşıtı Arapça'da nefret vardır. Sevilmeyen şeye menfûr "nefret edilen" derler. Bu duygu biraz daha şiddetli ise buğz derler. Sevilmeyene, mahbûbun zıddı olarak mebğûz denilir. Kızana, muhibbin zıddı olarak mubğiz denilir. Bu kızgınlık çok daha şiddetli ise makt adını alır. "Şiddetli kızgınlık, şiddetli sevmemek" demek. Bir de bu sevmemekten doğan iç kaynamasına, sevmediği insana karşı insanın içinin kaynamasına ğayz denilir. Bu gayzı tutmaya, insanın kendisine hâkim olmasına kezmü'l-ğayz, bu gayzı tutan insana kâzımîne'l-ğayz derler. İnsanın kızgınlığını tutabilmesi, insanın duygusunda fren olması, güzel bir şey.
Nihayet, sevginin karşıtı bir kelime olarak düşmanlık etmek mânasına adâvet kelimesi vardır, Düşmanlık edene adüvv derler, çoğulu a'dâ gelir. İşte böyle kelimelerle bu konu Kur'ân-ı Kerîm'de, hadîs-i şerîfte, İslâmî edebiyatta geçer.
Bu gönlün, kalbin meylinin mahiyetini tahlil ettiğimiz, "İnsanın gönlünün bir şeye akması, bir şeyi beğenmesi, ondan lezzet alması nereden çıkıyor, nereden doğuyor?" diye sevginin felsefesini yaptığımız zaman görüyoruz ki sevginin iki kaynağı var:
1. İnsanoğlu tam olan, kâmil olan, eksiksiz olan şeyi seviyor.
Bir şeye baktı da onda eksik görmedi mi, tam gördü mü, "Tam istediğim gibi; hiç eksiği yok, kusuru yok." diye seviyor, tamlığı seviyor. Bunun Arapça'sı kemâl'dir. İnsanoğlu kemâli seviyor, olgunluğu seviyor, tamlığı seviyor.
2. Bir de cemâl'i seviyor. Cemâl, güzellik demek.
Sevgi dediğimiz şey cemâli ve kemâli sevmekten, ona meyilden hâsıl oluyor. Bazı şeyler, kendisi kâmil olduğundan veya cemîl olduğundan, güzel olduğundan sevilir. Başka bir izahı yoktur. Mesela "Şu rengi seviyorum, şu çiçeği seviyorum, şu manzarayı sevdim." gibi.
Böyle sevilen mahbublara, hiç başka bir sebep aranmadan, sırf kendisinden dolayı sevilen sevgililere mahbûbün li-aynihî denilir.
Bir de bazı şeyler insana bazı şeyleri kazandırır. Mesela insanoğlu kendisini seviyor. İnsanoğlunda kendisini sevmek, korumak, hayatını devam ettirmek, kendisini savunmak içgüdüsü var. Kendi varlığını seviyor ve korumaya çalışıyor. Yaratılışı itibariyle, Allah onun içine bu duyguyu koymuş. İnsan; kendisine faydası dokunan, menfaatine olan şeyi sever. Bir de menfaatten kaynaklanıyor. Bir şeyden menfaatlendiği için insan onu seviyor. Mesela gıda, hava, su gibi şeyleri sever. Malı sever, parayı sever. Halbuki doktorlar; "Paranın üstünde ne kadar mikrop var, o mikropları görsen eline almak istemezsin." diyorlar. Ama parayı seviyor. Çünkü bir şeyleri kazanmasına, sevdiği başka şeyleri elde etmesine sebep olacaktır.
İşte böyle, başka bir sebepten, faydası olduğu için menfaatten dolayı olan sevgiye de mahbûbün li-ğayrihî derler. Yani bizzat kendisi sevimsiz bile olsa, başka sebepten seviliyor. Çünkü onunla başka sevilen şeyler elde ediliyor.
El-İnsânü abîdü'l-ihsân. "İnsan, ihsânın kölesidir."
İyilik yapanı sever. Bir insan seni sevmiyor, aranızda bir soğukluk var; bürûdet var, buzlar var, karlı dağlar var.
Çare ne?
Hediye vermek.
Tehâdev tehâbbû. "Hediyeleşin, birbirinizi seversiniz." buyuruyor Peygamber Efendimiz. Sağlanılan menfaatler yavaş yavaş sevgi uyandırıyor.
Helal olan şeyleri sevimsiz bile olsa seviyoruz; haramlar sevimli bile olsa sevmiyoruz, kızıyoruz. Adam zevkten içki içiyor ama biz içki içene kızıyoruz.
Neden?
Çünkü haram! "Haram diye sevmiyoruz. Demek ki Allah için, çok sevilen birisi için sevimsiz bile olsa bazı şeyler seviliyor.
İslâm'ın yapısı içinde sevginin çok yeri vardır. Makbul olan sevgiler vardır, makbul olmayan sevgiler vardır. Şöyle ilk tanıdığımız sevgiden itibaren sıralamaya başlayayım:
Sevgiyi ilk önce annemizden öğreniriz; annemizin sıcak bağrından, yumuşak göğsünden tadarız. Önce annemizi severiz. Anne baba sevgisi çok makbul bir sevgidir. Allah'ın tavsiye ettiği, teşvik ettiği, sevap verdiği, razı olduğu bir sevgidir.
Rıda'r-rabbi fî rıda'l-vâlideyni. "Allah'ın razı olması, annenin babanın razı olmasına bağlıdır."
O kadar önemlidir.
El-Cennetü tahte akdâmi'l-ümmehâti. "Cennet annelerin ayakları altındadır."
Ayağına kapanmak lazım!
Ve kadâ rabbüke ellâ ta'büdû illâ iyyâhü ve bi'l-vâlideyni ihsânâ. "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, anne babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti."
Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de anne babaya iyiliği emretmiştir:
Felâ tekul lehümâ üffin ve lâ tenherhümâ ve kul lehümâ kavlen kerîmâ. "Onlara karşı 'Öf!' bile deme, onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle!" diye, "Öf, aman!" bile demeyi yasaklamıştır.
Çocukları sevmek ve aralarında adalet etmek gerektiğini de hatırlatıyorum. Anneler babalar çocukları arasında adaletli davranmalıdırlar.
Makbul, sevaplı ve kârlı olan sevgilerden hatırlatmam gereken önemlilerinden birisi de İslâm'da arkadaş sevgisidir. Din yolunda Allah rızası için arkadaşlık etmek, birisiyle ahbap olmak. Buna el-hubbu fillâh, el-uhuvvetü fillâh derler. "Allah rızası için arkadaş olmak kardeş olmak, Allah rızası için sevmek" derler. En sevaplı ibadetlerden biridir. Yalnızca seviyorsun; bir şey harcamıyorsun, zaman vermiyorsun, bir iş yapmıyorsun, yorulmuyorsun; bir tek arkadaş olduğun için sevap kazanıyorsun. O kadar sevaplı bir iştir. Müjdeli hadîs-i şerîflerden bir tanesini okuyayım:
Men ahabba ehan li'l-lâhi fi'l-lâh. "Kim Allah için, Allah yolunda, bir müslümanı kardeş edinir, severse." Kâle innî uhibbuke li'l-lâh. "'Ben seni Allah için seviyorum Başka bir şey için değil; para pul, menfaat için değil de ben seni Allah için seviyorum.' derse;" Fe-kad ehabbehu'l-lâh. "Allah da onu sever." Fe-dehalâ cemîâni'l-cenneh. İkisi birden cennete girer."
Hem seven hem sevilen, hem bu kardeş hem o kardeş; ikisi birden cennete girer.
Tasavvufun vücudunun, varlığının sebeplerinden birisi budur. Bundan bu kazancı elde etmek.
Neden tasavvuf var?
İşte bundan dolayı, bu kazancı sağlamak için. Mutasavvıflar akıllı insanlardır, kurnaz insanlardır, âhiret sevabını bilirler; bundan dolayıdır.
Hz. Ömer radıyallahu anh'ten rivayet edilen bir hadîs-i şerîf:
Nazarü'r-racüli ilâ ehîhi'l-müslimi hubben lehû ve şevkan ileyhi hayrün min î'tikâfi senetin fî mescidî hâzâ. "Müslümanın –'adamın' diyor ama buna hanımlar da dâhildir - müslüman kardeşine onu severek, ona şevk duyarak bakması, -'canım kardeşim' diyerek, severek bakıyor- bu benim mescidimde bir sene itikâfa girmekten daha hayırlıdır." diyor Peygamber Efendimiz. Bir sene itikaf.
Biliyorsunuz Ramazan'ın son on gününde camide itikâf oluyor. Adam çantasını hazırlıyor, yastığını alıyor, camiye gidiyor.
Ne oluyor?
On gün camide yatıyor.
Sebep ne?
Kadir gecesini yakalayacak, maksadı o. Avcılığa gidiyor; Kadir gecesini elde etmek, ihyâ etmek istiyor. Onun için; "Hanım bana müsaade, istersen sen de evde itikâfa gir. Allah'a ısmarladık, ben gidiyorum." diyor, camiye gidiyor. On gün itikâf yapıyor.
On gün değil; "Bir sene itikâftan hayırlıdır." diyor.
Hem de ne diyor?
"Şu benim mescidimde." Medine-i Münevvere'deki Mescid-i Nebevî'de.
Oranın özelliği ne?
"Orada kılınan bir namaz, başka yerde kılınan bir namazdan bin misli daha sevaplıdır."
Mesela ben şimdi burada, iki rekât namaz kıldım. Tamam, sevap güzel. Medine-i Münevvere'ye gittim, orada bir namaz kıldım; oradaki bin misli fazla. Çünkü orası Peygamber Efendimiz'in mescidi. Buna kıyasla; "Peygamber Efendimiz'in mescidinde bir sene itikâf" demek "herhangi bir camide bin sene itikâf" demek.
Bin sene ömrümüz mü var?
Nuh aleyhisselam bile 950 sene yaşamış; o kadar ömrümüz yok.
Bak bu nereden sağlanıyor?
Sözün başına dönelim, hatırlayalım: "Adamın müslüman kardeşine severek, iştiyak duyarak, şevkle, hasretle, 'canım kardeşim' diyerek bakması, Peygamber Efendimiz'in mescidinde bir senelik itikâftan daha hayırlıdır." Allah yolunda kardeşliğin sevabını anlayın.
Müslümanlar birbirlerini ziyaret ettikçe sevap kazanırlar. Dua ettikçe aynı sevabı alırlar.
"Yâ Rabbi! O kardeşime zenginlik ver!"
Tamam, sana da gelecek.
"Yâ Rabbi! O kardeşime sıhhat ver!"
Tamam, sana da gelecek.
Çünkü başucunda bir melek; Âmîn ve leke mislühû "Âmîn, aynını Allah sana da versin!" der.
Allah yolunda birbirini sevenler, mahşer gününde izdihama, sıkışıklığa düşmeyecekler. Hani orada izdiham olacakmış ya. Herkes sırılsıklam terleyecekmiş; ter kimisinin dizine, kimisinin boynuna, kimisinin ağzına, kulağı hizasına gelecekmiş. Ter, sıkışıklık, izdiham, sıcak, hararet. İşte o günde birbirini Allah için seven insanlar, Arş-ı Âlâ'nın gölgesinde gölgelenecekler. Mahşer halkı onları aşağıdan yıldızları seyreder gibi seyredecekler. Peygamber Efendimiz böyle anlatınca demişler ki:
"Yâ Resûlallah! O Arş'ın gölgesinde gölgelenenler peygamberler mi, şehitler mi?"
"Hayır!"
Hümü'l-mütehâbbûne fillâh. "Onlar birbirleriyle Allah için muhabbet eden âhiret kardeşleridir. Birbirlerini Allah için seviyorlar."
Siz birbirinizi neden seviyorsunuz?
Çünkü biz de birbirimizi Allah için seviyoruz, kardeşiz.
Bunların hepsi sahih hadîs-i şerîf. Şişirme değil, helyum gazıyla doldurulmuş çocuk balonu değil; Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfleri.
Cennete girdikleri zaman, o kadar yüksek mertebeleri olacak ki, yüzleri o kadar nurlu olacak ki köşklerinin balkonlarına çıktıkları zaman cennetin sefalı gölgelikleri aydınlanacak.
Nereden aydınlanacak, güneş mi doğdu?
Lâ yeravne fîhâ şemsen ve lâ zemherîrâ. "Orada soğuk da yok, sıcak da yok, güneş de yok."
Fî zılâlin ve uyûn. “Pınarbaşları, gölgelikler, serinlikler var; aşırı sıcaklık yok."
Müttekiîne fîhâ ale'l-erâiki. "Tahtlar üzerinde otururlar. Sedirler var, uzanırlar."
Sonra, Yâsîn sûresinde anlatılıyor.
Ah bir Arapça bilseniz, neler var.
Başka bir şeyden değil yüzlerinin nurundan ortalık aydınlanacak. Ve cennetteki insanlar şöyle diyecekler: "Yine o mübareklerden birisi balkona çıktı, haydi gelin onu seyrana gidelim!" Onlar da cennetlik, onlar da yabancı değil, onlar da Allah'ın rızasına ermiş insanlar ama "haydi şunları seyre gidelim" diyeceklermiş. Demek ki seyri bile sefalı olacak, seyranı bile tatlı olacak.
Bu da makbul sevgilerden biri. Tabi bu, sıradan müslümanların birbiriyle arkadaş olması. Daha önce söylemem gereken bir şey vardı: İyi kulları sevmek. Ulemâ-i âmilîni, evliyâullah ve sâlihîni, hayır hasenât sahiplerini sevmek. Şehitleri, gazileri sevmek. Bu da makbul bir sevgi.
Fatih Sultan Muhammed Han, cennet-mekân diyoruz, seviyoruz; Peygamber Efendimiz methetmiş. Seyyid Battal Gazi diyoruz, seviyoruz, ziyaret ediyoruz. Barbaros Hayreddin Paşa diyoruz, çok seviyoruz. Ne zaman Beşiktaş'tan geçsem Fâtiha okurum, çok seviyorum. Çünkü mübarek insanlar.
Kusurlu da olsa mü'min kardeşimizi seveceğiz. Çünkü mü'min olması çok büyük bir kıymet ifade ediyor, kusuru yanında küçük kalıyor. Mü'min oldu mu iman cevherinden dolayı o insan kıymetli oluyor; kusurlu da olsa mü'mini seveceğiz. Çünkü dikensiz gül olmaz. Kurcalasan, herkesin kusuru var. Bir insan kusurlardan dolayı insanları defterden silerse dostsuz, arkadaşsız kalır.
Yârsız kalmış cihanda, ayıpsız yâr isteyen.
Kusursuz yâr olmaz, kusursuzluk Allah'a mahsus. Herkesin kusuru vardır. O halde kusuruyla sevmeye alışacağız, iyi tarafını görmeye alışacağız.
Hz. İsa aleyhisselam ashabı ile giderlerken bir köpek leşinin yanından geçmişler. Hayvan ölmüş, şişmiş, kokmuş. Herkes burnunu kapatmış; "Aman ne çirkin kokuyor!" diye başını çevirmiş, geçmiş. Hz. İsa aleyhisselam demiş ki:
"Ama dişleri nasıl bembeyaz inci gibiydi. Dikkat ettiniz mi?"
O manzarada bile güzelliği görmek. Bu bizim için bir derstir. Hakikaten her şeyin güzel tarafı da vardır, onları da görmek lazım!
Sonra günahkâr da olsa insanları sevmek.
"Hocam, sen galiba soyadının icabı coştun, biraz ileri gitmeye başladın! Günahkâr sevilir mi, günahkâra kızılmaz mı?"
Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinden anlıyoruz ki günaha kızılır, günahkâra acınır.
"Yazık! Bu kardeşim cehenneme düşecek, ne kadar yanlış bir iş yapıyor. Acıyorum, yazık olacak.
Günaha kızacaksın ama günahkâra acıyacaksın, kızmayacaksın.
Eğer bir insan bir günahkârı ayıplarsa kızarsa ne olur?
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
İn ayyerehû übtüliye bihî. “O günahı o insana işlettirir, onu mahcup eder." "Bir insan günahkârı ayıplarsa Allah döndürür, dolaştırır, Ayıpladığı kimsenin yaptığı hatayı ona yaptırtır, mahcup eder. "Sen ayıplamıştın, bak kendin de nasıl yaptın?" dedirtir. O belaya, o günaha sonunda o da bulaşır. Ayıplamamak lazım! Ve in radıye bihî şârekehû. "Razı olursa o zaman da o günahı işlemiş gibi günah kazanır." İşlemediği halde, burada durduğu halde, ona razı olduğundan günah kazanır. Ve ini'ğtâbehû esime. "Söylese, gıybetini yapsa, günahkâr olur." "Günah olmasın." diye gıybetini yapmayacaksın. "Başına gelmesin." diye ayıplamayacaksın. "O günahın aynısı sana da yazılmasın." diye razı olmayacaksın.
Geriye ne kalıyor?
Acımak kalıyor, kurtarmak için çalışmak kalıyor.
Onun için insanları seveceğiz. Bu insanların hepsi Âdem dedemizden kardeşlerimiz; acıyacağız.
Sonra mahlukâtı sevmek. Bu da makbuldür. Bu da tavsiye ediliyor. Şefkat etmek, merhamet etmek lazım. Kadının birisi bir kediyi hapsetmiş, öldürmüş, ölümüne sebep olmuş. "Avlansın, bir şeyler yakalasın, yesin de hayatını devam ettirsin." diye salıvermemiş. Kendisi de gıda vermemiş. Hapsetmiş, ölümüne sebep olmuş. Ondan dolayı cehenneme gidiyor. Demek ki mahlukâtı bile seveceğiz.
Vazife verirlermiş:
"Şu hizmeti yaptın, aferin! Şu kadar hizmet ettin, aferin! Hadi bakalım şimdi de hastalıklı hayvanları tedavi et! Hadi bakalım uyuz hayvanlara merhem sür! Hadi bakalım kanadı kırık kuşların kanadını sar, iyi oluncaya kadar bak!" derlermiş.
Can sahibi, ruh sahibi, acıması olan her varlığa karşı da bir sevgi, şefkat, merhamet lazım.
Birisi Peygamber Efendimiz'e sordu:
"Yâ Resûlallah! Benim develerim var, kuyudan su çekiyorum, ellerim acıyor."
Devamlı çekti mi insanın elleri kızarır, su toplar, acır, çekemez olur.
"Ben çekiyorum, boşaltıyorum. Benim develerle beraber işe yaramaz, hasta, ihtiyar, ortada dolaşan develer de geliyorlar, onlar da içiyorlar." dedi. Peygamber Efendimiz;
"Olsun, onlar da içsin. Çünkü her ciğer sahibine su vermekte hayır vardır, sevap vardır." dedi
Bir işe yaramayacak hayvan, artık ihtiyarlamış, sahibi bile gözden çıkarmış, salıvermiş ama buna su içirmekte bile sevap var.
Diğer sevilen şeyler, diğer mahbuplar da var. İnsanın güzel bir zevki varsa, tabiatı güzelse bazı şeyleri sever. Her duyu idrak ettiği şeyi sever. Mesela göz güzel renkleri, güzel şekilleri sever. Burun güzel kokuları sever. Peygamber Efendimiz; "Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Birisi güzel koku." buyuruyor.
Burun güzel kokuyu sever. Hele pahalı, iyi cins bir koku alırsan; "Aman ne güzel kokuymuş, bana da ver." derler hemen. Yani seviliyor. Güzel koku arıyı çiçeğe celbeder. Hayvanlar da dayanamıyor, onlar da güzel kokulu çiçeklere geliyor. Çiçeğe, kendisine müşteri çekmek için Allah'ın verdiği imkân.
Sonra insan, lezzet aldığı güzel yiyecekleri sever Tatlı olma şartı yok; ekşiyi de, acıyı da, turşuyu da sever.
"Ben acıyı çok seviyorum, Arnavut biberine bayılıyorum. Akşama kadar, ertesi güne kadar dudaklarım yanıyor ama seviyorum."
Hoşuna gidiyorsa tatlı olması şart değil. İnsan sever, sevebilir.
Güzel sesleri; kuş sesini, su şırıltısını sever. "Müzik ruhun gıdasıymış" diyorlar. İnsan güzel sesleri, güzel sözleri sever. Yumuşacık şeyleri, cilâlı şeyleri, serin şeyleri, sıcak şeyleri, ipeği, kürkü sever. Olabilir, bunlar da insanın tabiatının, zevk-i selîminin, tab-'ı selîminin meyilleri. Bunlar olabilir, normal olarak sevilebilir. Ama bir ölçü dairesinde olması, aşırı olmaması lazım!
Biz sevgiyi İslâmî bakımdan inceliyoruz ama İslâmî olmayan sevgiler de vardır, onları da hatırlatalım. Bir Arap atasözü var:
Men lem ya'rifi'ş-şerra yaka'u fîhi. "Şerri bilmeyen içine düşer."
Şerrin ne olduğunu da bilecek ki yapmasın. Şu sevgiler tamam; arkadaşımızı, babamızı anamızı, eşimizi dostumu zu, çoluk çocuğumuzu seveceğiz. Bunlar tamam ama makbul olmayan sevgileri de öğrenelim ki yanlış bir iş yapmayalım.
Hadîs-i şerîflerde, âyet-i kerîmelerde ikaz edilen makbul olmayan sevgiler var. Birçok kimse bu sevgilere takılıyor, birçok kimse bu sevdalara düşüyor ama makbul değil.
Hubbü'd-dünyâ re'sü külli hatîetin. "Dünyayı sevmek bütün kötülüklerin kaynağıdır, başıdır, esasıdır."
Tabi, dünya dediğimiz "bu yerküre" demek değildir. Yaşadığımız hayatta insanın kalbini çelen şeyler dünyadır. İnsan burasını gaye edinirse, burası için çalışırsa, sırf burayı severse öbür tarafı, "öteki dünya" dediğimiz âhireti unutursa işte bu sevgi makbul bir sevgi değildir. Âyet-i kerîme var:
Züyyine li'n-nâsi hubbü'ş-şehevâti mine'n-nisâi ve'l-benîne ve'l-kanâtîri'l-mukantarati mine'z-zehebi ve'l-fiddati ve'l-hayli'l-müsevvemeti ve'l-en'âmi ve'l-hars. Zâlike metâu'l-hayâti'd-dünyâ.
Bu sayılan şeyler dünyada kalıcı şeyler, âhirete gitmeyen şeyler. İnsan malını mülkünü, parasını âhirete götüremiyor. Bunlar burada kalıcı, fânî şeyler. İnsanın asıl hedefi âhiret olmalı, bu dünyaya karşı zühd sahibi olmalı.
Zühd ne demek?
"Dünya sevgisinin insanın kalbine yerleşmemesi" demek.
"Dünya benim için önemli değil, mühim olan Allah'ın rızası. Benim için para mühim değil, mevki makam önemli değil. Günah işleyip de o parayı kazanacağıma, kazanmam daha iyi... Günah işleyip de, can yakıp da, zulmedip de o mevkiye çıkacağıma, çıkmam daha iyi." diyebilmek zühd.
Zühd, "gözünün tokluğu" demek, "dünyaya bakmaması" demek. Müslüman tok gözlü olacak. Tûl-i emel sahibi olmayacak.
Tûl-i emel kötü bir duygu ama ne olduğunu herkes çok iyi bilmiyor. Sordukça, inceledikçe o kanaate vardım. Tûl-i emel; "ölümün aniden geleceğini bilmeyip heveslerinin, arzularının yıllara doğru yayılması, uzayıp gitmesi" demek...
"Nasılsın, ne haber, ne yapıyorsun?"
"İyiyim. Bu sene şunu yapacağım, öteki sene şunu yapacağım, üç sene sonra bunu yapacağım, beş sene sonra çocuğumu evlendireceğim, on sene sonra hacca gideceğim, 15 sene sonra şunu yapacağım."
Nereden biliyorsun? O vakte kadar kalmaya senedin mi var?
Tûl-i emeli var, "yaşayacağım" sanıyor. Halbuki ölüm birden, aniden gelir; hiç belli olmaz. Ummadığın zamanda, ummadığın yerde gelir. Harıl harıl, cıvıl cıvıl yaşama faaliyeti içindeyken ansızın başına gelebilir.
İnsanın tûl-i emeli içinden çıkarması lazım. "Ölüm her an gelebilir." diye hazırlanması lazım! Bu önemli bir duygudur; iyi bir müslüman için çok önemli bir duygudur. Tûl-i emel defterini düreceğiz, emellerimizi çok uzak tutmayacağız, müteyakkız olacağız; "ölüm her an gelebilir" diye hazırlıklı olacağız.
Kötü sevgilerden birisi de uygun olmayan insanları sevmektir.
"İslâm sevgi dinidir."
Her zaman değil, dur bakalım; sevgisi de var bu işin, kızması da var.
"İslâm müsamaha dinidir."
Her zaman değil, o kadar da uzun boylu değil.
Bizim Ali Yakup [Cenkçiler] Hoca -rahmetullahi aleyh-, çok mübarek bir insandı. Bir bilimsel toplantıya katılmış. Ondan önce birisi mikrofonda konuşurken;
"Ben filanca ülkeden arkadaşınız. İsmim Ya'kuuub..." demiş.
Ondan sonra sıra bizim Ali Yakup Hoca'ya gelmiş. Mübarek çok ârif, zarif bir insandı. O da çıkmış;
"Ben de Türkiye'den, Balkanlar'dan, Arnavut asıllı kardeşiniz... Benim ismim de Yakup ama o kadar uzun değil!" demiş.
İslâm'da sevgi var ama o kadar uzun değil. İslâm'da müsamaha var ama o kadar uzun değil. Her şeyin ölçüsü var. İslâm orta yol, denge yolu; günahkârı, uygun olmayan insanları sevmek yok.
Bir de bazı şeyleri aşırı, ölçüsüz, haddinden fazla sevmek; o da makbul bir şey değildir. Mesela fazla yemek; oburluk diyoruz, buna şehvetü'l-batn "midenin şehveti" derler. Mesela şehvetü'l-ferc. Mesela, hırsü'l-mâl. Herkes malı sever de ama insaf, bununki artık hırs derecesinde. İşte o makbul değil. Mal, mülk, zenginlik vesaire hepsi geçici. Yunus'un sözünü söylemeden geçemeyeceğim:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi.
Mal da yalan mülk de yalan.
Var biraz da sen oyalan.
Ne güzel söylemiş, vaaz gibi söz. Kısaca bitiriyor: "Mal da yalan, mülk de yalan. İnanmıyorsan, var biraz da sen oyalan; sen de sonradan pişman olursun." diyor. Ölçülü olacak.
Hubb-u câh, "mevki, makam sevgisi."
İslâm'da vazife istenmez. Verilirse Allah'tan yardım istenir, yapılmaya çalışılır.
Bunlar makbul olmayan sevgiler. Demek ki makbul olan sevgiler var, makbul olmayan sevgiler var.
Buraya kadar söylediğimiz misaller; herkesin arasında görülen, tabii olan olumlu ve olumsuz sevgiler. Her yerde görülüyor. Bunlar bu dünya hayatında asıl gaye değildir; bunlar fânîdir, bunlar hayaldir, bunlar boştur. Asıl sevgi aşk-ı ilâhîdir, muhabbetullahtır. Ama bunu herkes idrak edemez. Asıl sevilenin Allah olduğunu anlamak için insanın kırk fırından fazla ekmek yemesi lazım! Öyle herkes bu işi anlayamaz, söylesen de anlayamaz. Çünkü bu bir olgunluk seviyesi meselesidir, kolay değil. Bunu biraz izah edeyim:
Allâhu lâ ilâhe illâ hû, lehü'l-esmâü'l-hüsnâ. "En güzel vasıflar Allah'ındır."
Biz bir insanı, bir şeyi neden seviyoruz? Vasfı güzel olduğundan sevmiyor muyuz?
Vasıfların en güzelleri Allah'ta. Buradan, bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, idraki olan hemen anlar ki en çok sevilmesi gereken Allah'tır çünkü her şeyin en güzeli Allah'ta, her şeyin en güzelinin sahibi Allah'tır.
Onun için eskiler aşkı ikiye ayırmışlar:
Birisi aşk-ı hakîkî birisi aşk-ı mecâzî.
Aşk-ı hakîkî aşkullahtır, muhabbetullahtır, hakikisi budur. Gerisi fânî olan aşklar. İnsan bir âşık oluyor da sonra pişman bile oluyor, sonra düşman bile oluyor. Sonra mahkemeye bile gidiyorlar, ayrılıyorlar.
Aşk-ı hakîkî, aşk-ı ilâhîdir. Çünkü en güzel isimler Allah'ındır, en güzel vasıflara O sahiptir, en güzel olan O'dur. Tabi, biz O'nu idrak edemeyiz.
Leyse ke-mislihî şey'ün. O'nun gibi bir şey yoktur ki benzetelim! Gül gibi desek, baklava gibi desek, kaymak gibi desek. Bunları "insanları anlatmak için" kullanıyoruz.
Felâ tadribû li'l-lâhi'l-emsâl. "Kalkıp da Allah için benzetmeler yapmaya cüret etmeyin!" buyuruluyor.
Ama nereden anlarız?
Zât-ı Bârisini idrak etmek beşer için mümkün değilse de esmâsından, ef'âlinden anlarız. İşlerinden hikmetlerinden anlarız, mahlukâtından, tecelliyâtından anlarız. İşte bunlarla o güzelliği idrak etmek imkânı olur.
Her türlü güzelliği ve bütün güzelleri de yaratan O olduğu için aslında bir güzelliği sevdiğimiz zaman O'nu seviyoruz. Bu sevgi O'na gidiyor çünkü onu yaratan O. Her türlü takdir O'na râcîdir, her şükür O'na gider, her türlü medh ü senâ O'na varır. O'nun hakkıdır çünkü her şey O'nundur. Yeri göğü ins ü cinni yaratan, ağaçları yapraklarla donatan, çimenleri çiçeklerle bezeyen; topraktan nebatı, arıdan balı, koyundan sütü çıkaran O. Her şey O'nun.
O'nun için neyi seviyorsak aslında Allah'ın bir işini seviyoruz; bir mahlukunu, bir yaratışını, bir hikmetini seviyoruz. Bütün sevgilerin toplamı hepsi O'na gider.
Sübhâne rabbiye'l-aliyyi'l-a'le'l-vehhâb. Onun için Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
Lâ uhsî senâen aleyke. "Yâ Rabbi! Ben seni medh ü senâ etmekle tüketemem, sayıp dökemem!" Keyfe ve külli senâin ye'ûdü ileyke. "Her medh ü senâ sana gider, her hak sana gider."
Gülü methettiğimiz zaman, o güzelliği Allah yaratmıştır. Bir topraktan kaç çeşit renk, kaç çeşit tat. Dünyada bu gördüğümüz güzellikleri yaratmıştır; âhirette de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hatırına hayaline sığmayacak çok daha muhteşem güzellikler var. Üstelik Allahu Teâlâ hazretlerinden davet var, hepimizi cennete çağırıyor.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Va'l-lâhu yed'û ilâ dâri's-selâm ve ehli men yeşâü ilâ sırâdın müstekîm. "Allahu Teâlâ hazretleri, dârüs-selâm olan cennete hepinizi davet ediyor, çağırıyor."
Vaadi haktır, vaadinden hulfü yoktur.
Allah hepimize nasip eylesin.
Bunlar söz olarak böyledir de sözün hakikatini idrak etmek, ondan duygulanmak, onu almak herkese nasip olmuyor. Herkes o aşkullaha, o muhabbetullaha erişemiyor.
Yunus erişmiş, Mevlânâ erişmiş, Eşrefoğlu Rûmî erişmiş; şiirlerinden belli. Eşrefoğlu Rûmî'ye bayılıyorum.
Ey Allahım! Beni senden ayırma.
Beni senin cemâlinden ayırma.
Balığın cânı su içre diridir.
İlâhî! Balığı gölden ayırma.
Seni sevmek benim dinim, imânım.
İlâhî! Din ü îmândan ayırma.
Eşrefoğlu senin kemter kulundur.
İlâhî! Kulunu senden ayırma.
Sevgiye bak! Sevgi kelimelerden fışkırıyor!
Şemmetün min ma'rifetullâhi hayrün mine'd-dünyâ ve mâ fîhâ. "Allah bilgisi hakkında insanın birazcık bir feraseti, birazcık irfanı, iz'anı, birazcık bir sezgisi, duygusu, bir koklam mârifetullah, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha hayırlıdır."
Muhabbetullah, mârifetullahtan doğar. Allah'ı bilince, insan onu sever. "Sen ne güzelsin yâ Rabbi!" der. O zaman anlar, anladığı zaman sever. Allah'ı sevdi mi her şeyiyle seviyor da âşık oluyor. Allah bu duyguyu herkese vermiyor ancak yüksek kullara, kâmil kullara veriyor. İnsan kemâlde yükselince bu duyguyu kavrayıp yakalayıp o duygunun içine dalıyor.
Tabi, buna ermenin şartı var. Buna ermenin yolu Allah'a itaat.
Allah'a isyan ederken Allah seni sever mi?
İsyan edeceksin, yumruk sallayacaksın, dil çıkaracaksın, karşı geleceksin; sever mi Allah? Sana öyle yapanı sen sever misin?
Sevmezsin. Şartı itaattir.
Başta iman edecek. İman etmezse olmaz.
Şimdi Almanlar toplanıyor, felsefeciler toplanıyor. Muhtelif ülkelerden adamları çağırıyorlar, yıllık toplantı yapıyorlar. "Belki onlar haklıdır." diye budist çağırıyorlar, Hintliler'den, Gurular'dan çeşitli inançlardan kişileri çağırıyorlar, transandantal meditasyon yapıyorlar.
Hiçbir şey olmaz. Çünkü bu sevginin şartı iman! İman olmayınca, Allah vermez. Ne mârifetullahı verir, ne muhabbetullahı verir. Hepsi sahte, hepsi hayal, hepsi oyun, hepsi oyalanma!
Sonra edepten verir. İman, itaat, edep. Edepsiz olana da vermez. Biz edepsiz çocuğu sevmiyoruz ya, Allah da edepsiz kulu sevmez.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e ittibâ şartına bağlıdır.
Kul in küntüm tuhibbûna'l-lâhe fettebiûnî yuhbibkümü'l-lâh. Allah'ın sevmesi, sevgisini vermesi için Resûlullah'a ittibâ şartı, sünnete uymak şartı vardır, Resûlullah'ın yolundan yürümek şartı vardır. Resûlullah'ın yolunda gidemeyen evliyâ olamaz.
"Allah sünnete uyanları sever." diye âyet-i kerîme var. Sünnete uymazsa bir şeye ulaşamayacağını anlatırlar.
Sünnetin zıddına bid'at denir. Allah, bid'at ehlinin hiçbir şeyini kabul etmez. Değil öyle mârifet, muhabbet vermek; hiçbir şeyini kabul etmez.
Allah hepinizden razı olsun.