Çok değerli kardeşlerim;
Allah'a hamd ü senâlar olsun. Ciddî konulara, millî kültürümüze gençler arasında büyük ilgi var. Bize teklif edilen konu: Hacı Bektaş-ı Velî ve Tasavvuf.
Tasavvuf günümüzde hem Türkiye'de hem Batı'da çok ilgi gören bir konudur. Tarihte de böyle olmuştur.
"Tasavvuf nedir?" diye soracak olursak ve tarifleri toplamak istersek -bunu bizden önce yapanlar olmuş- yüzlerce, hattâ binin üstünde tarif toplayan bilim adamları var. Ama bu büyük rakam sizi korkutmasın! Tariflerin çokluğu zevk farkından, bölge ve devir farkından; seviye, meşrep ve zihniyet farkından doğuyor.
Ayrıca da tarif edenler bütününü, bilimsel bir tarifi düşünmüyorlar da, kendilerine göre en önde gelen vasfı ne ise, onu söylemiş oluyorlar. Bu bakımdan tarifler çok...
Zâten sosyal bir kavramın çok kesin sınırlarla, küçük bir cümle içinde tarifi de kolay olmuyor. Bunu ortaokuldan, liseden, üniversiteden bilirsiniz ki, kültür ve medeniyetin de yüzlerce tarifi vardır.
Ahlâk üzerine üniversitede çok değerli konferanslar vermiş ve bir kitap yazmış olan Prof. Heinz Heimsoeth, kitabına "Ahlâk Denen Bilmece" adını vermiş. Evet herkes biliyor ama, mahiyetini düşündüğü zaman, bir bilmece gibi... Bir çok yönlerini anlatmak gerekiyor.
Tasavvuf İslâm'dan önce de var olmuştur. Muhtelif dinlerin tasavvufumuza benzeyen, derunî, iç hayatı yaşayan mensupları tarih boyunca her devirde görülmüştür. Batı'da bizim tasavvuf kelimesine yakın bir kavram olarak, mistisizm kelimesi vardır ama, mistisizm tam bizim tasavvuf kelimemizi karşılamaz. Mistik sözü de, tam bizim sufî sözümüzü karşılamaz.
Kısaca tarif etmek gerekirse: "İslâm dininin ve imanının özge bir yorum ve yaşam şekli..." diyebiliriz, sizin kelimelerinizi de kullanarak. Yâni, kendine mahsus, başkasından farklı bir dinî hayat sürüş şekli... Demek ki, dinî hayatın muhtelif yaşanma şekilleri vardır. Tasavvufî tarzda dindar olmak, başka türlü bir yaşamdır.
Bunun bariz vasfı, işi lafta bırakmamaktır, davranışlarında göstermektir. Onun için, tasavvuf kâl değildir, hâldir. derler. Kâl Arapça'da söz demek... Hal de durum, vaziyet, insanın görünümü, mevcut şekli demek.
Onun için ihlâs dediğimiz şey; hâlis muhlis, samîmî bir niyetle bir şeyler yapmak, çok önemlidir tasavvufta. Bunun karşıtı riyâ, yâni başkası görsün, beğensin, alkışlasın diye, reklâm ve propaganda maksadıyla yapmak, o tasavvufî değildir. İhlâslı olmak tasavvufîdir.
Onun için tasavvuf, derunî, hâlisâne dini bir yaşam şekli... Tabii tasavvuf hep böyle bizim söylediğimiz gibi derûnî midir, bunun lafı yok mudur?" derseniz, bunun lafı da vardır. Buna teorisi diyorsunuz. Eskiden teorî yerine, nazarî derlerdi. Nazarî tasavvuf veya tasavvufun felsefesi, veya felsefî tasavvuf denilen bir tarafı da vardır. Kitaplarda yazılan, enine boyuna kavramları münakaşa edilen, geliştirilen bir tarafı da vardır. Bir de yaşanan, amelî, pratik tasavvuf vardır tabii...
Demek ki, bir tasavvufun ilmi vardır, bir de tasavvufî hayat vardır. Sufî kelimesini duymuşsunuzdur, mutasavvıf sözünü duymuşsunuzdur. İşte tasavvufa bağlı, o hayat tarzı içinde olan kimselere bu kelimeler verilmiş. Sufiyye demek, erbâb-ı tasavvuf demek. Fakir, derviş kelimesinin Arapça'sıdır. Derviş, kapı kapı dolaşıp da bir şeyler isteyen demek. Fakir de, muhtaç demek.
İslâm tasavvufu, kendi kendine varlığı olan, kendi başına bir ayrı tasavvuf mudur?
Evet, İslâm tasavvufu kendi kendine, başka hiç bir yerde emsâli görülmeyen, eşsiz, emsalsiz, ayrı bir tasavvuftur. Hiç benzemez Hint tasavvufuna... Hiç benzemez Yunan tasavvufuna... Hiç benzemez İskenderiye'deki tasavvufa... İslâm tasavvufu veya daha önceki tasavvuflar nerden çıkmıştır?
Dinî emirler üzerinde düşünmekten ve onları uygulamağa çalışmaktan çıkmıştır.
O halde İslâm'da tasavvufun kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü, Kur'an-ı Kerim Allah'ın emirlerini toplayan bir kitaptır. Allah'ın emirlerini tutmak isteyen insanlar, Kur'an-ı Kerim'in harfini bile değerlendirmişler. Niye şu kelimeyi önce kullandı, niye bunu sonra kullandı?.
Bir misalle anlatayım: Diyor ki bir âdâb kitabında... Çeşitli işleri en güzel tarzda yapmaya âdâb diyoruz, o işin âdâbı diyoruz. Yemek yemenin âdâbı... Yemeği nasıl yiyeceğiz? Yemeğin içeriğinde neler olacak? Elimde bir elyazması eser var, orda yazmış, diyor ki: "Önce meyva yemek lâzım, sonra yemek yemek lâzım!" Bu modern bir şey, güzel bir şey. Şimdiki ilim adamları da aynı şeyi söylüyorlar: Meyvayı önce yemeli, mide dolmalı; öteki yemekleri yemeğe pek vakit kalmamalı! Böylece aşırı yeme önlenmiş olur vs. Bugünün doktorlarının tavsiye ettiği bir şey salatayı-meyveyi önce yemek.
Peki bunu nereden çıkartmışlar?
Kur'an-ı Kerîmden çıkmıştır. Çünkü Vâkıa Suresi’nde;
"Ve fâkihetin mimmâ yetehayyerûn. Ve lahmi tayrin mimmâ yeştehûn." buyuruluyor. Yâni, "İstedikleri türlü türlü meyvalar olacak cennette... Ondan sonra çeşit çeşit kuş etleri olacak." Mâdem ki, kuş eti daha sonra söylenmiş; o halde yemekte önce meyva yenmeli; kızartmalar, kebaplar, bıldırcın dolmaları ve sâireler sonra yenmeli." İslamın, Müslümanın Kur'an-ı Kerim'i görüşü, anlayışı böyledir.
Müslümanlar, Kerim'e bağlıdır. Tasavvuf da ordan çıkmıştır; ayet-i kerimelerden ve ayetlerdeki emirlerden çıkmıştır.
Çok tasavvufî kitaplar var. Siz meraklıysanız sizde de vardır. O kitapların hemen, aşağı yukarı aynı olan bir iç yapısı vardır. Tasavvufun tariflerini anlatırlar. Yüz tane tarifi, yüzelli tane tarifi ve münakaşaları orda anlatırlar. "Tasavvuf kelimesi nerden çıkmış?" filân... Ondan sonra bir geniş bahis açarlar: Tasavvufa kaynak olan ayetler filân diye...
Ben onları uzun boylu anlatmayacağım ama, "Kur'an-ı Kerim'den çıktığı ispatlanmıştır!" diyorum. Çünkü, biz nihayet tasavvufu burda bir giriş olarak anlatacağız. Ondan sonra Hacı Bektâş-ı Velî'yi anlatacağız ondan sonra da Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvuf anlayışını, görüşlerini anlatacağız. Planımız bu... O halde plandaki yeri kadar anlatmamız gerektiğinden kısa geçiyorum.
Kur'an-ı Kerim'den çıkmıştır, kesin! Ben ilâhiyat profesörüyüm, kitaplar literatürde böyle diyor, araştırmalarımız da böyle... Tamam.
Hadis-i şeriflerden, Peygamber Efendimiz'in sözlerinden çıkmıştır. Bu hususta çok hadis-i şerifler var. Kesin yüzlerce, binlerce hadis-i şerif var... Ve Peygamber Efendimiz'in hayat tarzı, -bugünkü kelimelerimizle tarif etmemiz gerekirse- tamâmen mutasavvıfâne veya tasavvufî bir hayattır. Tabii, Peygamber Efendimiz sonraki bir ceryana kapılmış da, o akıma tabi olmuş da mutasavvıf olmuş değil! Demek ki, mutasavvıflar Peygamber Efendimiz'e tam uymaya muvaffak olmuş insanlar demektir. Bu onu gösteriyor.
Tarihte önce olan, arkadan gelenlerce takib edildiğine göre, Peygamber Efendimiz'in hayat tarzını en iyi uygulayabilen insanlardır mutasavvıflar... O halde sünnet-i seniyyeye en uyugun yaşam tarzında olan kimselerdir. Yüzlerce, binlerce misal verebilirim.
Peki, sizin bu tarif ettiğiniz çizginin dışında, başka türlü tasavvufî akımlar ve tasavvuf grupları, sufiyye grupları yok mu?
Vardır ve çok çeşitlidir. Bu çeşitliliği hoş görmek lâzım! Çünkü, bir kere tarihin derinliğinden günümüze kadar 1400 yıllık, 15 asırlık bir zaman boyutu var... Ondan sonra da eski dünyanın üç kıtasına yayılmış muazzam bir mekân boyutu var. Enini boyunu çarparsanız muazzam bir saha, alan çıkıyor ortaya. O kadar geniş sahada, bu kadar derin zaman içinde elbette bölgeler farklar olacaktır. Bilimsel bir şey... Zâten olmasaydı şaşırırdık, hayret ederdik; "Bu kadar beraberlik nasıl olabilmiş? Değişmemiş iklime göre, bölgeye göre..." diye.
Çünkü, saf bir rengi bile alsanız, beyazı bile alsanız, biraz boya çıkartabilen bir şeyle karıştırdığınız zaman, beyaz bile değişir; bej olur, krem olur, kurşunî olur, açık pembe olur... Yâni bulunduğu yerdeki tesirleri alır. İslâm da bir yere gitmişse, Orta Asya'daki İslâmî anlayış ile, Hindistan'daki İslâmî anlayış; Afrika'daki İslâmî anlayış ile, Yemen'deki İslâmî anlayış farklıdır. Çünkü orada bir renk vardır daha önce... İslâm bembeyaz oraya gittiği zaman ya pembeleşmiştir, ya filizî olmuştur, ya gri olmuştur, ya bej olmuştur, ya koyu kara olmuştur... Bu normal.
Tabii çok bildiğiniz bir takım isimleri de söyleyebiliriz. Mutasavvıf deyince, büyük sufî deyince, tasavvufun büyük mümessilleri, temsilcileri, onu temsil eden isimler...
Meselâ: Abdülkadir-i Geylânî, Bahâeddin-i Nakşıbend, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî meselâ... Mevlevî deniliyor, Türkler çok iyi bilir bunu... Pakistanlılar bilir, bütün batı da biliyor. Eşrefoğlu Rûmî... Meselâ, hepimizin başımızın tâcı, gönlümüzün sultanı Yunus Emre... Meselâ, Bursa'nın meşhur Emir Sultan'ı... Üftâde'si... Meselâ, Üsküdar'ın meşhur Aziz Mahmud-u Hüdâi'si... Meselâ, Erzurum'un meşhur İbrâhim Hakkı'sı... Mârifetnâme isimli o muhteşem eseri yazmış olan, o rengârenk kültürü fevkalâde yüksek ve çeşitli bilgilere vukufla temas etmiş olan, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü cesaretle söylemiş olan, astronomi gözlemleri yapmış olan insan... Tillo'da... Siirt'in Tillo ilçesinde yatıyor, kabri orası...
Meselâ, İsmâil Hakkı Bursevî...
İşte Hacı Bektâş-ı Velî el-Horasanî -yâni Horasan'dan gelme- bunlardan birisi ve çok meşhurlarından birisi...
Şimdi neden Marmara Üniversitesi'nin bu güzel, çok sevdiğim Uluslararası İlişkiler bölümünde -bu sizin dalınızı çok seviyorum, şahsen beğeniyorum- neden bu konuyu seçmişsiniz veya beğenmişsiniz de salonu doldurmuşsunuz; gelip oturmuşsunuz, merakla dinliyorsunuz? Biliyorum merak ettiğinizi...
Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde doktora tezimi İznikli Hatiboğlu Muhammed -İznik'li değil, aslında Denizli'nin Honaz kasabasından- üzerinde yapmıştım. O böyle yüz hadis, yüz hikâye, tefsir kitabı vs. yazmış. Ben onun üzerinde doktora tezimi yaparken bir de baktım ki, bu Hatiboğlu Muhammed, Hacı Bektâş-ı Velî'nin bir eserini de manzum olarak, şiir halinde ortaya koymuş. Oradan meseleye girdim ve o manzum eseri okuyunca, hayret ettim, beni enterese etti, ilgimi çekti. Onun üzerinde doçentlik tezi çalışması yapayım diye düşündüm.
İkinci sebebi de, Anadolu'daki Türk edebiyatının 14. Yüzyıl'dan kalmış eserleri çok az. Çok kıymetli o eserler, antika yâni... Onlardan birisi oluyordu bu Hatiboğlu'nun tercüme ettiği eser; yâni Hacı Bektaş'ın makalâtı... O bakımdan ben de onu orjinal bir çalışma olacak diye aldım. Hakikaten de orjinal bir çalışma oldu ve çok büyük etkisi oldu. Bizim bugünkü fikir ortamımızda çok ilgi çekti. Televizyonlarda, gazetelerde, toplantılarda, anmalarda bahis konusu edildi. Yâni, benim ilgimi çektiği gibi, halkımızın da ilgisini çekti.
Peki, sizin için konunun önemi ne? Benim için bu hususî bir önem taşıyor, böyle girmişim bu konuya; ama siz nerden ilgileniyorsunuz?
Bir kere, Hacı Bektâş-ı Velî'den çok bahsediliyor; onun için merak etmiş olabilirsiniz.
Tabii Türkiye'de Alevî vatandaşlarımız da var. Onlar da Hacı Bektâş-ı Velî pirimizdir diyorlar, seviyorlar ve bunların da milyonları tutuyor sayıları. Onlar da bu konuyla ilgileniyorlar. O bakımdan benim çalışmam gibi onlar da bu konu ile ilgililer.
Hattâ Kemal Aytaç Bey vardı Ankara'da. Millî Güvenlik Kurulu'nda da görev yapmış; rektör yardımcılığı yaptı Malatya'da filân... Benim tezimi merak etmiş, okumuş, henüz tanışmıyoruz; "Bu şahısla tanışmak istiyorum" demiş. Fakülteye geldi tanıştık. Ondan sonra da sevgimiz, muhabbetimiz devam etti. Malatya İnönü Üniversitesi'ne rektör yardımcısı olarak gitti. Oraya bizi transfer etmek istedi:
"Buyurun, Ankara İlâhiyat'tan bizim Malatya'ya gelin!"
Ben dedim ki:
"Ben sakallı bir insanım."
"Mahzuru yok!" dedi.
"Biraz kendimin tasavvufla ilgisi var..."
Baktım, ne dersek "evet" diyor. Sonra bir haber gönderdi. Ordaki Alevî vatandaşlarımız, kardeşlerimiz demişler ki: "Hocamız bu doçentlik tezini ya kendisi bastırsın; ya da müsaade etsin biz bastıralım. Bu çok güzel, bunu merak ediyoruz." demişler.
Size, Hacı Bektâş-ı Velî'nin hayatı hakkında bazı bilgiler vereyim. Ondan sonra, eserleri hakkında bilgi vereceğim. Ondan sonra, görüşleri ve Makalât içindeki fikirleri hakkında iddialı şeyler söyleyeceğim. Mevcut bilgileri değiştirecek, altı kırmızı kalemle çizilecek şeyler söyleyeceğim. Hacı Bektâş-ı Velî hakkında onu seven insanların arasında bir takım menkıbeler, daha doğrusu menkabeler var; menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî... Menâkıb denilince, tarihi bilgi olmuyor da biraz daha sübjektif ve gerçekliği münakaşa edilebilen, bazı konularda insanı biraz kuşkuya da düşürebilen bilgiler demek oluyor.
Onun için biz menkabeleri -Menâkıb-ı- Hacı Bektâş budur diye söyleyemiyoruz.bilim adamı olarak söyleyemiyoruz Alıyoruz Menâkıbnâme'yi, inceliyoruz. "Şurası doğru olabilir, burası olmayabilir. Şurası şu sebepten, şu delilden dolayı, kanıtlardan dolayı doğru değildir." diyebiliyoruz.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin zamanı ile ilgili dökümanlar, belgeler çok azdır.
Hacı Bektâş-ı Velî Horasan'lıdır. Horasan bugün İran'ın kuzeydoğusuna, Hazar Denizi'nin güneydoğusuna rastlayan mıntıka... Özbekistan'ın, Türkmenistan'ın, Afganistan'ın bir kısmını içine alan bir bölge... Bu bölgede, Nişâpur şehrinde doğduğu rivayet ediliyor. Doğru olabilir. Bunun doğruluğunu eserin içindeki fikirlerin tahlilinden, Hacı Bektaş'ın kültürel yapısının incelenmesinden de te'yid ediyoruz. Böyle olduğu mümkün...
Hacı Bektâş-ı Velî, onu sevenlerin söylediğine göre Arap soyundan, hattâ Peygamber Efendimiz'in evlâdından. Yâni seyyid... Kendileri çok net olarak seyyid diyorlar.
Sonra Arap kültürüne reaksiyon olarak Türkçü bir cereyan başlatmış!? Bu masal, böyle şey olamaz. Mümkün değil böyle şey olması... Zâten, milliyetçilik cereyanları 19. Asır'da çıkmış. O asırda böyle bir miliyetçilik cereyanı yok! Herkes "kavmiyetçilik çok günah, ayıp" diye düşünüyor. Birçok kavimler bir potada erimiş, birbirlerini kardeş biliyorlar. Böyle bir şey bahis konusu değil!
Seyyid olması mümkün müdür? Mümkündür.
Çünkü, Nişâpur Arap ordugâh merkezi idi zâten. Arapların fütühat ordularının karargâhı idi. Nişâpur'dan Arap olduğunu bildiğimiz çok alim yetişmiştir. Meselâ, Hâce Abdullah-i Ensârî; yâni ensardan, Medine'den, Medine kabilesinden... Çok net olarak sülâlesini, şeceresini biliyoruz Arap kavminden... Nişâpur'a yakın bir şehirden... Daha pek çok isimler verilebilir. Mümkündür, Hacı Bektâş-ı Velî de seyyid olabilir.
Zâten Makalât isimli eserini Farsça değil, Türkçe değil Arapça olarak yazmıştır. O devirde Farsça çok yaygın ve Hacı Bektâş'ın yaşadığı zamanda bir çok kimse Farsça yazıyor. Divanda, devletin kademelerinde Farsça konuşuluyor. Sonra Karamanoğlu Mehmed Bey, "Bundan sonra bargâhta, dergâhta Türkçe konuşulsun!" demiş de, Farsça'dan öyle vazgeçilmiş. Biliyorsunuz; Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Konya'da, Mesnevî'yi Farsça söylüyor. Böyle bir durumda Arapça eser yazıyor. Doğru... Demek ki, Arap ırkından ki, Arapça yazmayı uygun görmüş.
Ne zaman yaşamış?
Çeşitli rivayetler var, onları inceliyoruz. Burada detayı var, o detaya sizi sokmak istemem, yormak istemem. Mevlânâ ile çağdaş.
Tekkelerde tomarlar vardır. Böyle rulolar halinde dürülmüş, deri veya çok sağlam kâğıt üzerine yazılmış şecereler vardır. "Bu makama kim geldi, ondan sonra kim geldi, ondan sonra kim geldi?" Böyle sıra ile yazılır ve intikal eder. Ondan, ötekine intikal eder. İşte o tomar denilen bu şecere kâğıtlarında verilen bazı rakamlar var. O rakamların doğru olması mümkündür. Çünkü, o gibi evrak muhafaza edilmiştir, korunmuştur ve oradan alınmış olması mümkündür.
Altmışüç yıl yaşamış; milâdî 1209'da doğup, 1270'de vefat etmiştir o kayıtlara göre... Biz bunu birtakım vakfiye kayıtlarından da tesbit ettik, yanlışları düzelttik. Başka tarihler söyleyenler var. 738'de ölmüştür diyenler var. Mümkün değil. Çünkü, ondan kırk elli yıl önce yazılmış vakfiye kayıtlarında merhum gibi ifadelerle bahsedildiğine göre, demek ki ondan evvel ölmüş diye çıkartıyoruz.
Yakın devirde onunla ilgili bilgi veren kitaplara bakıyoruz ve bu verilen rakamların doğru olduğunu tahmin ediyoruz. Hicrî 606 - 669, milâdî 1209 - 1270 yılları arasında yaşamış ki, bu Mevlânâ ile akran demektir, çağdaş demektir. Zâten menâkıbnâmelerde de onunla çağdaş olduğuna dair, birbirleriyle münâsebetleri olduğuna dair rivayetler var.
Konuşmayı canlandırmak, uykunuzu getirmemek için, o rivayeti anlatayım. Eflâkî diye Menâkıbül Arifîn'i Maarif Klasikleri arasında neşredilmiş olan, Mevlânâ'dan sonra yaşamış, onun torunuyla çağdaş bir yazar var. O Mevlânâ ile ilgili rivayetleri duyarak, çevreden toplayarak o eseri meydana getirmiş.
Diyor ki: Kırşehir'de bir Sulucakarahöyük denilen yerde -şimdiki Hacıbektaş kasabası- bir şahıs varmış ve Mevlânâ'ya muhalif imiş. Bir müridini, halifesini oraya göndermiş. Demiş ki: "Git o Mevlânâ denilen adama, sor ki: Eğer aradığını bulduysa, Rabbine kavuştuysa, erdiyse, erenlerden olduysa; bu velveleyi, bu gürültüyü kessin! Bu gürültü ne? Bulmuş, muradına ermiş. Eğer aradığını bulamamışsa, bu gürültü niye? Bulamayan insanın bu gürültüsü iddia oluyor, palavra oluyor, gösteriş oluyor, tantana oluyor. O da tasavvufta makbul bir şey değil. Git bunları o zata söyle!" demiş Hacı Bektaş-ı Velî, Eflâkî'ye göre...
Eflâkî tabii, Mevlana'nın dervişi... Şöyle anlatıyor: Hacı Bektaş-ı Velî'nin gönderdiği şahıs Konya'ya gelmiş. sormuş:
"Bu Mevlânâ nerededir?"
"Falanca medresededir."
O medreseye gitmiş, kapısından içeriye girmiş. Mevlânâ o anda semâ' halinde...
Semâ' dediğimiz şey -radyodan, televizyondan hepiniz duydunuz, gördünüz, biliyorsunuz ki- vecde gelerek dönmek. Tabii, vecdsiz dönüp de sonra vecde ulaşmak tarzında kullanılıyor şimdi. Eskiden tabii olan şekli, vecde geldi mi dönerdi insan. Şimdi döne döne vecde gelmeyi deniyorlar. Tersine bir çalışma...
Mesela; Mevlânâ kuyumcular çarşısında dolaşıyormuş. Selâheddin-i Zertûb'un -altın işçiliği işleyen kuyumcu Selâhaddin'in- dükkânının önüne gelince içeriden çekiç sesleri geliyor. Altını, yüzük yapacak, bilezik yapacak; "Takka tıkı tıkı... Takka tıkı tıkı... Takka tıkı tıkı..." bir çalışma var. O seslerden Mevlânâ vecde gelmiş, başlamış semâ' etmeğe; yâni, pervâneler gibi dönmeğe...
Pervâne de aslında kelebek adıdır; sonradan yapılan bu elektrikli döner alet değil... Ve şöyle diyor:
Yeki gencî pedîd âmed, der in dükkân-ı zer kûbî,
Zihî sûret, zihî ma'nî, zihî hubî, zihî hubî.
"Şu kuyumcu dükkânından bir hazine gözüme göründü. Şu kuyumcu dükkânından içeriye baktım; bir hazine gözüme erişti. Zuhura geldi ki, ne güzel sûret, -yâni görünüm- ne güzel mânâ -yâni sîret, iç hali- Dışı güzel, içi güzel... Ne güzellik, ne güzellik... Orada o Selâhaddin-i Zerkûb'un dükkânına bakmış. Evet, esnaf... Kuyumculuk işi yapıyor, imalâtla meşgul...
O devirde mutasavvıfların ana fikirlerinden birisi de o idi. Kendi elinin emeğiyle helâl lokma kazanıp yemek. Hepsi bir iş sahibidir. Kimisi attardır, kimisi bakkaldır, kimisi bezzazdır. Kimisi böyle zerkûbdur, kuyumcudur. Çalışıyor ama, Allah eri... Allah'ın sevgili kulu durumunda olan bir kimse...
Mevlânâ onu kapıdan görünce... Yüzü güzel, nurlu... İçi güzel; kalbinin, sîretinin, mânevî halinin güzelliğini görmüş Mevlânâ... "Ne güzel yüz, ne güzel iç alemi; ne güzellikler, ne güzellikler..." diye coşmuş, semâa geliyor. Semâ' bu! Yâni böyle vecde gelip, kendinden geçip, aşka gelip dönmek.
Mevlana vecde gelmiş dönüyor. Bir taraftan da bir rubâî söylüyor. Ama rubâîyi onlar bizim gibi düz okumazlardı. Yâni gazel demek, rubâî demek, o zaman için ses eşliğinde, makamla, bir ahenkle söylemek demek... Düz şiir okur gibi, böyle kaş çatarak söylemek değil.
Bir taraftan dönüyormuş, bir taraftan da bir ilâhî söylüyormuş ki, Türkçe'si şöyle:
"Eğer senin yârin, dostun, sevgilin yoksa, neden taleb etmiyorsun? Eğer yârını, sevdiğini, dostunu bulup ona kavuştuysan niçin tarab etmiyorsun?"
Tarab etmek, sevinmek demek. Tarabya, Boğazda sevinçli işlerin olduğu yermiş demek ki... "Niçin o zaman da sevinç ızhar etmiyorsun? Tenbel tenbel oturmuşsun da, kendi acâip halinin farkında değilsin de, bizim halimize ne kadar acâip hal diyorsun. Halbuki, senin halin acaip. Yoksa kalk talep et, gayrete gel! Varsa, sevincinden şıkır şıkır oyna!" demek istiyor Mevlânâ... O zaman Hacı Bektâş-ı Velî'nin tenkidine cevap vermiş oluyor.
Yâni, "Bulduysa otursun yerine!" demişti; "Buldumsa, sevincimden oynayacağım." diyor. "Bulmadıysa, yine otursun yerine!" demişti; "Bulmadıysam, aramak için bir coşkunluk içine gireceğim." demiş oluyor. Tabii bunlar bir meseleye iki ayrı bakıştır; ictihad farkı. Birisi o zihniyette, birisi başka zihniyette... İkisi de haklı olabilir, mümkündür; çünkü, niyetleri temizdir.
İşte böyle münâsebetleri olduğu düşünülüyor. Sizin hatırınızda çok rahat kalabilir ki, biz bir profesörden duyduk diyebilirsiniz, Mevlâna ile çağdaştır Hacı Bektaş-ı Velî. Öyle Orhan Gazi'yi görmüşlüğü, yeniçerilerinin kuruluşunda dua ettiği, kılıç kuşattığı filân yok.. Olsa olsa, o işi torunları yapmıştır. Ondan sonra Hacı Bektaş'ın kendisi sanılmıştır. Aslında öyle olmadığı muhakkak.
Menteş adında bir kardeşi olduğu muhakkak. Aşıkpaşazâde diye bir kimse var; Kırşehir'den Kayseri'ye doğru geçerken sol tarafta görmüşsünüzdür; bembeyaz, şahâne, güzel, sevimli bir sanat eseri var. Aşık Paşa'nın türbesi. İşte onun torunu olan bir Aşıkpaşazâde var ki, Osmanlı tarihi yazmıştır. Tarihçilerimiz bilir. İçinizde o bölümde olan var.
Aşıkpaşazâde diyor ki, "Ben bu Hacı Bektaş-ı Velî'nin ve çocuklarının ahvâlini bütün detayı ile biliyorum." diyor kitabında. Biliyormuş ama, söylememiş mübârek. Bildiğini yazsaydın ya... "Tevâtür-ü sahih ile hepsini bilirim." diyor. Kırşehir'lidir, bilebilir, doğrudur. Zaman bakımından arada uzun bir zaman farkı var ama, bilebilir. Diyor ki, "O kendi halinde bir büdelâ aziz idi."
Büdelâ demek; evliyânın birisi gidince yeri otomatik doldurulan birisi demek. "Mânevî makamı var" demek istiyor. Kendi başında bir insandı.
Biz şimdi ilim adamı olarak, her tarih kitabında yazılanı kabul etmiyoruz. Müşkülpesendiz, biz talebeyi terletir gibi böyle yazarları da, eserlerini de terletiriz. İnceliyoruz, doğru değil.
Niye doğru değil?
Nereden çıkartıyoruz. Aşıkpaşazâde Kırşehir'li... Hem ona da yakın bir zamanda yaşamış.
Eseri var elimizde... Hacı Bektaş eserinde şeyhlikten, müridlikten, tasavvuftan bahsediyor. Sen de ilgisi yok diyorsun; doğru değil. Eseri, tekzib ediyor yâni... Biz delilleriyle onun ilgisi olduğunu göstermiş oluyoruz.
Özel hayatıyla ilgili çeşitli rivâyetler var. Adı bile münâkaşalı... Bazı rivayetlerde adı Bektaş, bazılarında Bektaş isim değil lakab; adı Muhammed. Olabilir. Bektaş çünkü, Türkçe bir isim... Kendisi Arap asıllıysa, Muhammed diye ismi olabilir.
Horasan'dan geldiği kesin. Hacca gittiği kesin.
Nereden kesin hacca gittiği?
Menâkıbnâmeye bakarsanız, inanmayabilirsiniz. Menâkıbnâme'de yazdığına göre, şeyhi Lokmân-ı Perende denilen mübârek zât hacca gitmiş. Hacda Arafat'a çıkmışlar, Arafat'ta müridlerine demiş ki, "Ah, şimdi bizim Nişâpur'da arafe günü... Her evde bir faaliyet vardır. Tavalarda pişi pişirilir." Hanımlar bilirler bu işi. Hamur yapılıyor; kızgın yağın içinde pişiriliyor. Zeytin yağında pişer, peynirle güzel olur. Lokmân-ı Perende, "Nişâpur'da bugün ne güzel pişi pişmiştir, arafe günü bayram için hazırlık yapılmıştır." filân deyince; Hacı Bektâş-ı Velî evliyalık yoluyla Arafat'ta böyle dediğini duymuş. Horasan'dan almış eline bir tabağı, hoop gelmiş Arafat'a. Tabii bu menkabe, böyle yazıyor Menâkıbnâme... Ondan dolayı adına hacı demişler. Ama biz eserini incelediğimiz zaman, hac yapılan yerlerle ilgili o kadar canlı tasvirlerde bulunuyor ki, o diyarları gezmiş olduğu anlaşılıyor. Hatta bir kaç defa da hac yapmıştır. Hem de şunu söyleyeyim, şu zamanda hacılık kolaydır amma, o devirde hacılık çok zor olduğundan, çok kıymetli bir unvandır. Herkes hacca gidemez. Osmanlı padişahlarından hacca giden bir tek fert yoktur. Belki vekil göndermişlerdir amma, kendisi gidememiş. Herkesin gitmesi kolay değil.
Şu bizim bir asır öncesine, vapurun ve otomobilin olmadığı devreye gittiğiniz zaman, birisinin adının başında hacı ünvanını gördüğünüz mü, gözünüzde büyüsün o. Yâni, kolay bir iş değil. Hem parası çok demektir, hem de çok zor bir işi başarmış bir insan demektir. Çünkü, yollar tehlikeli, çöller büyük, bata-çıka gitmek zor. Sıcaktan ölmek kaderde var. Hacıların çoğu telef oluyor. Hacı Bektaş-ı Velî bu işi başarmış bir kimse...
Tasavvufu bildiği de kesin olarak ortada...
Nesli var mı, yok mu? Bazıları diyor ki, "Evlenmedi." Bazıları da diyorlar ki, "Evlendi ve çoluk çocuğu oldu. İşte o sülâle, onlardan gelenlerdir." Onun evlâdından olduğunu söyleyen bazı kimselerle de tanıştık.
Ahmed-i Yesevî'nin Fakırnâme'si ile Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ının bir bölümü tamamen aynı. Bin kelimeden sekiz on kelime farklı; o kadar aynı... Ötekiler de nüsha farkıdır, kâtibin hatasıdır filân. Ufak tefek değişiklikler...
Demek ki; tamamen Ahmed-i Yesevî'nin fikirlerini bu tarafa getirmiş bir kimse... Yeseviyye dervişi olduğu muhakkak.
Eserinde Sahâbe-i Kirâm'ın hepsine hürmet var, ayırım yok... Namaz var, oruç var, zekât var, hac var. Helâli helâl biliyor, haramı haram biliyor açıkça ifade ediyor. "Bunlardan birisi eksik olursa, insan Allah'a ulaşamaz!" diye açıkça söylüyor.
Eserinde, namazlı niyazlı bir kimse olarak görünüyor. Eserini en önemli kaynak olarak görüyoruz. Başkalarının sözlerini duyduğumuz zaman, incelemek kaydıyla alıyoruz. Eserindeki fikirlerini önemli görüyoruz.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin Eserleri:
Hacı Bektâş-ı Velî'nin eserleri arasında "Kitâbül Fevâid" var. Bunun birkaç elyazma nüshası var; birisi küçük, birisi büyük. Ben bunlardan bir tanesini görebildim.
Bizim bu sahada, her araştırıcı gördüğü şeyi söylemez. Bir yerde bir yazma buldu mu, onu saklar, sır olarak gizler, başkası bilmesin diye. İşte "şurada şu var" diyemez yâni... Onun için siz ararsınız, göbeğiniz çatlar; sırtınızdan, alnınızdan terler boşanır. Bulursanız bulursunuz, bulamazsınız kalır. "Şu yerde, üniversite kütüphanesinde" der. Üniversite kütüphanesinin altını üstüne getirirsiniz, ince elekle elersiniz; yok... Konya'da çıkar. Şaşırtmacalı söylerler.
Fevâid, faideli bilgiler demek. Kitâbül Fevâid de; güzel, faideli bir takım paragrafların içinde bulunduğu bir eser demek. Bu paragraflara bakıyoruz, bazılarında Hacı Bektaş'tan sonra yaşamış insanların bile sözleri var. Demek ki, Kitâbül Fevâid onun değil. Ama bazı paragraflara bakıyoruz, Hacı Bektaş'ın kesin eseri olan Makalât'taki bazı bilgiler, orada aynen var. Demek ki Kitâbül Fevâid onun olabilir; ama sonradan ilâveler yapılmıştır, karıştırılmıştır.
Araştırmama göre, Kitâbül Fevâid'in bir kısmı Hacı Bektâş-ı Velî'nin olabilir diyorum.
2. Fatiha Sûresi Tefsiri:
"Tire Kütüphanesi'nde var." dediler. Ben fakir de o kadar zahmet çektim, -hakîkaten o zaman da fakirdim, asistandım. Otel parası vermek, otobüs parası vermek zor geliyordu.- Tire'ye gittim. Kütüphaneyi aradım taradım, bulamadım. Yok... Başka güzel şeyler buldum ama, onu bulamadım. Sonradan birisi bu eseri neşretti. Aldım okudum. Ama, bu Fatiha tefsirinin Hacı Bektaş'a ait olduğunu gösteren hiçbir delil yok. Hiç bir delil yok!
Şimdi eski yazma eserlerde, adam bir eseri yazar bitirir; bitti mi sonuna bitti diye bir kayıt koyar. Sayfalar çok, başka bir eser daha yazar. Onu da bitirir, onun da sonuna bitti diye bir kayıt koyar, başka bir esere başlar. Böylece bir cildin içinde sekiz tane eser olabilir. Biz o zaman bu gibi eserlere "mecmuatür-resâil" deriz. Yâni risâlelerden, kitaplardan meydana gelmiş bir kolleksiyon demek. Tek bir eser değildir.
Bir kolleksiyonda hiç Hacı Bektaş'a aitliği belli değil; tutmuş Hacı Bektaş'ın demiş. Yanlış! Edebiyat tarihçisi olarak ben reddiyorum, onun Hacı Bektaş'a ait olduğunu kabul edemiyorum.
3. Şathiyye'si var... Şathiyye demek; herkesin anlayamayacağı gizli, esrarlı bir takım sözleri tekerleme halinde söylemek demek. Böyle bir eseri var. Ama o da çok küçük, yâni bir sayfalık bir şey. Onun da açıklaması filân tarzında. Onun da yerini söylemedikleri için doçentli tezi yaparken ben bulamadım. Onu bulan, şahıs Gölpınarlı. Gören şahıs yerini söylemediği için, biz bulamadık. Ama muhtevası çok bir şeyler getirmiyor bize. Kendisi nihayet bir sayfalık bir şey. Onun üzerine açıklamalar yapılarak, bir eser meydana gelmiş. Başkasının eserinin içinde bazı satırlar halinde.
4. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Nasihatleri:
Yok böyle bir şey. İnceledim, hepsi apokrif, gayr-i mevsuk, ona isnad edilmiş eserler oluyor.
5. Makalât-ı Gaybiyye Kelimât-ı Ayniyye diye bir eseri olduğu söyleniyor. Şiirleri olduğu söyleniyor; inceledim, Hacı Bektâş'ın devrine ait dil ve uslûb değil. Her Bektaş ismi yazılı şiir Hacı Bektâş-ı Velî'nin midir? Değil... Her Yunus diye yazan şiir, Yunus Emre'nin midir? Şu Tapduk Emre'ye odun taşıyan Yunus'un mudur? Hayır! Bir çok isim olabilir.
Bugün ben hatırlıyorum, Türkiye'de kaç tane Mehmet Aydın var. Kaç tane Lütfü Doğan var. İsim benzerliği olabilir.
Hasılı; Hacı Bektaş'ın şiirleri diye söylenenler, -yurt içindeki, yurtdışındaki kaynakları inceledim- onun değil!
6. Makalât:
Hacı Bektâş'ın elimizde bir tek eseri var. En geniş ve fikirlerini tam görebildiğimiz eseri Makalât. "Makalât-ı Hacı Bektâş-ı Velî el-Horasânî."
Makalât biliyorsunuz, makaleler demek. Makale de, filânca gazetenin başyazısı mânâsına, fikir yazısı mânâsına değil; bir konuda söylenmiş bazı sözler, fikirler demek. Makalât da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin çeşitli konulardaki fikirlerini toplayan bir eser. Ama kompilasyon değil, toplama değil; eserin bir bütünlüğü var. Çünkü, bazı bölümlerde diyor ki, "Şimdi şu konuda bunu kısaca söylüyorum, ilerde anlatacağım." diyor. Demek ki eserin, yazarın kaleminden çıkmış bir bütünlüğü var.
Makalât'ın aslı Arapça imiş. Kütüphanelerde incelediğimiz zaman, Makalât'ın Türçe tercümesinin iki şeklini görüyoruz: Birisi manzum tercüme... O Denizli'nin Honaz kasabasından gelip, İznik'e yerleşmiş olan Hatıboğlu Muhammed'in nazma çektiği, manzum olarak, şiir olarak yazdığı Hacı Bektâş-ı Velî Makalâtı. Bir de, düz yazı halinde, mensur olan Makalât-ı Hacı Bektâş-ı Velî.
Düz yazı halindeki Makalât'ın nüshaları çok. Her kütüphanede birkaç tane bulabilirsiniz ama güvenilir durumda değil. Tabii biz "hangisi güvenilir durumda, hangisi ilâveli, hangisi tam, hangisi doğru" onu araştırdık. Dört beş senemizi harcadık, onu ortaya koymağa çalıştık. Bazı nüshaları karışık, sayfaları karışmış vs.
Şimdi Hacı Bektâş-ı Velî hakkında, nasıl bir insandır, onu anlamak için elimizde Makalât'ı var. Makalât'ını iyice okursak, iyice tahlil edersek; Hacı Bektâş-ı Velî'nin nasıl bir insan olduğu ortaya çıkar.
Hacı Bektâş-ı Velî, namaza saygı var, hacca saygı var. Haccı çok ballandıra ballandıra anlatıyor. Görmüş bir insanın canlı anlatımıyla anlatıyor. Yunus Emre nasılsa, Mevlânâ nasılsa, o da öyle bir kimse. Üçü arasında bir fark yok.
Yunus'la Hacı Bektaş arasında çok net bir benzerlik var. Yunus'un şiirleri, Makalât'taki fikirlerin manzum şekli... Hele hele Yunus'un olduğu sonundaki imzasından ve tarihinden belli olan Er-Risâletün Nushiyye'si, tamâmen Makalât'ın bir bölümünün manzumudur. O kadar... Ve Yunus'un kullandığı terminoloji, tabirler, terimler tamâmen Makalât'ın aynıdır. Makalât'ı okumayan, Yunus'u anlayamaz.
Sonra Hacı Bektâş-ı Velî'nin çok üzerinde durduğu şey, güzel ahlâk... "İnsan ahlâklı olmalı!" diyor. Güzel ahlâkı da; tevâzudur, sabırdır, şükürdür vesâiredir diye sayıyor. "İnsanın içinde güzel ahlâk olmalı, kötü huylar insanın içinden çıkmalı!" diyor. "Hased gibi, buhul gibi, cimrilik gibi, gazab gibi -hani sinirlilik, asabîlik, hop inmek, hop binmek, patlamak, tabakları çanakları havada uçurup kırmak vs.- huylar da kötü huylardır. Bunlar insanın içinde olsa, dışını kaç defa abdest alıp yıkarsa yıkasın temiz olmaz, yine murdardır." diyor Hacı Bektâş-ı Velî...
"Bu kötü huyların insanın içinden çıkması lâzım! Murdar olur bunlar çıkmazsa..." diyor. "Çünkü," diyor, misal veriyor okuyucuları anlasınlar diye: "Bir şişenin içine içki koysalar, ağzını berkitseler, -berkitmek, sımsıkı kapatmak demek- sımsıkı kapatsalar, deryanın kenarına götürseler yıkasalar, yıkasalar, yıkasalar... İsterse on yıl yıkasınlar, yine temiz olmaz. Çünkü içi içkidir, murdardır." diyor. İçki hakkındaki görüşü bu. Yâni, en önemli şeylerden birisi.
İşte Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvuf anlayışı bu. "Sadece namazı, orucu, haccı, zekâtı yapmak yetmez; sadece dünyaya sırt çevirip, ahirete rağbet edip, zikir çekip ibadet tâat yapmak yetmez; insanın ma'rifet ehli olması lâzım! Allah'ı tanıması, Allah'ı tanıyan bir insan olması lâzım; ondan sonra da Allah'ı seven, Allah aşıkı bir kimse olması lâzım!" diyor. tamâmen Yunus'un dediği şeyi söylüyor, tamâmen Mevlânâ'nın dediği şeyi söylüyor. Ve aşkı tasavvufî makamların en yükseği olarak zikrediyor.
İnsanın çok muhterem bir varlık olduğunu, kalbinin çok önemli olduğunu, kimsenin kırılmaması, üzülmemesi gerektiğini, toprak kadar mütevazi olmak gerektiğini, yetmişiki millete hor bakmamak gerektiğini güzel ifadelerle anlatıyor.
Bizim bu Makalât'tan faydalanarak Kültür Bakanlığı bir kitap hazırladı; Makalât'ı vulgarize etti, halkın anlayacağı şekle getirdi. Birisi çıktı Makalât'ın fikirlerini sizin anlayacağınız bir dille neşretti. Bilmiyorum piyasada mevcudu var mı?
Sadeleştirdi güyâ ama, Makalâtı bilmek için çok şeyler lâzım, kolay değil. Arapça bilmek lâzım, Farsça bilmek lâzım, Osmanlıca bilmek lâzım. İslâm dinini bilmek lâzım, hadis-i şerifleri bilmek lâzım ve tasavvufu çok iyi bilmek lâzım! Bir kelimeyi yanlış kullanırsanız, çok yanlış noktalara gidebilir. Oralardan Hacı Bektâş-ı Velî'nin fikirlerini okuyabilirsiniz.
Özetlemek gerekirse; Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin çağdaşı olan, Horasan'dan gelmiş, Nişâpur'lu, Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden bir seyyid olması kuvvetle muhtemel olan -ben onu kabul ediyorum- bir sâde, gösterişsiz, mütevâzi, mübârek zâttır Hacı Bektâş-ı Velî. Sizin İslâm ve din anlayışınız, Kur'an ve sünnet anlayışınız gibi, bizim anlayışımız gibi anlayışa yakın görüşleri olan ve ahlâka çok büyük önem veren ama, ibadetleri hor görmeyen, ibadetleri küçümsemeyen, ibadetleri ihmal etmeyen bir gerçek mübârek zâttır. Hakîkaten velî lakabı isabetle verilmiştir kendisine; Hacı Bektâş-ı Velî'dir.
Hepinize sevgiler.
Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah.