Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-selâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.
Emma bâ’d.
Fe-kâle’n-nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem.
مَنْ بَدَأَ بِالْكَلَامِ قَبْلَ السَّلَامِ فَلَا تُجِيبُوهُ.
Men bedee bi’l-kelâmi kable’s-selâmi fe-lâ tücîbûhü.
Revâhu Ebû Nuaym El-İsfahânî.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Nuaym El-İsfahânî’nin rivayet ettiği şu hadîs-i şerîfinde buyuruyorlar ki;
Men bedee bi’l-kelâmi kable’s-selâmi. "Selam vermeden önce söze başlayan kimseye," fe-lâ tücîbûhü. "Cevap vermeyin." Sözüne karşılık vermeyin. İşte İslam'ın kendine mahsus özelliklerinden birisi. Biz Müslümanız, bizim kendimize yeterli kültürümüz, medeniyetimiz, örfümüz, âdetimiz, ihtiyadımız, zevkimiz, keyfimiz, rengimiz, tadımız var. Özel. Biz Müslümanız, bizim tadımız böyle, görünüşümüz böyle, rengimiz şu. Başka milletlerden farklıyız.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri Mekke-i Mükerreme'yi bıraktı, hicret etti; Medine-i Münevvere'ye gitti. Yeni bir şehir, yeni bir muhit, yeni insanlar.
Acaba ilk önce neden bahsetti?
Orada ne demiştir acaba?
Yeni bir muhite ilk defa gidiyor. Ne demiş olabilir? Meraklı bir konu. Abdullah İbn Selam diye bir Yahudi âlimi vardı. Yahudilerin âlimiydi. Yahudi âlimlerine "ahbâr" deniliyor -noktasız ha ile- ahbâr, yani Yahudi hahamı. Âlim, bilgin kişi demek. El-ahbâr ve'-ruhban.
Ahbâr Yahudilerin hahamları, ruhban Hristiyanların rahipleri. Kur'an-ı Kerîm'de geçen kelimelerden.
Yahudi âlimlerinden, bilginlerinden, Tevrat'ı bilen, Hazreti Musa aleyhisselam’ın tavsiyelerini bilen bir kişi. Medine-i Münevvere'de bir grup teşkil etmişler. Ayrı mahalleleri var. Kaleleri var. Gittik gördük. Siz belki farkına varmadınız. Ama bizi aldılar, götürdüler, işte Yahudilerin kalelerinden bir kale dediler, gezdik gördük. Medine'ye yakın, hurmaların arasında, bahçelerin içinde özel kaleleri var. Biliyorsunuz daha kuzeyde Hayber Kalesi vardı. Medine'nin içinde de ayrı gruplar halinde yaşıyorlardı, zenginlerdi.
Hristiyanlar da, Arabistan'ın muhtelif yerlerinde vardı. Fakat Yahudiler bilhassa Medine'de çoktular. Hristiyanlar daha ziyade Yemen tarafında San’a ve o çevrelerde, sahilde vardı. Oralara Peygamberimizden önceki devrede Bizanslılar Hristiyanlığı götürmüşler, tanıtmışlar.
Şimdi bu Yahudi âlimi, Abdullah İbni Selâm... Selâm oğlu Abdullah. Duymuş. Medine-i Münevvere'ye, Mekke'den bir zat gelmiş. "Ben Peygamberim. Allah bana vahyediyor." diyormuş. İnsanları yeni bir dine davet ediyormuş;
Hristiyanlık değil, Yahudilik değil. Arapların bir kendi dinleri olan putperestlik, müşriklik, Lât’a, Menât’a, Uzzâ’ya tapmak değil. Bu kişi başka bir şeye çağırıyormuş. Bizim bu şehrimize gelmiş, kendi şehrinde duramamış, durdurmamışlar, rahat vermemişler, kabul etmemişler. On üç sene durmuş da, lafı anlayan çıkmamış. Kırk kişi Müslüman olmuş. Onların da herbirisi eza, cefa gördüğü için müşriklerin baskısından rahat etsinler diye; Habeşistan’a göç etmişler, başka kabilelere gitmişler. Tadı kalmamış. Mekke'de Müslümanca yaşama imkanı kalmamış, Medine'ye gelmiş. "Bakalım nasıl bir şahıstır" diye merakla görmeye gidiyor Peygamber Efendimiz’i. Toplantı açık, kapı açık, bir yerde toplanmışlar Efendimiz konuşuyor. Abdullah İbni Selâm kapıdan giriyor. Şöyle bir bakıyor ki gelen zat kim? Konuşan kişi. Falanca yerde, işte şurada duruyor.
وَجْهَهُ ليس بوَجْهِ كَذَّابٍ
Fe-izâ vechühû leyse bi-vechi kezzâbin.
"Yüzüne bir baktım ki, hiç yalancı insan yüzü değil." Peygamber Efendimiz’in yüzünden etkilenmiş, nurundan etkilenmiş. Hiç yalan söyleyecek insan hali yok. Kuru bir iddiayla, boş bir iddiayla, kendisine peygamberlik gelmeden, vahiy gelmeden "ben peygamberim, bana vahiy geliyor" diye yalandan ortaya çıkmış bir insan hali değil. Ciddi, dürüst, nurlu, tatlı, sevimli... Hayran kalmış öyle anlaşılıyor.
Bakmış gönlüne bir ateş düşmüş. Kendisi haham. Yahudi ama gördüğü manzara onu etkilemiş, çarpılmış,tutulmuş, sevgisi gönlüne işlemiş, nurunu sezmiş.
Diyor ki; "Sözüne kulak verdim. Bakalım cemaate ne sözler söylüyor?"
Efendimiz buyuruyormuş ki;
أَفْشُوا السَّلاَمَ بَيْنَكُمْ
Efşü’s-selâme beyneküm.
"Aranıza selamı yayın." Selamı ızhar edin, birbirinize selam verin, selametlik dileyin. "Esselamü aleyküm" deyin. Tabii bu da bir temenni. "Allah'ın selamı üzerine olsun" demek yani. Bildiğinize, bilmediğinize, efşü’s-selâme "selam verin."
وأطعِموا الطعامَ
Ve at’ımü’t-taâme.
"Yemek yedirin." Sofra açın, misafir kabul edin, insanları istifade ettirin. Allah'ın size vermiş olduğu imkanlardan, nimetlerden, zenginliklerden başkaları da istifade etsin. Mecbur değilsiniz ama, ve at'ımü't-taâme "yemek yedirin." mübarekler.
Yunus Emre'nin sözünü hiç unutamıyorum.Yunus Emre yaman adam. Hazmetmiş... İslam'ı almış; hazmetmiş, tam anlamış.
Diyor ki;
"Dürüş kazan, ye, yedir."
Dürüşmek; eski Türkçe'de gayret etmek demek. Dürüş; gayret et, boş durma, gayretsiz olma, tembel olma, haylaz olma, kenarda oturan, pinekleyen, boşta, haylaz olma.
"Dürüş kazan" iş yap, çalış ve kazan. Helalinden çalışıp alnının teriyle, elinin emeğiyle kazan.
"Ye, yedir." Mübarek kendin de ye! Allah sana kazanç verdikten sonra kendin de ye.
"Dürüş kazan, ye yedir." Başkasına da yedir. Rabbenâ hep bana, Rabbenâ hep bana, Rabbenâ hep bana.
Başkaları ne olacak?
Ne olursa olsun, bana ne?
Bu bencil bir zihniyet, bu doğru değil. Dürüş, kazan, ye, yedir.
Kimseye yük olma, helalinden kazan; hem kendin ye, hem de başkalarına yedir. Hem kendin başkalarına yük olma, üstelik de başkalarına sen fayda sağla. Faydalı ol. Faydan olsun.
"Dürüş, kazan, ye yedir.
Bir gönül ele getir."
Bir gönül kazan. Eline bir gönül geçsin. Birisinin gönlünü kazan, gönlünü al, kendine kalbini ısındır, sevgisini celbet, duasını al.
Dürüş, kazan, ye, yedir;
Bir gönül ele getir.
Bin Kâbe'den yeğrektir;
Bir gönül imareti.
Bir gönül yapmak, bin tane Kâbe'den daha kıymetlidir. Kırık bir gönlü yapmak, mahsun bir insanı sevindirmek, aç bir insanı doyurmak, sıkıntıda olan bir insanı sıkıntıdan kurtarmak çok sevaplıdır. Hadîs-i şerîfte var. İnsanın kıymeti çok fazla. İnsan gönlünün kıymeti daha fazla.
Peygamber Efendimiz Kâbe-i Müşerrefeye hitaben bu sözü söylemiş:
"Allah'a yemin ederim ki müminin gönlü, Allah indinde senden kıymetlidir" diyor. Müminin gönlü kıymetli. Gönül bu! Kalp bu! Önemli bir şey yani.
Bak Yunus ne güzel anlamış; "dürüş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir." Kalp kırma. Gönül kazan, gönül ele getir. Çünkü "gönül yapmak, bin Kâbe'den daha kıymetlidir" diyor. Dereceleri böyle kazanmışlar, birlik ve beraberliği böyle sağlamışlar, böyle ilerlemişler, böyle yükselmişler, Allah'ın lütfuna böyle ermişler.
Küçücük bir devletçikken, koca bir imparatorluk nasıl olunur?
Bu sevgiyle olunur.
Bu sevgiyi, insanların arasına, harcına, mayasına kattın mı; sevgiyle birbirine bağlı, betondan kuvvetli bir şey ortaya çıkar, cemiyet ortaya çıkar.
كَاَنَّهُمْ بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ
Ke-ennehüm bünyânün mersûsun. Saff Suresi 4. Ayet
Birbirlerine kilitlenmiş duvar gibi insanlar... Sapasağlam, kale duvarı gibi metin, sağlam... Deniz dalgası gelse çarpar dağılır, gider. Rüzgar gelse, döner gider. Top gelse, tesir etmez.
Ke-ennehüm bünyânün mersûsun.
Böyle sağlam!
Neden?
Sevgiyle birbirlerine bağlanmışlar; kardeşim yaşasın, kardeşim rahat etsin, kardeşim yesin, kardeşim memnun olsun, kardeşimin gönlü hoş olsun. Allah sabredenlere büyük sevap veriyormuş "Ben sabredeyim, onun gönlü hoş olsun." Böyle çalışmış.
Şimdikiler nasıl çalışıyor?
Ben rahat edeyim, başkası ne yaparsa yapsın. Ayaklarını, başkasının omuzlarına, kafalarına basıp geziyor.
Harem-i şerifte, Mina'daki Muaysem tüneli hadisesinde; insanlar kenetlenmiş, önden gelenler gelmiş, arkadan gelenler gelmiş, ortadakiler sıkışmış nefes alamıyorlar. O da yetmiyormuş gibi bir de kafalarında insanlar geziyor. Kendisini kurtarabilen, sıyırabilen; insanlara basarak gidiyor. Neden?
Nefsi, nefsi zamanı. Can, benim canım... Herkes canının telaşına düşmüş, kimseye bakmıyor. Karısı kalabalığın içinde sıkışmış, karısını tutuyor 'ha gayret et' diyor. Çekiyor çekiyor... Kalabalığın içinde aşağıda kimler var belli değil, ayaklar nasıl dolaşmış belli değil, karısını çıkartamıyor. Karısı canlı. O, ona bakıyor. O, karısına bakıyor. Canı gidiyor, içi gidiyor "ya ben bu karımla hacca geldim bu kalabalığın içinde ne olacak?"
Kadın boynunu büküyor "çıkamayacağım bari sen kendini kurtar." diyor. Koca kalkıyor gidiyor. Can, benim can... Manzaranın dehşetine bakın! Olan şeylere bakın!
Herkes şimdi "can benim can" diyor. Bu toplumdan bir hayır gelmez. Ama "kardeşimin gönlü hoş olsun. Ben sabrederim ziyanı yok." diyen toplumdan imparatorluk çıkar.
Dünyaya hakim kılan Allah'tır. Ey benim sevgili kulum; sen madem güzel duruyorsun, madem tatlı dillisin, madem sabırlısın, madem sevimlisin. Ben sana verdim, al. Ben sana ikram eyledim, al. Devlet senin, nimet senin, izzet senin, itibar senin, mevki senin, makam senin... Allah neden veriyor?
Tevazuundan veriyor.
من تواضع لله رفعه الله
Men tevâda’a lillâhi rafe’ahullâh.
"Kim Allah için mütevazı olursa, tevazu yolunu seçerse; Allah onu yükseltir, onu aşağıda bırakmaz." Mütevazı olanı yükseltir.
Medine-i Münevvere'de, Zekeriya Kandehlevî’yi ziyaret ettim. Adamcağız mütevazi, sessiz, sedasız. Yanına gittim, selam verdim, elini öptüm. Öyle padişah gibi tahta kurulmuş, mutaazzım bir insan değil. Bir topluluğun lideri ama mütevazi. Âlim öyle olur. Kâmil öyle olur. Hakiki mümin öyle olur.
Şimdi işte Peygamber Efendimiz öyle diyormuş. Ef'şüs-selâme "Selamı yayın." Mübarekler birbirinize selam verin. Başınızı çevirip geçmeyin, birbirinizi sevin, tanışın, bilişin.
At’ımü’t-ta’âme. "Birbirinize yemek yedirin." Sen kendin oturursun bir kuzuyu yersin; yediğini yersin, yemediğini çöpe atarsın. Böyle yapma! Birkaç arkadaş getir.
Peygamber Efendimiz; "ne kötü düğün yemeğidir o düğün yemeği ki; hep zenginler çağırılır da fakirler çağrılmaz." Ne fena düğün yemeğidir. Hep zenginlik... "Falan adam gelsin, filanca zengin gelsin. Filanca kabile başkanı gelsin. Filanca devlet reisi gelsin, filanca itibarlı insan gelsin." Fakirler... "Durun, git, kenara çekil, çekil, çekil, çekil yanaşma. Burada büyük insanlar var." Olmaz!
"Ne kötü yemektir, böyle bir ziyafet ne kadar fenadır." diyor.
Fakirler çağrılmıyor, sadece zenginler çağrılıyor. Yahu zengin, bu ziyafetlerin âlâsını evinde her zaman yiyor. Şu fakir; ayda, yılda bakalım bir lokma buluyor mu? Bırak da o yesin.
Hayır. O fakir. Onun üstü, elbisesi perişan.
Ama Allah'ın kimi sevdiği belli olmaz ki. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
"Öyle üstü başı tozlu topraklı, saçı başı dağınık, dış görünüşü perişan insan vardır ki; söz söylese kimse sözünü dinlemez. Kız istese kimse kızını vermez. Hiç kimse itibar etmez. Ama Allah indinde sevgili kuldur. Yemin etse; Allah 'onun yemini doğru çıksın boşa gitmesin' diye onun istediği şeyi yapar."
لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللهِ لَأَبَرَّهُ
Lev akseme ‘alallahi le-ebarrahû.
"Bir konuda bir yemin etse" Yarın şöyle olacak.
Ne biliyorsun? Yarının sahibi sen misin?
"Öyle olacak" dese Allah onun hatırı için o işi öyle yapar.
Neden?
Seviyor.
إِنَّ اللهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ، وَلٰكِنْ إِنَّمَا يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ. حم م هـ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، وَأَبُو بَكْرٍ فِي "الْغَيْلَانِيَّاتِ" عَنْ أَبِي أُمَامَةَ.
İnnallâhe lâ yenzuru ilâ suvereküm ve emvâliküm.
Allah sizin dış görünüşünüze, elbisenize bakmaz ki. Mevkinize, makamınıza bakmaz ki. Kesenizde ne kadar para var diye ona bakmaz ki.
Ve lâkin [innemâ] yenzuru ilâ kulûbiküm ve a'mâliküm.
Gönlünüze bakar. Gönlünüz temiz mi?
Amellerinize bakar; amelleriniz, işleriniz, icraatınız güzel mi diye ona bakar.
Onun için dürüş, kazan, ye, yedir. Peygamber Efendimiz "Selamı söyle, yemek yedir." diyor. Bu ikisi hep tanışmayla ilgili. Muhabbetle ilgili.
Selam vereceksin, tanışacaksın ondan sonra evine davet edeceksin, muhabbet takviye olacak. Kardeşlik gelişecek, dostluk pekişecek. Bak, ilk önce onu söylemiş. "Selam verin, yemek yedirin."
Sonra?
وصلوا بالليل والناس نيام.
Ve sallû bi’l-leyli ve'n-nâsü niyâmün.
"İnsanlar uykudayken, geceleyin kalkın da gece namazı kılın." Teheccüd namazı kılın. Tenhalarda, gecelerde yanın, yakılın, yalvarın, gözyaşı dökün, zikredin, tesbih çekin. O vaktin içinde Rabbınızla baş başa olun, Rabbınıza dua edin, ibadet edin, hayra erin diye gece ibadetini tavsiye etmiş.
Bak üç tane tavsiye; selam ver, yemek yedir, gece ibadetini kaçırma.
Selam verecek, tanışacak. Ziyafet çekecek, muhabbetlik pekişecek, muhabbet artacak. Çünkü muhabbet oldu mu Allah seviyor. İki Müslüman birbirlerini Allah rızası için severse,
حَقَّتْ مَحَبَّتِي لِلْمُتَحَابِّينَ فِيَّ...
Hakkat mahabbetî li’l-mütehâbbîne fiyye.
"Benim için birbirleriyle dost olup ahbaplık kuran insanlara benim sevgim, muhabbetim hak olur." Ben de onları severim.
"Siz birbirinizi Allah için benim için seviyor musunuz?"
"Seviyoruz, sevdik. Arkadaşlığı onun için kurduk. Onun için birbirimizle dost olduk."
"Ben de sizi sevdim diye." sevdiğini bildiriyor Hadîs-i Kutsî'de.
Onun için selam çok önemli. İslâm'da selâm çok önemli.
Burada okuduğumuz hadîs-i şerîfte Efendimiz diyor ki;
Men bedee bi’l-kelâmi kable’s-selâmi.
"Konuşmadan evvel söze başlayana cevap vermeyin." Sözüne karşılık vermeyin. Önce selamı öğrensin. 'Esselâmü aleyküm ve rahmetullâh' desin ondan sonra. Önemli! "Cevap vermeyin." diyor. Adam sana bir şey soracak. Duracaksın. "Cevap ver." Efendimiz "cevap vermeyin" buyuruyor.
İstersen ver. "Vermeyin" diyor. Verirsen Resûlullah'ın tavsiyesine aykırı olur. Öğrensin! Selam vermeyi öğrensin, selamet dilemeyi öğrensin, karşındaki Müslüman'ın iyiliğini istemeyi öğrensin, âdâb-ı muâşereti öğrensin, nezaketi öğrensin, sözün nereden başlayıp nereden biteceğini öğrensin.
"Esselâmü aleyküm ve rahmetullâh." 'Esselâmü aleyküm' derse on sevap alır. 'Esselâmü aleyküm ve rahmetullâh' derse yirmi sevap alır. 'Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû' derse otuz sevap alır. Arttırdıkça sevabı artıyor. Ötekisi de size cevap verince o da sevabı kazanmış oluyor.
Şimdi bizim bir profesör talebemiz, doçent iken Malezya'ya çağırmışlar. Bir toplantıya gitmiş. Kendisinin ingilizcesi güzel. Orada İngiltere'den tanıştığı arkadaşları da varmış. Arkadaşının bir tanesi de Malezya'daki bir üniversitenin rektörüymüş. Gitmişler odasında oturuyorlarmış.
"Londra'da neydi o günler? Talebelik çağında nasıl beraber gezdik? Sen nasılsın?"
"Ben iyiyim. Sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim."
Sohbet ederlerken kapıdan talebenin birisi girmiş "sayın hocam" filan diye rektörden bir şey isteyecek. Rektör "çık dışarı" demiş. Adam şaşırmış, çocuk şaşırmış. "Çık dışarı evladım. Dışarı çık, kapıyı kapat ondan sonra kapıyı yeniden aç. 'Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi' de ondan sonra sözünü söyle." Çocuğu dışarıya çıkartmış. Çocuk kapıyı kapatmış, tekrar kapıyı açmış 'esselâmü aleyküm ve rahmetullâh' demiş öyle girmiş.
Niye böyle yaptı?
Demek ki; o rektör bu hadîs-i şerîfi biliyordu. Biliyordu ki ondan yaptı. Çünkü Resûlullah'ın bize öğretmek istediği şeyleri yapacağız. Bunlarda çok hayırlar var, çok feyizler var, çok bereketler var. Ama seziyoruz ki, dostluk güzel olduğundan bunların mükâfatı. Selam, dostluğun kapısı, anahtarı oluyor. İlk işareti oluyor.
Hocamız rahmetullahi aleyh Mehmet Zahid Efendimiz misal olarak derdi ki;
Mesela adamın birisi düşmüş denize. Kayalık bir yerde, derin bir yerde aşağıda çırpınıyor. Denize düşmüş, sen de oradan geçiyorsun "Esselâmü aleyküm ve rahmetullâh. Hadi Allah'a ısmarladık." diyorsun. Olur mu?
Olmaz.
Esselâmü aleyküm. Yani "Allah'ın selamı üzerine olsun. Selamette ol, esenlikte ol." Adam, selamette değil ki, suyun içinde. Biraz sonra boğulacak. "Selamette ol. Hadi Allah kurtarsın. Allah'a ısmarladık." Hocamız "böyle bir şey olmaz" derdi. Orada selam, ona ip atıp onu kurtarmaktır. Elini uzatıp oradan çekmektir.
Muhterem kardeşlerim;
Selam, sadece kuru bir sözden ibaret değildir.
"Esselâmü aleyküm. Hadi Allah'a ısmarladık."
"Dur! Ne acele ediyorsun?"
Şu selamı gönlünden ver bakalım. Gönlünden onun selametliğini iste, gönlünden onun esenliğini iste, gönlünden onun dünya ve ahiret saadetine ermesini iste bakalım. Laf olsun diye, seremoni olsun diye, merasim olsun diye, adet yerine gelsin diye 'Esselâmü aleyküm' diyor. 'Esselâmü aleyküm' diyor, içinde ne yeller, ne fırtınalar esiyor. Düşman, kızgın, kırgın, hasım, hasetçi... 'Esselâmü aleyküm.'
Senin selamın başına çalınsın. Sen selamı söylemiyorsun; kalbin başka, için başka, dilin başka... Öyle şey olmaz! Selamı dileyeceksin, temenni edeceksin. "Allah sana selamet versin. Allah sana selamet versin."
İbrahim aleyhisselam ne diyor?
Azer, babası veya babalığı... Amcası olup da babası gibi, onu yetiştiren Âzer'e "Esselamünaleyküm." "Allah sana selamet versin." diyor. Puta tapıyor.
سَاَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبّ۪يۜ
Se-estağfiru leke rabbî. [1]
"Sizin için Rabbimden hayırlar isteyeceğim" filan diyor. İyi bir dilekle onun hidayette olmasını istiyor, nasihat ediyor.
Diyor ki;
يَٓا اَبَتِ
Yâ ebeti. [2]
"Ey benim babacığım." Ey babalığım bu malzemeyi elinle yapmadın. Dağdan odun geldi; kestin, put oldu. Dağdan taş geldi; yonttun, put oldu. Ondan sonra satacaksın. İrili ufaklı, daha büyüklü, daha büyüklü.... Adam müşteri gelecek; "Buyur putlardan hangisini istersen al. Yonttum. Hepsi hazır. Al bakalım hangisini?"
"Aldım. Şu putu beğendim."
Onu alacak, karşısına koyacak ondan sonra ondan bir şey dileyecek. Ona tapınacak.
Böyle dangalaklık olur mu?
Böyle şey olur mu?
Niye elinle yaptığın, sana bir fayda sağlamayan, sözünü işitmeyen, sana cevap veremeyen senin yonttuğun bir malzeme parçasına niye tapınıyorsun?
"Bana tabi ol" diyor. Kendisi küçük, ötekisi büyük. Bu oğulluk, o babalık ama ne diyor?
İ’ttebi’nî. "Bana tabi ol. Çünkü ben Allah'ın peygamberiyim." diyor. Demek ki bir insan, Allah'ın vazifeli kulu olunca yaş bahis konusu olmaz. Yaş bahis konusu olmaz, öteki ona tabi olacak.
Öteki ona hürmet edecek.
Birisi Peygamber Efendimiz'in ne zaman doğduğunu merak etti. Sahabeden bir zata sordu. "Resûlullah Efendimiz mi büyük, sen mi büyüksün? Yaşınız nasıl? Akran gibisiniz. Seneleriniz, doğum seneleriniz aynı mı?" falan dedi. O sahabenin cevabı çok hoşuma gidiyor, bayılıyorum. Allah şefaatine erdirsin. "Resûlullah benden büyük. Şüphe yok ki Resûlullah benden büyük. Ama ben ondan iki yaş yaşlıyım." diyor. Cevabın güzelliğine bak!
"Resûlullah şüphesiz benden daha büyük ama, ben ondan iki yaş daha yaşlıyım." diyor. "Ben Resûlullah'tan büyüğüm" demiyor. Edebe bak, terbiyeye bak, sevgiye bak, saygıya bak.
İbrahim aleyhisselam da babalığına diyor ki;
فَاتَّبِعْن۪ٓي اَهْدِكَ صِرَاطًا سَوِيًّا ﴿٤٣﴾
Fe’ttebi’nî ehdike sırâtan seviyyen. [3]
"Doğru hak yola, sıratı müstakime, bana tabi olursan; sana kılavuzluk ederim, hak yola götürürüm, Hakk'ı anlatırım. İnadı bırak! Bu putları yapma, bu putlara tapma. Bu kafayı değiştir bana tabi ol. Benim talebem ol." diyor.
Bunda ayıp yok! Günah yok! Yaş küçük olabilir. Hocalar da öyledir.
Hâlid El-Bağdâdî Efendimiz, otuz küsür yaşında şeyh olmuş
Bu yaş meselesi değil, Allah'ın bir ikramı, bir vazifesi. Onun da yükü ağır, onun da işi zor. Otuz yaşında olur, altmış yaşındaki insan ona tabi olur. Babası, ona tabi olur. Dedesi, ona tabi olur.
Bu iş başka bir iş. Peygamberlik de öyle.
Peygamberlik geldiğinde, hazreti Abbâs Peygamber Efendimiz'e tabi oldu. Yaşça büyüktü; amcasıydı, babası yerindeydi, babasının hatırasıydı.
Büyük amca veya büyük ağabey baba yerine gelir. Önemli! Ama ona tabi oldu, hepsi ona tabi oldu. Bu iş böyledir.
Demek ki muhterem kardeşlerim;
Selamla ilgili hadîs-i şerîften böyle çeşitli konulara atlayarak meseleyi biraz izah etmeye çalıştık.
Selam önemlidir. Selam dostluğun ilk anahtarıdır ve sevaplıdır.
O kadar sevaplıdır ki; birgün Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah radıyallahu anhuma -Allah kendisine de, babasına da rahmet eylesin, şefaatine erdirsin- bir arkadaşına "hadi kalk. Seninle çarşıya pazara gidelim, kalk." diyor.
"Ey Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah, ben senin huyunu bilirim, ben seni tanırım. Sen çarşıyı, pazarı seven bir insan değilsin. Çarşıda yalan yere yemin edilir, müşteri aldatılır, mallar eksik tartılır, Allah'ın rızasına aykırı bir sürü iş olur. Sen orayı sevmezsin. Çarşı şeytanın cirit attığı, oynadığı, kaynaştığı bir yer. Sen orayı sevmezsin. Şimdi niye gitmek istiyorsun? Bir de beni teşvik ediyorsun. 'Kalk çarşıya beraber gidelim' diye niye teşvik ediyorsun?"
Yakalandı. Ötekisi yakaladı. Cevap vermeye mecbur kalıyor.
"Yahu mübarek orada insan çoktur; selam veririz, sevap kazanırız." diyor. Çarşı, pazar kalabalık ya... Gördüğüne selam verecek; Esselâmü aleyküm ve rahmetullâh. Esselâmü aleyküm verahmetullâh.
Maksat çarşıdan alışveriş yapmak değil. Selam vermek, sevap kazanmak. Kalabalık... Sokakta yürüse; iki tane, üç tane adam görecek "selamün aleyküm" diyecek. Sevabı az olacak. Çarşıda çok selam verince sevabı çok olacak. "Yürü çarşıya gidelim." diyor.
Dişini sıkacak, sabredecek. Kalabalık orada fazla olduğu için selam verecek. Ne güzel! Zihniyetler nasıl değişik!
Hazreti Ömer'in oğlu, çarşıda alışveriş yaparmış, iyi pazarlık yaparmış. Sıkı pazarlık yaparmış.
Bir keresinde böyle bir pazarlığa, bir yakını bakmış "Bu kadar da sıkmasa, bu kadar da pazarlığı sıkı yapmasa" diye canı istememiş. "Cimrilik gibi oluyor. Bu Hazreti Ömer'in oğluna yakışmıyor" filan gibi düşünmüş. "Bırak işte biraz da o kâr etsin. Niye bu kadar sıkı pazarlık yapıyor"
O pazarlıktan sonra takip etmiş, mahalle arasına girmiş. Bir adamın yanına yanaşmış, ondan sonra yanından ayrılmış. O yanaştığı, adamın yanına gitmiş.
"Hazreti Ömer'in oğlu sana ne yaptı?" Yanında birazcık durdu, oyalandı gitti. "Para verdi."
Bu işi, cimriliğinden yapmıyor. Alışverişte pazarlık yapılır ondan yapıyor. Ama öbür tarafta gene hayrı, yapacağı kimseye hayrı yapıyor. Para cebinde para çok olsun diye yapmıyor. Parayı gene veriyor. Mübarekler, ticareti hayır için yapıyorlar, pazarlığı hayır için yapıyorlar, çarşıya hayır için çıkıyorlar, vereceklerini yine hayır için veriyorlar.
Şimdi çok sevdiğim büyüklerimizden, tasavvuf erbabının meşhurlarından Abdullah İbn Mübarek hazretleri var. Büyük hadîs âlimi. Kalın bir hadîs kitabı yazmış. 'Kitabü’z-zühd ve'r-rekâik' diye meşhur bir hadîs kitabı yazmış. İmam-ı Âzam zamanında yaşamış.
Hadîs ilmi sevap. Peygamber Efendimiz'in hadisleri feyizli, bereketli... Onun için hadîs âlimi. Hadisle meşgul oluyor, ilim öğretiyor. Öğrendiği hadîsleri başkalarına nakil ve rivayet ediyor. İlim faaliyetinde bulunuyor oradan sevap kazanıyor.
Bir sene böyle ilim öğretirmiş. Bir sene beldesinden çıkar, kervanla ticaret yaparmış gelirmiş. Diyelim ki; Kervanıyla Horasan'dan çıkıyor, Şam'a Mısır'a geliyor. Oradan mal alıyor, topluyor, Horasan'a getiriyor. Üç ay gitmek, üç ay gelmek, dört ay gelmek, filanca yerde şu kadar kalmak... Bir sene geçiyor.
Bir sene ilim öğretirmiş. Bir sene ticaret yaparmış. Bir sene de gazaya, cihada, savaşa gidermiş.
Neden?
Ticarette sevap. Bir sene hacca gidermiş, hac da sevap. İlim de sevap. Savaş da sevap. Hepsini Allah için yapıyor. Her çeşidinden faydalanıyor. Doktorlar bilimsel bakımdan "insanın yeknesak aynı gıdayı yemesi doğru değildir. Çeşitli gıdaları yemesi iyidir." diyorlar.
Bazen etli, bazen sütlü, bazen sebze, bazen tatlı, bazen meyve, bazen yemek, bazen sıcak, bazen soğuk... İşte böyle çeşitli olunca; çeşitli vitaminler, çeşitli maddeler vücutta kazanılmış oluyor. Sıhhatli bir beslenme oluyor.
Hep aynı şeyi yese, hep aynı gıdayı yiyenlerde bazı hastalıklar başlıyor. Mesela adam hep pirinç yiyor; diş etlerinden piyero hastalığı başlıyor. Acımaya başlıyor, diş etleri kanamaya başlıyor. Hep et yiyor; protein fazlalığından ayağında gut hastalığı oluyor. Çok tuzlu yiyor; şu rahatsızlık oluyor. Hep sebze yiyor; bu rahatsızlık oluyor filan.
O mübarekler de çeşitli sevapların hepsinden istifade etmeyi stemişler. "Efendimiz hangi sevaplı şeyi söylemişse hepsini yapmış olalım" diye herbirini ayrı ayrı yapmışlar.
Allah bizi de onların yolunda eylesin. Bizi de sevdiği kullarından eylesin. İki cihanda aziz eylesin.
Ve bi-hürmeti esrârı sûrati’l-Fâtiha.
[1] 19/Meryem 47.
[2] 19/Meryem 42-45.
[3] 19/Meryem 43.