Okuyup dinî bir konuşma yapalım. Bildiklerimizin tekrarı olur, bilmeyenler bir şeyler öğrenmiş olur diye.
Biliyorsunuz Kur’an-ı Kerim’de zikirle ilgili pek çok ayet-i kerime var. Zikretmek, Allah’ı zikretmekle ilgili 80 küsür olduğunu birisi söylemişti ben kendim sayarak tahkik etmedim. Aslında sayabilirim ama hiç sayma fırsatım olmadı. Fakat çok yani seksen küsür yerde zikrin geçmesi, büyük güzel bir rakam. İşin ehemmiyetini gösteriyor. Bu ayetlerden en meşhurlarının üç tanesini okuyalım. Ondan sonra hadis-i şeriflere geçelim.
Kâle’llâhu teâlâ tebâreke ve’t-teâlâ fî kitâbihî’l-kerîm.
Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Yâ eyyuhe’llezîne âmenû’z-kurullâhe zikran kesîran ve sebbihûhu bukraten ve asîlâ.” Ahzab Suresi 41 ve 42. ayet- kerimeler.
Burada Allahu Teâlâ Hazretleri, müminlere hitaben buyuruyor ki, “Yâ eyyuhe’llezîne âmenû” Ey iman edenler. “uzkurullâhe zikran kesîrâ” Allah’ın çok zikrediniz, ama çok zikir ile zikrediniz. Az değil, çok zikrediniz. “ve sebbihûhu bukraten ve asîlâ.” Sabahleyin ve akşamleyin tespih eyleyiniz, O’na.
Şimdi tabii ayetlerin tefsirine geçmiyoruz. Ama başka ayet-i kerimelerle hemen şöyle bir hatırlama babında söyleyelim.
Münafıkların sıfatlarında sayılırken Kur’an-ı Kerim’de,
“İzâ kâmû ve’s-salâti kâmû kusâlâ yurâûne’n-nâse ve yezkurûne’llâhe illâ galîlâ.” Diye buyuruluyor. Münafıklar namaza kalktıkları zaman, tembel tembel kalkarlar. İstekleri yok ama ne yapsınlar toplum baskı yapıyor. Mecburen kalkıyorlar.
“yurâûne’n-nâse” insanlara mürayilik yaparlar. Riya içlerinden gelmediği için riya ile yapıyorlar. Mürayilik yaparlar.
“ve yezkurûne’llâhe” Allah’ı zikretmezler.
“illâ galîlâ” ancak az zikrederler. Yani çok az zikrederler. Demek ki Allah’ı az zikretmek, münafıkların sıfatı olarak Kur’an-ı Kerim’de geçiyor. Biz müminlere de Allah’ı çok zikretmemiz emrolunuyor.
Başka bir ayet-i kerime, “ve’z-kurullâhe kesîra’lleallekum tuflihûn” bunu bileceksiniz. Cuma Suresi’nin sondan bir önceki ayet-i kerimesinde de geçiyor, Enfal Suresi 45. ayette de geçer. “ve’z-kurullâhe kesîran” Allah’ı çok zikrediniz ki, “leallekum tuflihûn” ki felaha eresiniz. Demek ki felaha ermenin sebebi. Sonunda felah bulmanın iflah olmanın sebebidir zikir.
Cuma Suresi’nde de öyle buyuruluyor. “ve’z-zâkirîne’llâhe kesîran ve zâkirâ’d-dîn” diye ayetler var. Demek ki mümin zikri çok yapacak.
Başka, “Ellezîne yezkurûne’llâhe kıyâmen ve ku’ûden ve alâ cunûbihim” Bu da Ali İmran’ın 191. ayet-i kerimesi. Müminlerin sıfatları anlatılırken, “Onlar o kimselerdir ki; Allah’ı ayakta da, oturur vaziyette de, yatar vaziyette de zikrederler.” Tabii insan yaşamında bu üç halden birisinde bulunur. Ya ayaktadır, geziyordur çarşıda pazarda sokakta veya evde dolaşıyordur. Ya oturuyordur, bizim şimdi yaptığımız gibi. Ya da en uzun istirahat en koyu istirahat şekli, yatmaktır. Ama Müslümanlar; ayakta da, otururken de, yanları üzere uzanmış durumda iken de Allah’ı zikreden kimselerdir diye sıfatları böyle anlatılıyor.
Bunları kısaca böyle ifade ettikten sonra hadis-i şeriflere geçiyoruz.
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz buyurdular ki,
“An Ebî’d-Derdâ radiyallâhu anhu.” Ebû’d-Derdâ radıyallahuanh’ın rivayet ettiğine göre,
“Elâ unebbiukum bi hayri âmâlikum ve izkâhâ ve inde melikikum ve erfa’ihâ fî derâcâtikum ve hayrun lekum. Min infâki’z-zehebi ve’l-veriki ve hayrin lekum min telekkav aduvvukum ve tedribu a’nâkahum ve yedribu a’nâkakum. Kâlû belâ Yâ Rasûlullâh. Kâle zikrullâh.”
Tirmizî rivayet etmiş, İbn-i Mâce rivayet etmiş, Hâkim rivayet etmiş bu hadis-i şerifin, isnatları sahihtir deniliyor.
Manasını Türkçesini ifade edelim. Peygamber Efendimiz, sallallahu aleyhi vessellem buyuruyor ki :
“Elâ unebbiukum bi hayri âmâlikum” Ben sizin yaptığınız ibadetlerin, amellerin, amal-i salihanızın, en hayırlısını size haber vereyim mi?
Başka. En hayırlı, “hayri âmâlikum” başka,
“ve ezkâhâ inde melîkikum” sizin melikiniz olan Melik-i Muktedir olan, mâlik-i yevmi’d-dîn olan, semavatın arzın sahibi olan Rabbinizin yanında, en pak ibadet olan ibadeti size haber vereyim mi? En temiz ibadet, en geçerli, en halis ibadet. Başka,
“ve erfa’ihâ fî derâcâtikum” sizin derecelendirilmenizde, en yüksek dereceyi size kazandıran bir ibadeti size haber vereyim mi?
Yani bir ibadeti bildirmeyi, Peygamber Efendimiz soru sorarak, edat-ı tenbih kullanarak böyle başlatıyor. Yani amellerinizin en hayırlısı ve Allah indinde en pak, pırıl pırıl, tertemiz, safi olanı ve derecenizin en yüksek olmasına sebep olan
“ve hayrun lekum min infâki’z-zehebi ve’l-veriki”, ‘zeheb’ altın demek. ‘verik’ re harfi esreli olunca gümüş demek oluyor. ‘varak’ olursa yaprak demek oluyor, ‘verik’ olunca gümüş demek oluyor. Altın ve gümüş infak etmenizden daha sizin için hayır getirici sevap kazandırıcı ibadeti haber vereyim mi?
“Ve hayrin lekum min telekkav aduvvukum” veya “tevkav aduvvekum” sizin düşmanınızla karşılaşmanızdan,
“tedribu a’nâkahum” ve onların boyunlarına kılıç vurmanızdan “ve yedribu a’nâkakum” onların size boyunlarınıza kılıç vurmasından, yani savaşmanızdan daha hayırlı olan bir ameli size haber vereyim mi?
Soru işareti. Yani niye soru soruyor?
Soru, insanların meraklarını tahrik eder, dikkatlerini çeker. Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz; muallimlerin serveri olduğundan, hepimizin başının tacı olduğundan, kullandığı usuller de usullerin en güzelidir. Hepsinden ibret almamız lazım. Doğrudan doğruya söylemiyor. Bilin bakalım, bir şey söyleyeceğim, bilin diye düşünmeye sevk ediyor. Size şu şu şu şu kıymetli sıfatlara sahip olan, en hayırlı yapacağınız ibadeti haber vereyim mi?
“Kâlû belâ Yâ Resulullah.” Yani ver Ya Resulullah, yani istemez miyiz böyle bir şeyi? Ver, bildir, meraklandık, şevklendik. Aşkımız galebe çaldı, filan manasına.
Bir daha vasıflarını şey yapalım. Ne?
“Hayru âmâlikum” işlediğimiz amellerin en hayırlısı bir. Birinci vasfı bu. Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, hacca geliyoruz, umre yapıyoruz, sadaka veriyoruz, vs. amellerin en hayırlısı, bir.
İkincisi Allah-u Teala Hazretleri’nin katında en halisi, en pakı.
Üçüncüsü sizin derecelerinizi, en arttıran sizi yüksek derecelere çıkartanı ve sizin altın-gümüş infak etmenizden sizin için daha hayırlı olanı dört.
Beşincisi düşmanla karşılaşıp cihad yapmanızdan daha hayırlı olanı. Cihattan, farz veya nafile infakta bulunmaktan daha hayırlı olan, derecelerinizi en çok yükselten, Allah indinde en halis en makbul olan ve amellerinizin en hayırlısı olan ameli size haber vereyim mi?
“Kâlû belâ Yâ Rasûlullâh” tabii ver, Ya Resulullah dediler.
Şimdi Arapçada “Belâ” ve “ne’am” evet manasına gelir. Evet manasına gelir ama sorulan sorunun soruş şekline göre şey yapılır. “Elâ unebbiukum” size haber vermeyeyim mi, diye şeklinde soruluyor. Yani size şu şu şu vasıfta en güzel ameli haber vermeyeyim mi size?
Ver Ya Resulullah demek için olumsuz tarzda sorulan… Ben seni seveyim mi, sevmeyeyim mi?
Ben sana hediye vereyim mi yavrum bugün, vermeyeyim mi?
Bazen olumsuz sorarız yani tahrik için. Olumsuz soruya, olumlu istek beyan edilmek gerektiği zaman, tasdik gerektiği zaman “belâ” kullanılır. Olumsuz soruya, o olumsuz şeyin evet, öyle olmasını istiyorum demek gerektiği zaman “belâ” denir. Olumlu soruya evet demek gerektiği zaman “ne’am” denir. “ne’am” evet demek.
Şimdi bunun ne farkı var? Ben size en hayırlı amelinizi haber vermeyeyim mi? “Belâ” haber ver demek. Ama “ne’am” derse evet haber verme demek olur. Farkı bu. İngilizcede de var böyle bir şey. Şimdi İngilizce dersine hiç girmeyelim ama, İngilizcede de Batı dillerinde de böyle şeyler vardır. Sorunun şeyine göre cevap, ters teper bazen.
Mesela Allah-u Teala Hazretleri, ruhlar aleminde ruhları yarattığı zaman onları onlara hitaben, onlara hitap etmiş buyurmuş ki, “ E lestu bi rabbikum?” ben sizin Rabbiniz değil miyim? Olumsuz bak. Değil miyim? Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “E lestu bi rabbikum?” ne demeleri lazım olumsuz soruya. “Belâ, kâlû belâ.” Ne zamandan Müslümansın sen? Kalubela’dan beri müslümanım. Ruhlar aleminde Allah-u Teala Hazretleri bana ve bize insanlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği zaman “Belâ” o zamandan beri müslümanız biz. Ruhlar aleminden beri müslümanız. Ha orada “ne’am” deseydi ne olurdu? Değil miyiz? Kafir olurdu orada. “ne’am” derse ters, yani o olumsuzluğu tasdik manasına geliyor.
Şimdi “kâlû belâ Yâ Rasûlullâh” haber ver Ya Resulullah vermeni istiyoruz.
“Kâlû belâ Yâ Rasûlullâh”, evet Ya Resulullah ver bunu haber bize dediler. Ne olduğunu merak ediyorsunuz siz de. Onlar da merak ediyorlardı her halde.
“Kâle zikrullâh” bu zikrullahtır. Allah’ı zikretmek, bu sıfatlara sahip olan bir ibadettir. Yani ne?
Amellerin en hayırlısıdır, cihattan da üstündür. Hadis-i şerif var. Cihattan da üstündür, sadaka ve zekat vermekten de üstündür, ondan sonra dereceyi en çok arttıran ibadettir. Çünkü insanın gönlünde, aşkullah-muhabbetullah hasıl eder. Zikir; insanın gönlünde aşkullah-muhabbetullah hasıl eder. Zakir, sonunda aşık-ı sadık olur. Zakir olmayan o dereceye ulaşamaz. Allah da kendisini en çok seveni sever. Allah en çok kullarından kimi seviyor? Kendisini en çok seveni seviyor. Yani Allah indinde, mevkinizin makamınızın ne olduğunu merak ediyorsanız, Allah’ın, sizi sevip sevmediğini merak ediyorsanız, sizin gönlünüzde Allah’ın yeri ne? Ona bakın diyor, Peygamber Efendimiz.
Allah’la aran nasıl? Ne haber? Nasılsın, iyi misin, hoş musun? Allah’ı düşünüyor musun, Allah’ın emirini tutuyor musun, Allah yolunda, fedakarlık yapıyor musun? Allah’la şeyin nasıl? İnsanın gece gündüz, herkesin bi işi var, peşinde koştuğu şey var. Talebe, mezun olmak için çalışıyor, tüccar para kazanmak için çalışıyor, partici oy kazanmak için çalışıyor. Herkes bir iş yapıyor. Allah’la aran nasıl? Dayanamıyorum, çok seviyorum, gözlerim yaşarıyor. Tamam işte, sevgin ne kadarsa Allah’a karşı sevgin ne kadarsa, Allah indinde onun da sana sevgisi o kadar.
“Ene inne zanne abdî bi” kulun durumu çok önemli, Rabbine karşı durumu çok önemli. Evet sahihu’l-isnad. Bu mühim bir bilgi bizim için.
İkinci hadis-i şerife geçiyoruz.
“An Ebî Sâidini’l-Hudrîyyi’l radiyallâhu anhu enne Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem suile”
Ebû Sâid el-Hudrî Hazretleri’nden rivayet olunduğuna göre, Peygamber Efendimize soruldu ki ;
“Eyyu’l-ibâdi efdalu ve erfe’u’d-dereceten inde’llâhi yevme’l-kıyâmeh” kulların hangisi en faziletlidir, efdaldir ve en üstündür? “ve erfe’u” derecesi en yüksektir “dereceten inde’llâh” Allah indinde, “yevme’l-kıyâmeh” kıyamet gününde Allah indinde, derecesi en yüksek olan ve en faziletli olan ,efdal olan kul, kulların efdal olanı hangisidir diye soruldu Peygamber Efendimize.
“Kâle ez-zâkirûne’llâhe kesîrâ” Allah’ı çok zikredenlerdir buyurdu, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz. Çok zikretmeyi yine burada “ez-zâkirûne’llâhe kesîrâ” dedi. “ve kîle” ve soruldu ki “Yâ Rasûlullâh ve meni’l-ğâzî fî sebîlillâh” Allah yolunda gaza eden kimdir Ya Resulullah diye soruldu. “Kâle velev darabe bi sevfihî hattâ yenkesira ve yehtadıbe demen lekâne’z-zâkiru efdalu min huve erfe’a efdale minhu ve erfe’a dereceten. Revâhu’t-Tirmizî”
Yani gazi ne oluyor diye sorunca, fî sebîlillâh gaza ne oluyor diye sorunca buyurdu ki, gaza eden kişi kılıcını çalsa vursa, çalsa vursa düşmana “hattâ yenkesira” kılıcı kırılıncaya kadar çarpışsa düşmanla “ve yehtadıbe demen” kandan kıpkırmızı olsa kılıcı kınalansa “lekâne’z-zâkiru efdalu min huve” zikreden ondan daha üstün daha faziletli olurdu. “ve erfe’a dereceten” ve derecesi daha yüksek olurdu.
“Ve an ibn-i Mes’ûdu radiyellâhu anhu, kâle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem” İbn-i Mesûd radıyallahu anh’ın bize rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz bize buyurmuş ki,
“Le en ekûle subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber. Ehabbu ileyye min mâ tale’ad aleyhi’ş-şems”
Müslim rivayet etmiş bunu da meşhur hadis alimi.
Benim ,subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber demem bana üzerine güneşin doğduğu her varlıktan daha sevimlidir. Güneş doğudan doğuyor; denizlere, ovalara, bağlara, bahçelere, saraylara, ekinlere, meyvelere, sebzelere, koylara, körfezlere, her şeye doğuyor, her şeyin üstüne. Üzerine güneşin doğduğu, her şeyden daha sevimlidir, benim subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber demem diyor Peygamber Efendimiz. O da tabii zikirdir bu söz. Müezzinler diyorlar ya salavat getirdikten sonra subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber arkasından da ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm var müezzinlerin dediğinde. O da başka rivayetten geliyor. Yani o her şeyden daha sevimli.
Şöyle bizim bildiğimiz şeylerle kıyas edelim. Topkapı Sarayı’ndan daha kıymetli daha sevimli, Dolmabahçe Sarayı’ndan daha sevimli daha kıymetli. İstemez misiniz boğazdaki Dolmabahçe Sarayı’nın zat-ı alinizin olmasını? Veyahut o sizin olsa, daha ne istersiniz be adamlar mübarekler, Allah’ın mübarek kulları? Yani yetmez mi yahu? Boğazda Dolmabahçe stadyumun önünde, kocaman uzun rıhtımı olan Dolmabahçe sarayı sizin olmuş. Daha ne istiyorsunuz? Bir de Beylerbeyi Sarayı’nı mı istiyorsunuz? Tamam o da, o da o güneşin altında. Daha ne istiyorsun? Topkapı Sarayı’da benim olsun. Ha! Orası bir Marmara’ya bakıyor bir Haliç’e bakıyor burunda. Tamam o da senin olsun. Daha daha? Şurası burası şurası burası hepsinden daha kıymetli olduğunu Peygamber Efendimiz söylüyor.
Tabii buradan demin ki sözle bir bağlantı kurarsak; bak Peygamber Efendimiz neleri, nelerden daha fazla seviyor. Halbuki biz neleri seviyoruz. Ne kadar farklı. Neden, Peygamber Efendimiz’in derecesinin ne kadar yüksek olduğu çıkıyor. Yani Allah’ın şanına kudretine azametine ait dört tane cümleyi söylemek, Subhânellâh, ve’l-hamdu lillâh, ve lâ ilâhe illallâh, v’allâhu ekber. Dört cümle bunlar. Dört cümleyi söylemek; dünyanın ve dünyanın içindeki şeylerin hepsinden daha sevimli. Neden? Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz, muhabbetullah içinde deryasında gark olmuş, sevgisi muhabbeti. İnsan bir şeyi sevdi mi her şeyiyle sever yani Allah’a şeyini gösteriyor.
“Ve an hâiden kâle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem” yine İbn-i Mesûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz buyurmuş ki,
“İnne’l-abde izâ kâle subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber” Kul subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber dediği zaman “kabada aleyhinne melekun fedammehû tahte cenâhihî” bu sözü bir melek yakalar. Kul subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber dediği zaman, bir melek bu şeyi yakalar ve kanatlarının altına alır. Bu sözleri kanatlarının altına alır. “Ve sa’ade bihî’nne” ve onu semaya yükseltmeye başlar. Bu sözleri semaya yükseltmeye başlar.
“felâ yemurru alâ cem’in mine’l-melâikeh illâ kâle mine’l-melâike illâ istağferû li kâilihî’nne hattâ yecî’e bihî’nne veche’r-rahmânu celle ve alâ ve zâlike kabluhû teâlâ ileyhi yes’adu’l-kelimu’t-tayyibu ve emru’s-sâlihu yerfe’u.
Revâhu’l-hâkim ve kâle sahîhu’l-isnâd” Melek bunu kanatlarının altına alıp kucakladıktan sonra, kucaklayıp kanatları altına aldıktan sonra ve onu göklere doğru yükseltirken ne vakit ki meleklerden bir grubun yanından geçiyorsa onlara der ki, “istağfirû li kâilihî’nne” bu sözleri söyleyen için, hadi bakalım istiğfar edin. Allah’tan aff-ı mağfiret dileyin der. Hangi melek grubunun yanından geçiyorsa der ki bak bu götürdüğüm şeyler var ya kanatlarımın altında götürdüğüm bu sözler var ya bunları söyleyene hadi bakalım istiğfar eyleyin, Allah’tan mağfiret dileyin der. “hattâ yecî’e bihî’nne veche’r-rahmân” Cenâb-ı Mevla’nın vech-i pakine huzuruna karşısına bu sözleri getirinceye kadar geçtiği bütün melekler demek ki onu söyleyene tövbe ve istiğfar ederler. Aziz ve Celil olan Allah’ın huzuruna varıncaya kadar.
Bu “ve zâlike kabluhû teâlâ” Kur’an-ı Kerim’deki şu ayet-i kerimenin anlattığı hadisedir:
“ileyhi yes’adu’l-kelimu’t-tayyibu” İşte Cenab-ı Mevla’ya yükselir o güzel söz. Söylenen güzel kelam, Cenab-ı Mevla’ya yükselir.
“ve amelu’s-sâlihu yerfe’uhû” amel-i salih onu yükseltir, oraya.
“Ve an’in Nu’mân’ibni Beşîru’r-radiyellâhu anhu kâle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem.
İnne min mâ tezkurûne min celâlillâhi tesbîhâ ve’t-tehmîd ve’t-tekbîr ve’t-tehlîl yen’atıfne havle’l-arşi lehû’nne deviyyun ke deviyyun nahl. Tezkuru bi sâhibihâ e mâ yuhibbu ehadukum en yekûne lehû men yezkuru bihî”
İbn-i Mâce rivayet etmiş. Hâkim Mustedrek’inde rivayet etmiş ve Müslim’in şartına göre sahih demişler, bu hadis-i şerife.
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz: Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin celaline ve azametine ait sözler olarak söylediğiniz tespihler Subhânallâhlar, tahmidler Elhamdulillâhlar, tekbirler Allâhu Ekber demekler, tehliller Lâ ilâhe illallâh demek, yani Subhânallah, Elhamdulillâh, Allâhu ekber ve Lâ ilâhe illallâh demek
“yen’atıfne havle’l-arş” arşın etrafında, toplaşırlar.
“lehû’nne deviyyun ke deviyyun nahl” arı vızıltısı gibi bunların, böyle sesi çıkar, arşın etrafında bunların sesi çıkar.
“Tezkuru bi sâhibihâ” kendilerini söyleyen kişiyi zikrederler orada. Adını söylerler. Beni Ali Veli hacı falanca bilmem falanca şehirden filanca söyledi diye zikrederler.
“E mâ yuhibbu ehadukum” diyor Peygamber Efendimiz, sizden biriniz istemez mi, canı sevmez mi?
“en yekûne lehû men yezkuru bihî” kendisini zikreden bir varlık olsun o mübarek yerde. Kendisinin adını anan bir varlık olmasını istemez mi yahu sizden biriniz? Arş-ı alanın çevresinde arı gibi dolaşacak vızır vızır bir de sahibinin adını söyleyecek zikredecek sahibini anacak. Yani böyle bir namının arşın çevresinde olmasında istemez mi sizden biriniz?
“Ve an Abdillâh ibn-i Umar radiyallâhu anhumâ enne Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem kâle.
Mâ alâ vechi’l-ardu ehadun ye’kulu subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber illâ kefferet anhu hatâyâhu velev kân emin zebeti’l-bahr”
Hz. Ömer’in oğlu Abdullâh ibn-i Ömer radıyallahu anh’nın rivayet ettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi vessellem buyurmuş ki,
“Mâ alâ vechi’l-ardu ehadun ye’kul” dünyanın üzerinde bir kişi yoktur ki
“subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber” desin de, bu sözleri onun günahlarını aff-ı mağfiret etmesine sebep olmasın. Günahlarına kefaret olmasın bu sözleri. Ne kadar günahı var bu adamı, çoksa da olur mu?
“velev kân emin zebeti’l-bahr” denizdeki köpükler kadar günahı çok olsa bile. Biliyorsunuz deniz dalgalanır, dalgalar çarpışır. Her dalganın üstünde bir sürü köpük vardır. Böyle dalga şey yapınca üzeri dalganın üzerinde bir sürü köpük vardır. Dalgaların sayısı da çoktur “emâcu’l-bihar” da çoktur ama “zebeti’l-bahr” denizin köpükleri çok daha fazladır. Yani ne kadar çok günahı olsa affına sebep olur.
“Ve fî’l-Behakiyyi an Âişete radiyellâhu anhâ ennehû sallallâhu aleyhi ve sellem kâle”
Hz. Aişe’den Beyhâkî isimli alim yazdığına göre Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor ki şöyle buyurmuş ki;
“Mâ min sâ’atin te’muru bi’bni âdeme lem yezkurillâhe fîhâ illâ tehassera aleyhâ yevme’l-kıyâmeh”
Ademoğlunun içinde; Allah’ı anmadan geçirdiği hiçbir vakit yoktur ki, ona kıyamet gününde pişmanlık duymasın. Allah’ı anmadan geçirdiği her an için; pişmanlık duyacak, her vakit için pişmanlık duyacak insanlar.
“Ve an Mu’âzin yerfe’uhû” yine Muâz’â kadar dayanan bir hadise göre buyrulmuş ki;
“leyse yetehasseru ehlu’l-cenneti illâ alâ sâ’atin men let bihim lem yezkurullâh fîhâ”
Cennet ehli, hiçbir şeyden hayıflanmayacaklar. Ancak dünyada zikirsiz geçirdikleri vakitler müstesna, ona hayıflanacaklar. Gafletle, zikirsiz, zikretmeden geçirdikleri vakitlere cennete girdiği halde bile hayıflanacaklar.
Şimdi o zaman, insanın her anında Allah’ı zikretmesi gerekiyor. Bu nasıl olacak?
Şimdi bizim bu akşam okuduğumuz bu hadis-i şerifler, bizim dedelerimiz çok evvelden biliyorlardı. Bizim şeyhlerimiz, mürşid-i kamillerimiz, çok evvelden biliyorlardı. Onlar küçükten okuyorlardı, bunları. Küçük yaşlardan okuyorlardı. Etrafları ilim doluydu, alim doluydu. Küçük yaşta başlıyorlardı, küçük yaşta Kur’an’ı ezberliyorlardı, küçük yaşta fetva vermeye başlıyorlardı. Kürsüye çıkıp fetva veriyorlardı, çocukları futbol oynadığı zamanda. İlkokulun son seneleri gibi çağlarda fetva veren alimler var. Yani onlar, öyle yetişiyorlardı. Bunlar biliyorlardı bu işi. Şimdi madem cennetteki insanlar bile zikirsiz geçen zamanlarına içi yanacak, hayıflanacak. Madem cennette bile. O halde her zamanı zikirle geçirmek lazım.
Bu nasıl olur? Şimdi bunun yollarını insanlara, tasavvufi terbiye hazırlıyor. Nasıl hazırlıyor? Mesela bizim Nakşî Tarikatımızda nasıl sağlanıyor bu?
Müride deniliyor ki; sen şu kadar zikir yap, zikri şurandan çek. Kalbinden dilini damağına daya, kalbinden Allah Allah de. Alıştırıyor. Kalbi, diliyle dudağıyla değil. Yani sessiz sedasız; kimsenin duymayacağı ,anlamayacağı, sezmeyeceği, bir şekilde içinden, Allah de. Sessiz. Şöyle duruyor adam. Bu garibancık niye böyle sessiz duruyor? Oturmuş kenarda uykusu mu gelmiş, gözlerini de kapatmış galiba. Herhalde gece uykusuz kaldı. Uyukluyor galiba. Çok da yaşlı da değil ama. Niye bu böyle? O içinden Allah diyor. Dil, dudak kıpırdamıyor ses yok şey yok. İçinden kalbinden Allah Allah Allah Allah Allah devam ediyor, alıştırıyor bunu. Tarikatımız alıştırıyor. Yani veriyorsun vazifeyi derviş yaptıkça buna alışıyor. Yapmazsa alışmaz. Alışmayınca, ilerlemez.
Hocamızın zamanında bizim ağabeyler, büyük ağabeyler, tarikattan toplanmışlardı. Dert yandılar. “Ya şu kadar zamandır dervişiz, daha güzel bir seviye yakalayamadık” filan diye kendilerinden şey yaptılar. Bende hocamızla kaldığımız bir zaman işte, falanca zamanda arkadaşlarla ağabeylerle oturuyorduk, “böyle dediler dedim” ben. Bakalım ne diyecek hocamız diye onların böyle şeyini naklettim. Cennet mekanı rahmetullâhi aleyhe. Allah makamatını ikramatını ziyade eylesin. Himmetlerine teveccühlerine mazhar eylesin.
Evladım ne yapayım dedi vazifelerini yapmıyorlar dedi. Yani dervişin verilen zikir vazifesini yapması lazım. Neden? Şimdi bak kalbinde Allah Allah demeye alışıyor. Sessiz sedasız çok tabii bir hale geliyor. Böyle birisi konuşuyor ötekisi dinliyor filan böyle sohbette şeyde. O da böyle bakınıyor onlara katılmıyor lafa, kalbinden Allah diyor. Ticaret oluyor. Bana üç metre şu kumaştan ver. Peki takıyor kumaşı çeviriyor bir daha çeviriyor. Üç metre. Alıyor kesiyor. Kalbi Allah demeye devam ediyor.
“Ricâlun lâ turîhim ve lâ ticâretun bey’un alâ zikrillâhi ve ikâmi’s-salâh”
Allah’ın zikrinden, alış veriş şunu bunu mani olmuyor engel olmuyor. Yani tezgahtayken dükkandayken, sokaktayken, vasıtadayken, işteyken, güçteyken, işçiyken, ustayken, ameleyken, kalbi Allah diyor. Çünkü el çalışır. Bizim prensibimiz, kaidemizdir. Bizim Nakşi tarikatımızın kaidesidir.
Eli kârda gönlü yarda olacak. Kâr iş demek, kar iş. Eli kârda olacak, iş yapacak. İşi neyse mesleği neyse onu yapacak. Demirci, bilmem muhasib, hattat, şunu bunu elinin hüneri mesleği sanatı neyse onu yapacak. Eli kârda gönlü yârda. Allah diyecek. Gönlü, Allah Allah diyecek.
Şimdi, bizimkiler sessiz sedasız Allah der. Sonra ne olur? Sonra hocası der ki; oradan o zikri yaptığın gibi, bu sefer şuradan da yap. Buradan kalbin tık tık atıyormuş gibi Allah Allah demeye alıştıktan sonra der ki, şuradan da yap. Buradan da şimdi zikretmeye başlar. Bunlar yerleşir. Sonra der ki, şimdi de şuradan yap. Sırdan yap. Onu da yapar, o da yerleşir. Tıkır tıkır çarklar dönmeye çalışmaya başladı. Sonra, Hafiden yap der. Latife-i Hafiden, oradan da çeker. Sonra Ahfa’dan der. Ondan sonra Nefs-i Nâtıkadan der. Nefs-i Natıka’nın yeri bizde şurası: İki kaşının arası. Önce kalpten başlıyor, nefs-i natıka. Şimdi böyle altı yerden Allah Allah demeye alıştıktan sonra der ki; Nefs-i Küll ile zikret. Sonra der ki bunların hepsini birden çalıştır der. Hepsi birden çalışmaya başlar. Hepsi birden, Allah Allah Allah Allah Allah Allah demeye başlar. Sonra her tarafı zikreder. Parmakları, tırnakları, kılları, etleri, hücreleri, her tarafı zikreder.
Bir hatıraya döneyim buradan; ötesini söylemeden, hocamızla Ahmet Poyraz’ın büyük evinde toplanmıştık. Ankara’nın vaizlerinden Irak’ta tahsil görmüş Osman Şevket Yardımedici, Sami Efendi camiasından. Ama ziyaretine gelmişler hocamızın. “Hocam” dedi. Hocamıza söz açtı yani. Biraz konuşkan bir insan olduğu için, herkes susuyor böyle edeple hocamızın karşısında dururken. “Hocam” dedi; kendisi de vaiz kitapları okumuş, Irak’ta filan bulunmuş, arapçası filan var, hıfzı kuvvetli, kıraati güzel. Böyle doldura doldura güzel Kur’an-ı Kerim okur böyle insanın gönlünü doldurarak.
Dedi hocam Peygamber Efendimiz’in mescidinde namaz kıldığımız zaman “Salâtun fî mescidî hâzâ” benim şu mescidimde kılınan namaz “ke elfi salâtin min mâ sivâhu” başka yerlerde kılınan namazlardan bin misli daha sevaplı deniliyor. Peygamber Efendimizin mescidinde namaz, İstanbul’daki namaza göre bin misli daha fazla. İstanbul’a göre de öyle, Malatya’ya göre de öyle. Nereli iseniz kendi memleketinizi düşünebilirsiniz. Bin misli daha fazla.
“İllâ’l mescîde’l-harâm” bu Mekke’deki mescit müstesna. Burada 100 bin misli. Burada bir namaz kılıyoruz ya, burada bir namaz yüz bin namaz gibidir, başka yerdeki. İstanbul’daki namaz gibi 100 bin tane gibidir.
Ama buranın bir şeyi vardır, muhterem kardeşlerim. Belki ilk günden söylemem lazımdı. Burada sevaplar kat kat olduğu gibi günahlar kat kat fazla yazılır. Burası edep yeridir. Burada insanın gönlünden geçenden dolayı bile günaha girer insan. İstanbul’da olmaz. Burada gönlünü de temiz tutacaksın. Bu beldede, bu belde-i haramda. Burası, Medinetu’r-Rabb’dır. Peygamber Efendimizin bu şehri Medînetu’r-Rasûl. Buranın bir adı tarih kitaplarında geçmiştir. Medînetu’r-Rabb. Alemlerin Rabbinin, mukaddes kıldığı şehirdir burası. Burada gönlünden kötü şey bile geçirmek, olmayacak. O kadar ciddidir. Burası. Ama namazda 100 bin misli fazladır.
Şimdi orada bin misli fazla, burada 100 bin misli fazla, Kudüs-ü Şerif’te 500 misli filan dedi, bunun gibi sevaplı ameller var mıdır dedi Osman Şevket Yardımedici hocamıza sordu. Hocamız sanki onu o konuşturmuş, sanki danışıklı gibi daha böyle sözünü bitirirken ben böyle çevirdim. Hani birisini bir soru sorulduğu zaman, şöyle başını önüne eğer bir tefekkür eder. Gönül aleminden dolaşır bir şey getirir söyler.
Hocamız anında hemen evet dedi. Daha o cümlesinin bitirirken; evet dedi hocamız. Çok seri bir şekilde bila tereddüt hemen evet dedi. Nedir, diye gözleri açıldı şeyin sevincinden, soru soranın. Gözleri açıldı yani, çok sevaplı bir şey öğrenecek; karşısında bir evliya var. Güzel bir şey öğrenecek.
Evladım; dedi insan zikir yapa yapa zikir, bütün vücuduna yayılır, her hücresi Allah demeye başlar. O zaman bir kere Allah dedi mi hücreleri zerreleri sayısınca Allah demiş olur. Onun sevabı en büyük olur dedi.
Şimdi böyle alışıyor insan, hani hiçbir anı zikirsiz geçmeyecek ya. O istenmiyor mu? Bu okuduğumuz hadis-i şeriflerde ne isteniyor? Zikirsiz geçen anına, cennete girse bile hayıflanmayacak mı? Hayıflanacak. E ne yapmak lazım?
Zikirsiz vakit geçirmemek lazım.
Zikirsiz vakit geçirmemeyi, yarın deneyin bakalım. Göreyim sizin baba yiğitliğinizi. Yarın zikirsiz vakit geçirmemeyi deneyin. İşte böyle çalışmayla alışkanlık haline geliyor. Öyle alışkanlık haline geliyor ki, o zaman muntazaman zikir eden bir insan haline geliyor. O hale geldiği zaman da artık, hem çok yüksek bir kul oluyor. Öyle kullar yeryüzünde varken kıyamet kopmayacak. Dünyanın bekasına, direk oluyor. Yeryüzünde Allah diyen insan oldukça kıyamet kopmayacak diyor Peygamber Efendimiz. Öyle Allah diyen öyle Allah diyen oldukça kıyamet kopmayacak.
Atlaya atlaya gidiyoruz aşağıda ooo! Büyük bir bahse geçti.
“Ve fî’z-zikri ekseru min mieti fâideh. Min mietin faidetun.”
Zikirde, yüzden fazla fayda vardır diyor. Zikirde yüzden fazla fayda vardır diyor. Yalnız bu faydaların neler olduğunu kısaca bilin diye bir tanesini okuyacağım. Ötekileri mahsustan okumayacağım, meraklanın diye okumayacağım.
Zikrin faydalarından bir tanesi; şeytanı insanın yanından tard etmesidir. Şeytan insanın yanından tard olunur, zikrettiği zaman. Bir faydası budur. Böylece kişi, nefsini şeytandan koruyabilir zikirle. Zikirle kendisini, şeytandan koruyabilir.
Bu hususta hadis-i şerifler vardır. Zikrullah bir kaledir. Yani nasıl düşmandan korunmak için, eski insanlar kaleler yapmışlarsa, kalelerin içine çekilmişlerse, kapılarını kapattıkları zaman düşman, zarar verememişse onun gibidir. Zikrullah bir kaledir.
Eğer zikrin, bundan başka bir faydası olmasaydı bile, kulun dilini zikirden bir an bile gafil bırakmaması gerekirdi. Tek faydası bu olsaydı bile, zikrullahın tek faydası; şeytandan insanı koruması olsaydı bile, zikir yapılırdı.
“Fe innehû lâ yedhulu aleyhi’l-aduvvu illâ min bâbi’l-ğafleti an zikrillâh”
Çünkü; kulun içine şeytan, ancak zikrullahtan gafil olma yolundan girer. Kul zikrullahtan gafil olunca şeytan kalenin içine girer.
“Li ennehû câsimun alâ kalbi’bni âdeme”
Çünkü şeytan insanın gönlüne kalbine yerleşmiştir.
“fe izâ ğafele vesvese”
zikirden gafil oldu mu şeytan bu sefer vesvesesini çalıştırır, vesvese verir ona.
“ve izâ zekerallâh”
zikir yaptığı zaman Allah’ı zikrettiği zaman ise,
“in hanese ve tesâvera aduvvullâh hattâ yesîra ke’z-zibâb”
Allah’ın düşmanı olan bu şeytan aleyhi’l-leane, zikrillah yapıldığı zaman perişan olur, küçülür hatta bir sinek haline gelir. Ufalır ufalır ufalır güçsüzleşir, bir sinek haline gelir.
“ve bi hâzâ summiye el-vesvâsu’l-hannâs” işte bundan dolayı vesvâsi hannâs diye isimlendirilmiştir diyor.
Tabii başka faydalarını sıralıyor. Zikrin faydaları hakkında bir tanesini söyledik. Burada şey yapıyoruz. Allah-u Teâlâ Hazretleri, cümlemizi; bu çok kıymetli olan ibadete bağlı olanlardan, müdavim olanlardan, gafil olmayanlardan, uzak olmayanlardan eylesin. Zikri çok yapanlardan eylesin.
Fâtihâ-i Şerîfe me’a’l-besmele.