Eûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdü li'llâhi rabbi'l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kema yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedeni’l-Mustafa ve âla âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-ceza’.
Emma bâ'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir alimin, Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin yazmış olduğu, çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtü's-Sûfiyye'yi okuyoruz. Yani tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş bu büyük alim. Ve bu eseri, çok kıymetli bir Mısırlı profesör neşre hazırlamış, çok güzel ilaveler, dipnotlar, açıklamalar yaparak.
Bu Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş olan bir kaynak eser olduğu için, "Tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini, fikirlerini buradan öğrenebiliriz." diye, bu kitabı okuyoruz.
Ey lütfu hoş, kahrı güzel,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.
Ama tabii, kendisinin başına, kendisinin anlayamayıp da hoşlanmadığı bir olay geldiği zaman, kadere rızâ göstermiyor.
Bu nedir?
Bu hamlıktır. Kadere rızâ göstermemek cahilliktir, gafilliktir, hazımsızlıktır, iyi kulluk değildir.
Onun için, hadis-i kudsîde Allah-u Teâlâ Hazretleri buyurmuş ki:
“Benim kaza ve kaderime râzı olmayanlar, çıksınlar benim mülkümden, yarattığım alemden; benden başka bir rab bulsunlar kendilerine, defolsunlar!..”
Nereye gideceksin?
Mülk onun, alem onun, kâinât onun, ondan başka da ma’bud yok. Nereye gidecek?
Yâni kovuyor Allah. Rızâ göstermeyeni kovuyor huzurundan.
Onun için, insanın başına iyi olaylar geldiği zaman, tatlıyken, iyi ibadet edip, iyi müslüman olup da, biraz acılı olaylar geldiği zaman isyan ederse, o insan çok cahillik etmiş olur. Çocuğu hastalanıyor, isyan ediyor. İşi bozuluyor, isyan ediyor. Kendisine bir rahatsızlık geliyor, isyan ediyor. Bir haksızlığa uğruyor, isyan ediyor. Olmadı işte. Böyle kulluk olmaz.
Ne olacak?
Rızâ olacak, teslimiyet olacak Allah’a. Allah’ın hükmüne râzı olacak, teslimiyet gösterecek. Böyle olunca insan, sükûn ve itmînân içinde olur, rahat olur. Neylerse güzel eyler, sıkıntısı yok. Ondan rahatı yok. Çünkü hiç bir şeyden rahatsız olmuyor ki. O çok güzel bir şey.
Bunun misalleri çok. Bu lafla olmuyor. Adamın birisinin yolunu kesmiş haramiler, on on bir tane çocuğu varmış.
“Çık paraları!” demişler.
Para yok. Çoluk çocuk çok ama fakir bir aile…
“Çık paraları! Ne yaptın?..”
“Yok param... Bilmem ne...”
Çocuğun bir tanesini almışlar,
“Öldürürüz bunu!”
“Yâhu, param yok, olsa veririm. Yok.”
Kesmişler çocuğu, gözünün içine bakıyorlar, öyle duruyor. Bir çocuğu daha getirmişler, onu da kesmişler, öyle duruyor. Bir tane daha getirmişler, onu da kesmişler, öyle duruyor.
Haramilerin reisi şaşırmış.
“Yâhu, sen ne vicdansız babasın! Çocuklarını kesiyoruz da hoplayıp zıplamıyorsun, feryâd ü figân etmiyorsun, öyle sakin duruyorsun?..”
“Ne yapayım Allah’ın takdiri. Ömürleri bu kadarmış. Bu olayı başıma, alnıma yazan Allah; ne yapayım?..” demiş.
Haraminin elinden kılıç düşmüş.
“Yâhu demiş, yaktın beni şimdi. Öyle bir söz söyledin ki yaktın beni. Bunu önceden söyleseydin, bu üç çocuğunu da öldürmezdim.”
“O da Allah’ın kaderi” demiş.
O kadar olacak, ondan sonra haramilerin reisi de ıslah olacak. O da Allah’ın kaderi. Her şey Allah’ın takdiriyle oluyor.
Bilmem anlatabiliyor muyum, bilmem hissedebiliyor musunuz?.. Bu lafla olmuyor. Yâni kadere rızâ, palavra ve edebiyat, veya şiir, veya öğünme ve böbürlenme ile olmuyor. Hayatta karşılaştığın olaylardan sarsılmamak, onu takdir edenin Allah olduğunu bilmek, sapasağlam durmakla imtihan kazanılıyor.
Evet, öyle insanlar ne olur?
Allah tarafından huzur ve sükûna, itminâna kavuşturulmuşlar demektir. Huzur ve âsâyiş içinde, telaşsız, bahtiyar yaşarlar.
Ve ehlü’l-inkıtâ’ yetehayyerûn. Ehlü’l-inkıtâ’, her şeyden alâkasını kesen insanlar. Bazıları Allah’a güzel kulluk edeceğim diye dağlara gidiyorlar değil mi? uzleti seçiyorlar, uzleti ihtiyâr ediyorlar, tenhalarda oturuyorlar, dağ başlarında ibadet ediyorlar, cemiyetten kaçıyorlar, bir mağaraya giriyorlar...
Rahib ne demek meselâ?.. Râhib, iki gözlü he ile. Üç tane he var Arapça’da: Ha, hı, he. Râhib he ile.
Râhib ne demek? Korkup kaçan demek. Nereden korkuyor? Allah’tan korkuyor, cemiyetin içine girerse günah işleyeceğinden korkuyor. Şeytanlı insanlarla, günahkâr insanlarla karşılaşırsa, belki günah işlerim diye korkuyor, kaçıyor. Râhib bu demek.
Ruhbanlık bu demek. Bazıları işte böyle manastırlara çekiliyor, savmaalara çekiliyor, dağlara çekiliyor, mağaralara çekiliyor, öyle ibadet ediyor.
“Hocam doğru mu bu?, laf arasında duyuyoruz bunu tamam.
Esas itibariyle bizim numûnemiz, numûne-i imtisâlimiz Peygamber-i zîşânımız’dır. Biz Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz’in emrini tutarız, onun haline bakarız, onun yaptığını yaparız.
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz, terk-i evlâd u iyâl yapmamış. Yâni çoluk, çocuğu, malı, mülkü, eşi, dostu, konuyu, komşuyu bırakıp terk-i diyâr etmemiş. Peygamber Efendimiz’in yaşayış tarzı, en mükemmel yaşayış tarzı. O toplumun içinde, cemiyetin içinde, cemaatin içinde bulunmuş. Hatta ihvânını, ashâbını, etrafındaki mü’minleri, insanları, devamlı bir arada bulunarak eğitmiş, terbiye etmiş.
Peygamber Efendimiz’in eğitim, öğretim, terbiye metodu nasıl?
Gel bakalım yanıma, gez bakalım benimle, otur kalk bakalım, öğren bakalım! Bu tarzda. Göstererek, hayatın içinde yaşarken, gece gündüz öğretmek. Peygamber Efendimiz, İslâm’ı böyle öğretti.
Ashab ne demek?
Peygamber Efendimiz’in sohbetinde bulunan, onunla yârenlik etmiş olan, beraberlikte bulunmuş olan insanlar demek, arkadaşları demek.
Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı öğretme şekli nedir?
Sohbet metodu. Sohbet metodu ne demek? Birileriyle sohbet mi etmek demek? Hayır! Beraber olarak, gece gündüz beraber olarak yetiştirmek metodu.
Bu metodu anlayıp da en iyi kim uygulamış? Tasavvuf erbâbı uygulamışlar. Nasıl yetiştiriyorlar insanları? Tâlibi, sâliki, hevesli olan kimseyi yanına alıyor, alıyor, beraber oturuyorlar, kalkıyorlar, yemek yiyorlar, namaz kılıyorlar, ibadet ediyorlar. Hatası kusuru varsa söylüyor veya söylemeden haliyle öğretiyor, bakışlarından ibret almasını öğretiyor ona. O da yavaş yavaş, tekkede hizmet ede ede, sonunda olgun bir kimse oluyor.
Nasıl öğrendi bunları? Hangi kitapları okudu? Kaç defa imtihana girdi? Öyle değil; yaşayarak, beraberlikle öğretmek. İşte en güzel metod, en güzel usul, en sağlam usül, herkese uygun olan usül, herkesin anlayabileceği usul bu. Bunu çoban da anlar, alim de anlar, küçük de anlar, büyük de anlar.
Peygamber Efendimiz’in yanına Hazret-i Ali küçükken geldi, Enes küçükken geldi, radıyallahu anh öyle yetiştiler. Küçük de anlar, büyük de anlar, kadın da anlar, erkek de anlar. Sistem, usul böyle…
“Efendim toplumdan ayrılmak yok mu?..”
Var…
“Kur’an-ı Kerim’de var mı?..”
Var... Mûsâ aleyhisselam, kavminden ayrıldı, Tur Dağı’nda otuz gün kaldı, on gün daha ilâve oldu, kırk gün... Tamam. İnsanlardan belli bir müddet için ayrılıp, ibadet edip, yetişip, gelişip, ondan sonra insanların yanına gitmek var. Ama ömür boyu insanlardan ayrılmak, cemiyetten kaçmak, cemaatten kaçmak yok.
Bazıları günah işlemeyelim diye öyle yapmışlar. İnsanın tek başına dağın başında mağarada müslümanlık yapması kolaydır. Ama herkes dağ başında yaşayamaz. İnsanların medeniyetleri icabı topluluklar kurulmuştur, şehirler kurulmuştur. Şehir hayatının düzenli olması lâzım! Orada insanın müslümanlığını güzelce sürdürmesi lâzım!
Bunun için inkita’, uzlet, devamlı olarak tavsiye edilmemiş; ruhbanlık tavsiye edilmemiş İslâm’da… Cemaate karışmak tavsiye edilmiş. İnsanlarla konuşmak, ülfet ve ünsiyet tavsiye edilmiş. Sevmek, sevilmek tavsiye edilmiş. Ezası, cefâsı varsa; ezasına, cefâsına da tahammül etmek tavsiye edilmiş, sabretmek tavsiye edilmiş. Adâb u muaşeret tavsiye edilmiş, güzel komşuluk tavsiye edilmiş.
Her toplum tabakasına hakları ve vazifeleri öğretilmiş. Hocaların hakları, vazifeleri. Talebelerin hakları vazifeleri. Kocanın hakları vazifeleri. Hanımın hakları, vazifeleri. Babanın hakları, vazifeleri. Evladın hakları, vazifeleri. Hepsi öğretilmiş. Komşunun hakları, vazifeleri. Müslümanın müslümana karşı hakları, vazifeleri. İki taraflı. Hem hakları var, hem vazifeleri var. Evlat babaya hürmet edecek, baba da evlada bakacak. Bu kadar basit. Karşılıklı. İslâm hepsini ölçü olarak koymuş. Böylece toplum hayatı devam edecek.
Toplum hayatı İslâm’da daha kıymetli. Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan daha sevaplı. Topluluğa karışıp insanların ezasına tahammül etmek, toplumdan kaçıp rahat yaşamaktan daha sevaplı. İnsanların kusurları varsa, düzeltmeğe çalışırsın. İyileri, âmilleri, kâmilleri, olgunları varsa, dinlersin, istifade edersin.
Böyle dersler dağ başında olur mu? Böyle kitaplar dağ başında olur mu? Şehirlerde ilim vardır, irfan vardır, ders vardır, cemaat vardır, ibadet vardır, bereket vardır; yalnızlıkta bunlar yoktur.
Peygamber Efendimiz, köyleri, tenhaları bile tavsiye etmiyor. Şehir ahalisinin ecri sevabı köy ahalisinden daha fazladır. Çünkü şehirde ilim, irfân vardır, dirlik düzenlik vardır, adalet vardır. Öbür tarafta dağ kanunu vardır, orman kanunu vardır. Tabancasını tüfeğini doğrultan, mezrasına giren adamı vurur. Bir öküz için iki köy halkı birbirine girer.
İslâm, birlik ve beraberliği emrediyor, kesin. Cemiyet hayatını tavsiye ediyor, kesin. Zaman zaman eğitim için ayrılmalar müstesna, bunları tavsiye ediyor İslâm dini.
Eh ehlü’l-ınkıtâ,’ çıkınını düğümlemiş, azığını yanına almış, kaçmış gitmiş cemiyetten, cemaatten. Sevapları kalmıyor bir kere. Burada 27 kat sevap alacaktı camide kılsaydı, orada bir kat, 27’de bir. E az. Cumaları filan terk ederse, fena. Peygamber Efendimiz diyor ki:
“Benim, sizin için korktuğum şeylerden bir tanesi: Dağları, bayırları, yaylaları seversiniz, sütü kaymağı seversiniz, sağılacak içilecek yoğurt, peynir, süt, bal bilmem ne. Şehirleri terk edersiniz, cumaları ve cemaatleri terk edersiniz, helâk olursunuz. Ondan korkuyorum.” diyor Peygamber Efendimiz.
Cumayı terk etmek çok fena. Üç cumaya mazeretsiz gelmeyenin kalbi mahvoluyor, mühürleniyor Allah tarafından.
Onun için inkıta’, infisal, i’tizâl, uzlet, cemiyetten firâr çok makbul değil. Ama yapanlar olmuş. Allah rızası için bunu yapanlar olmuş. Tasavvuf erbâbının hayatı incelenirse, böyle insanlardan kaçıp kendini ibadete vermiş insanlar olmuş. Herkes yaparsa, toplum dağılır. Makbul bir yol değil ama yapanlar olmuş.
Ve ehlü’l-ınkıtâ’ yetehayyerûn. İnkıta’ ehli, böyle toplum kaçkınları ne yaparlar? Mütehayyir kalırlar. Böyle hayrette kalırlar.
Tabii insan insanı terbiye ediyor, insan insana nasihat ediyor, insan insanı doğrultuyor, insan insana yardım ediyor. Ayrıldığı zaman bu olmaz. Anlatabildim mi?
Sümme kâle. Böyle insanların, müslümanların çeşit çeşit tiplerini, cinslerini anlattı. Başka bir söze geçiyor Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri. Ne buyuruyor:
İnne’l-hakka izâ zahar, telâşâ küllü mâ hacebe ve seter. “Hak zâhir olduğu zaman, hak göründüğü zaman, hakkı örten, perdeleyen her şey yok olur gider. İzmihlal bulur, yıkılır gider.”
Tabii bu ne demek? Bir kere hak ne demek? Hak iki mânâya geliyor. Bir: Vücûdu hak olduğu için Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîne Hak deniliyor. Hak Teâlâ Hazretleri...
Hak Teâlâ azamet âleminin pâdişâhı,
Lâ mekândır, olamaz devletinin tahtgâhı...
Hak Teâlâ diyoruz, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birisi el-Hak’tır, el-Hakku’l-Mübîn’dir, Hak demek.
Bir de gerçek, hakikat filân mânâsına kullanıyoruz.
“Hak geldi, bâtıl zâil oldu.”
“Bu konuda hak şudur. Bu işin hakkı şudur.” diye kullanıyoruz.
Burada tabii, İnne’l-hakka izâ zahar. Hak zâhir olduğu zamandan maksat, Allahu a’lem Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hak mü’minin, mü’min-i kâmilin gönlüne tecellî edince, zâhir olunca, Cenâb-ı Mevlâ’yı müşâhede noktasına erince kâmil kul; telâşâ küllü mâ hacebe ve seter, artık Mevlâ’yı insanların görmesine engel olan ne kadar perde varsa, ne kadar örtü varsa hepsi yok olur gider. Hepsi gider bir tarafa, silinir gider. Cenâb-ı Hak tecellî etti mi, onu engelleyen her şey silinir.
Evet, Cenâb-ı Hakk’ı engelleyen, perdeleyen, neyi engelliyor? Kulun Cenâb-ı Mevlâ’yı bulmasını, Cenâb-ı Mevlâ’ya ermesini engelliyor. Yoksa, kimse Allah’ı engelleyemez de, kul kusurlu olduğundan Cenâb-ı Mevlâ’ya ulaşamıyor; perdelere takılıyor, örtüleri kaldıramıyor, hakikati göremiyor.
Nedendir bu? Günahlardandır, kusurlardandır, edepsizliklerdendir. Bilhassa edepsizliktendir. Özellikle edepsizliktendir. Mü’min kul bir edepsizlik yaptı mı, mahvoldu. Edepsizlik insanın feyzini kaçırır, önüne bir sürü perdeleri indirir. Kat kat perdeler iner. Edep? Edep de insanın perdelerini kaldırır, edepli bir kul perdeleri geçer, Cenâb-ı Mevlâ’ya vâsıl olur.
Duymuşsunuzdur, hadis-i şeriften alınmadır: Cenâb-ı Mevlâ’nın yetmiş bin nurdan, yetmiş bin zulmetten perdesi vardır. Yâni nice nice. Buradaki yetmiş bin kesretten kinayedir. Cenâb-ı Mevlâ’yı kulun bulmasına, Cenâb-ı Mevlâ’ya ermesine, Allah’ı müşahede etmesine engel nurdan, zulmetten nice nice, nice nice perdeler vardır.
Bu perdeleri nasıl anlatıyor Süleyman Çelebi.Peygamber Efendimiz Mi’rac’a çıkmış, Cenâb-ı Mevlâ’ya doğru Mi’rac’ını yopıyor. Cebrâil bir yerde duruyor, diyor ki:
“Tamam, benim işim bu kadar.”
“Niye?”
“Ben buradan öteye gidemem. Ben buradan biraz daha öteye gitsem yanarım, mahvolurum, cayır cayır yanarım. Buradan ötesi, benim tahammülümün fevkinde. Tahammül edemeyeceğim kadar bir başka şartlar var burada” diyor.
O orada kalıyor ama Peygamber Efendimiz ilerliyor.
Ref’ olup ol şâha yetmiş bin hicâb,
Nûr-u tevhîd açtı vechinden nikâb.
Öyle güzel söylüyor ki Süleyman Çelebi, öyle tatlı anlatıyor ki muhterem kardeşlerim!.. Edebiyat da güzel şey yâni. Edebiyat, yâni insanın söylediği sözü anlamak. Kelimelerin arkasında yatan güzellikleri kavramak. Çok güzel bir şey! Bak, Mi’rac’daki ilerleyişini anlatışına bak Süleyman Çelebi’nin. Allah mekânını cennet etsin. Allah şefaatine erdirsin mübareğin.
Ne diyor? “Ref’ olup ol şâha yetmiş bin hicâb” Yetmiş bin perde var ya... Perde, perde, perde, perde... Cenâb-ı Mevlâ’yı göremiyor kul perdelerden. Bizim evimizin camında bir perde vardır, dışarıdan içerisi görünmüyor, içeriden dışarısı. Yetmiş bin perde, ama bu perdeler ref’ oluyor. Ref’ olmak ne demek? Kaldırılmak demek. “Ref’ olup ol şâha yetmiş bin hicâb” Perdeler kalkıyor kalkıyor, kalkıyor. E o zaman perdesiz ne oluyor?
Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti,
Ahirette öyle görür ümmeti.
O izzet ve Celâl sahibi Cenâb-ı Mevlâ’yı Rasûlüllah Mi’rac’da aşikâre gördü. “Ahirette öyle görür ümmeti.” Korkma, sana da müyesser olabilir. Sen de iyi mü’min olursan, sen de ahirette öyle görürsün! Ama, Peygamber Efendimiz’e dünyada nasib oldu.
Ref’ olup ol şâha yetmiş bin hicâb,
Nûr-u tevhîd açtı vechinden nikâb.
Eskiden çok güzel insanlar, yüzlerine peçe takarlardı. Erkekler de takarlardı. Yüzlerine peçe takarlardı, öyle gezerlerdi nazar değmesin diye, başkasının aklı karışmasın diye. Yüzüne perde takarlardı, kadınlar da, erkekler de. Buna nikâb denilir kaf ile. Nikâb, yâni peçe.
Nûr-u tevhîd, yâni Lâ ilâhe illa’llâh nûru, tevhid nûru yüzünden peçeyi kaldırdı diyor. Anlatışı anlayabiliyor musunuz? Yâni neleri anlattırıyor, neleri hissettiriyor. Çok güzeller güzeli bir sîmâyı perde örtmüş, görünmüyor. Açıp bakınca, düşüp bayılacak insan, o kadar güzel! Nûr-u tevhid, Lâ ilâhe illa’llâh nuru, yâni vechullâh, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin vech-i pâki. Perdeleri yüzünden açtı, aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti. O zaman Rasûlüllah, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ni Mi’rac’da aşikâre gördü.
Bî hurûfu lafzu savt ol padişâh
Mustafâ’ya söyledi bî iştibah.
“Söz olmadan, ses olmadan, harfler olmadan o alemlerin padişahı, meliki olan Allah-u Teâlâ Hazretleri, Muhammed-i Mustafâ’sına bir şeyler söyledi.”
Şeş cihetten ol münezzeh zü’l-celâl
Bi kem ü keyf âna gösterdi cemâl
Altı cihetten münezzeh olan, o Allah-u Teâlâ Hazretleri... Söze bak, anlatışa bak! Yaşasın, yaşa, nur ol, vâr ol!.. Herkesin feryâd etmesi lâzım şimdi, yerlere serilmesi lâzım!..
Eskiden öyle olurmuş. Böyle güzel bir şey söylendiği zaman, cemaate bir heyecan yayılırmış; ah edenler, yaka yırtanlar, ayılanlar, bayılanlar olurmuş eski zamanda, anlatıyor kitaplar...
Altı cihetten münezzeh olan, mekândan, zamandan münezzeh olan o Rabbü’l-âlemîn, keyfiyetsiz, kemiyetsiz, niceliksiz, niteliksiz cemâlini Rasûlüllah’a gösterdi. Nasıl?.. Anlayamam, anlatamam, anlamazsınız... Öyle. Ama işte Allah zâhir oldu mu, perde merde filan kalmaz, perdeler filan hepsi erir gider. Allah, sevdi mi, edepli kulunu sevdi mi, tecelli eder. Tecelli edince, yetmiş bin perde nurdan, yetmiş bin perde zulmetten... Perde filan kalmaz. Onu diyor Ebû Hüseyn-i Nûrî Hazretleri.
O halde bizim ne yapmamız muhterem kardeşlerim?
Cenâb-ı Mevlâ’nın rızasını, sevgisini kazanmamız lâzım! Kazanmağa çalışmamız lâzım! Perdeleri tek tek kaldırmağa çalışırsan, ömür biter, perdeler bitmez. Sen Cenâb-ı Mevlâ’nın sevgili kulu olmağa çalış, o zuhur etti mi, tecellî etti mi, perdelerin hepsi yok olur, gider.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.