Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l âlemîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmâin ve men tebi'ahû bi-ihsânin ilâ yevmi'd-dîn.
Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Bu akşam size meraklı bir konuda, merakla takip edeceğinizi tahmin ettiğim bir hadîs-i şerîfi okumak istiyorum.
Ani’n-Nevvâsi'bn-i Sem’âne radıyallahu anhu kâl:
Bu hadîs-i şerîf Ensar’dan olan en en-Nevvâsi'bn-i Sem’ân radıyallahu anh tarafından rivayet edilmiş.
Kâle o zat buyurmuş ki;
عَنِ النَّوَّاسِ بْنِ سَمْعَانَ، قَالَ ذَكَرَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم الدَّجَّالَ ذَاتَ غَدَاةٍ فَخَفَّضَ فِيهِ وَرَفَّعَ حَتَّى ظَنَنَّاهُ فِي طَائِفَةِ النَّخْلِ فَلَمَّا رُحْنَا إِلَيْهِ عَرَفَ ذَلِكَ فِينَا فَقَالَ " مَا شَأْنُكُمْ " . قُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ ذَكَرْتَ الدَّجَّالَ غَدَاةً فَخَفَّضْتَ فِيهِ وَرَفَّعْتَ حَتَّى ظَنَنَّاهُ فِي طَائِفَةِ النَّخْلِ . فَقَالَ " غَيْرُ الدَّجَّالِ أَخْوَفُنِي عَلَيْكُمْ إِنْ يَخْرُجْ وَأَنَا فِيكُمْ فَأَنَا حَجِيجُهُ دُونَكُمْ وَإِنْ يَخْرُجْ وَلَسْتُ فِيكُمْ فَامْرُؤٌ حَجِيجُ نَفْسِهِ…
Zekera resûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme deccâle zâte ğadâtin ve haffada fîhi ve raffa’a hattâ zanennâhü fî tâifeti’n-nahli. Fe-lemmâ ruhnâ ileyhi arafe zâlike fînâ fe-kâle mâ şe’neküm kulnâ yâ resûlallahi zekerte’d-deccâle el-ğadâte fe-haffadta fîhi ve raffa’te hattâ zanennâhü fî tâifeti’n-nahli. Fe-kâle ğayru’d-deccâli ahvefenî aleyküm in yahruc ve ene fî-küm fe-ene hacîcühû dûneküm. Ve in harace ve lestü fî-küm fe’m-ruun ve hacîcü nefsühû...
Buraya kadar olan kısmı tercüme edelim.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, birgün bize Deccâlı anlattı. Deccâl konusunu söyledi bir sabah. O kadar alçattı, o kadar yükseltti ki, sandık ki o, Medine’nin hurmalıkları içindedir. Yani o kadar bize yakındır sandık, onun anlatışından öyle sandık.
Fe-lemmâ ruhnâ ileyhi. "Biz onun yanına varınca." Sabahleyin böyle konuştuktan sonra. Arafe zâlike fînâ. "Bizdeki bu tesiri gördü." Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem çok yakında olacakmış gibi sandığımızı, korktuğumuzu gördü.
Dedi ki;
Fe-kâle mâ şe’neküm. "Haliniz nedir?
Bu ne iş? Bu ne durum?"
"Ya Resûlullah! Deccâli bu sabah öyle anlattın, öyle alçattıkça alçalttın, öyle yükselttikçe yükseltin ki, tehlikesinin büyüklüğü. Biz de bu Tâifeti’n-nahli denilen yerde, hurmalıkların olduğu yerde sandık. O kadar yakın olduğunu sandık" deyince Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
Ğayru’d-deccâli ahvefenî ‘aleyküm. "Deccâl’dan başka bir şey, sizin konunuzda beni korkutuyor."
İn yahruc ve ene fî-küm. "Eğer deccâl ben sizin aranızda iken çıkacak olursa." Ben sağken çıkacak olursa; fe-ene hacîcühû dûneküm. "Ben ona karşı sizi korurum." Sizin siperiniz ben olurum ona karşı.
Ve in yehruc ve lestü fî-küm. "Eğer ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkacak olursa." Ben yokken deccal çıkacak olursa; fe’m-ruun ve hacîcü nefsühû. "O zaman herkes kendisini ona karşı korusun." Kendisi siperini bulsun, kendisini korusun, korur.
وَاللَّهُ خَلِيفَتِي عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ إِنَّهُ شَابٌّ قَطَطٌ
Vallâhu halîfetî ‘alâ külli müslimin.
"Allah benden sonra bütün Müslümanlık korumak hususunda vekilimdir." O korur. Rabbim korur. Her Müslümanı da korur.
İnnehû şâbbun katat. "O saçları kıvır kıvırcık olan bir delikanlıdır."
عَيْنُهُ طَافِئَةٌ كَأَنِّي أُشَبِّهُهُ بِعَبْدِ الْعُزَّى بْنِ قَطَنٍ
Aynühû tâiyetün ke-ennî üşebbihihû bi-‘abdi’l-‘uzzâ ibni katanin. "O kıvırcık saçları ile, gözü de ileri fırlamış, patlak durumdadır. Ben sanki onu Abdüluzzâ ibn-i Katan’a benzetiyorum." Hani bildiğiniz şu aranızda meşhur kişi, malum bir kişi, ona benzetiyorum.
فَمَنْ أَدْرَكَهُ مِنْكُمْ فَلْيَقْرَأْ عَلَيْهِ فَوَاتِحَ سُورَةِ الْكَهْفِ
Fe-men edrakehû minküm fe’l-yekra’ aleyhi fevâtihu sûrati’l-kehfi. "Sizden kim, deccâlin zamanına yetişirse, ona karşı Kehf Suresi'nin başındaki âyetleri okusun."
Fevâtihu sûrati’l-kehfi. "Kehf suresinin başlangıç âyetlerini okusun."
Sure-i Kehf biliyorsunuz cuma günleri okuduğumuz süredir. Kendim izahı için söylüyorum. Kur’an-ı Kerîm’in ortasındadır.
Bismillâhirrahmânirrahîm
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًاۜ ﴿١﴾
Elhamdülillâhillezî enzele alâ abdihi’l-kitâbe ve lem yec’al lehû ıvecâ. [1]
Elhamdülillâhillezî diye başlar, sonra da ikinci sayfaya devam eder, ondan sonra da Ashâb-ı Kehf’in durumlarını anlatmaya başlar. İkinci sayfadan itibaren -ortasından itibaren- Ashâb-ı Kehf’in durumunu anlatmaya başlar.
Ashâb-ı kehf kimdi?
Kendi zamanlarındaki hükümdarları ve yönetimleri, kendilerini putperestliğe sürüklemek istediği için onlardan kaçıp mağaraya sığınan "bizim Rabbimiz Allah’tır. Bu putlara biz tapmayız." deyip, kavminden kaçan insanlardır. Doğru dinlerini muhafaza etmek için çok baskıcı ve kuvvetli zalim olan idareden kaçıp mağaraya saklanan insanlardır. Ashâb-ı Kehf bunlardı. Onların anlatıldığı sure. Baş taraflarında bunlar anlatıyor. Bir giriş kısmı var elhamdülîllah diye başlıyor; Allah’ın varlığını, birliğini, imanı anlatıyor, ondan sonra Ashâb-ı Kehf’in hallerini anlatmaya başlıyor.
Demek ki; Ashâb-ı Kehf bizim için bir örnek olacak ve onları okumak da fayda sağlayacak.
Ashâb-ı Kehf’ten en çok alacağımız ibret nedir?
Size ne kadar baskı yaparlarsa yapsınlar, asker baskısı, hükümet baskısı, kanun baskısı, kılıç korkusu, asarız, keseriz tehditleri, şu olursunuz, bu olursunuz... Bütün bunlara rağmen Allah’a inancından taviz vermemek, inançtan ayrılmamak, o baskılara boyun eğmemek. Özeti bu! O kişiler onlardı, Allah onun için onları sevdi.
O halde Kehf suresinin başını okuyalım, ezberleyelim.
Biz her sabah evrâdımızı, duamızı okurken "ya Rabbi! Bizi deccâlin fitnesinden koru." diyoruz. Tamam. Korumanın ilaçlarından birisi Kehf Suresi'nin başlarını ezbere bilmektir. Bu akşam onun mealini okumaya başlayalım, ezberi de öğrenelim. Ezberleyelim çünkü her zaman kitap yanımızda bulunmaz. Deccâl çıktığı zaman, ezberden okuyabilelim. Ben kendim söylüyorum bunları. "Kehf Suresinin başını okuyunuz." diyor. "Başlangıç kısımlarını okuyunuz." diyor. Ne kadar âyet olduğunu söylemiyor; bir âyet, üç âyet, yirmi âyet, on âyet... Ama 'başlangıçları' deniliyor diye ifade buyuruyor sallallahu aleyhi ve sellem.
إِنَّهُ خَارِجٌ خَلَّةً بَيْنَ الشَّأْمِ وَالْعِرَاقِ فَعَاثَ يَمِينًا وَعَاثَ شِمَالاً
İnnehû hâricun hal’e beyne’ş-şâmi ve’l-‘ırâkı ve âse yemînen âse şimâlen.
"O şüphesiz Şam ile Irak arasında bir yoldan çıkacak. Sağa sola, her tarafa, şerrini yaymaya başlayacak."
يَا عِبَادَ اللَّهِ فَاثْبُتُوا
Yâ ibâdallahi fe’s-bütû. "Ey Müslümanlar! Ey Allah’ın Kulları! Dininizde sabit olun." Sebat edin! Sakın ha gevşemeyin! Kanmayın! Dininizden ayrılmayın! Kopmayın! Baskılardan yılmayın!
Aman ha! Ey Allah’ın Kulları!
Aman sağlam basın. Bastığınız yerde sağlam durun diyor Peygamber Efendimiz.
قُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ وَمَا لَبْثُهُ فِي الأَرْضِ قَالَ " أَرْبَعُونَ يَوْمًا يَوْمٌ كَسَنَةٍ وَيَوْمٌ كَشَهْرٍ وَيَوْمٌ كَجُمُعَةٍ وَسَائِرُ أَيَّامِهِ كَأَيَّامِكُمْ
Kulnâ yâ resûlullahi ve mâ lübsühü fi’l-ardı.
"Yâ Resûlullah onun çıktıktan sonra yeryüzünde kalması ne kadar olacak?"
Kâle erba’ûne yevmen. "Kırk gün olacak." Ama; yevmün ke-senetin. "Bir gün, bir yıl gibi." Ve yevmün ke-şehri. "Yine bir gün, bir ay gibi."Ve yevmün ke-cuma’atin. "Bir günde, sanki bir cuma günü gibi." Bir hafta günü gibi.
Ve sâiru eyyâmihî eyyâmiküm. "Diğer günleri de bildiğiniz miktardaki size malum olan günler gibidir."
Demek ki ilk günü çok uzun, bir sene gibi. İkincisi biraz kısalıyor ama yine uzun, bir ay gibi. Üçüncüsü cuma gibi. Dördüncüsü bildiğiniz günler gibi. Cuma günü öteki günlerden biraz daha değerli, kıymetli olduğundan, onun bilmediğimiz bir başkalığı var, onu da üçüncü uzunlukta olarak söyledi.
قُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ فَذَلِكَ الْيَوْمُ الَّذِي كَسَنَةٍ أَتَكْفِينَا فِيهِ صَلاَةُ يَوْمٍ قَالَ " لاَ اقْدُرُوا لَهُ قَدْرَهُ
Kulnâ yâ resûlallahi. "Biz dedik ki; Ey Allah’ın Resûlu!" Yani bir cuma gibidir dediği; belki de bir cumadan bir cumaya kadar -bir hafta- demek manasına da olabilir. Çünkü öteki günler sizin günleriniz gibi deyince, cuma da bir gün.
Birinci günü, bir yıl gibi; ikinci günü, bir ay gibi; üçüncü günü, bir hafta gibi. Ondan sonraki günleri de öyle gidecek.
"Bir sene gibi" demekten murad; nasıl, neyin nesi, Allah bilir. Bir gün, bir sene gibi uzun olan bir gün. Bir sene, bir ay daha, bir hafta daha 37. Ondan sonra da 37 gün daha filan. Yani 355 artı 74, 429 gibi. Allah bilir.
Sözleri aynen naklediyorum ki belki zamanı gelince bu bantı dinleyenlerden bir kimse böyle bir şeyle karşılaşırsa, 'ha bak' diye bir şeyler sezinlesin. Efendimiz'in sözlerini aynen söylüyorum.
Fe-zâlike’l-yevmüllezî ke-senetin e-tekfînâ fîhi salâtü yevmin.
Sahâbe-i kirâm meraklı ya sormuşlar. Efendimiz de ne kadar tatlı anlatıyor. Mübarek ne kadar heyecanlı kim bilir?
Demişler ki:
"Ya Resûlullah bir sene gibi olan günde, bize bir günün namazı gibi namaz kılmak yeterli mi?" Beş vakit namaz; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı. O kadar yeterli mi? Bir sene gibi olacak.
Kâle lâ. "Yetmez." Hayır yetmez. Ükdürû lehû kadrehû. Yirmi dört saatte beş vakit olma hesabına göre, namaz vakitlerinizi öyle takdir edin diyor. Bu da önemli.
Demek ki o zaman dünyanın dönüşünün hızında filan değişiklik olacak. Bir tesir gelecek, bir şey olacak. "Yirmi dört saatte, beş vakit kıldığıma göre" diye namaz vakitlerini takdir edeceksin. "Bundan önceki gün şu vakitte oluyordu." filan diye takdir edeceksin.
Efendimiz'in bu ifadesinden, bu cevabından ne hüküm çıkar?
Dünyanın bazı yerlerinde, eğer gündüz çok uzunsa... Kutuplarda olur. Altı ay gündüz oldu, güneş batmadı. Güneş karşında, ufkun aşağısına yaklaşıyor, batacak gibi, tekrar çıkıyor. Oralara kadar biz gitmedik ama İsveç'de, Norveç'de oralara gidildiği zaman, altı ay güneş batmıyor. Zikzak yapıyor; yukarı çıkıyor, aşağıya iner gibi yapıyor dönüyor. Altı ay güneş batmıyor. Ondan sonra mevsim değişip battığı zaman da, altı ay güneşi hiç görmüyorlar. Alaca bir karanlık. Altı ay, güneş hiç yok. Altı ay gündüz, altı ay gece.
Bunlar altı ayda, bir gün gibi sayıp da, şey mi yapacaklar?
Hayır! Hesaplayacaklar. Öteki namazların tabii olarak kılındığı yerlere göre diye hesaplayacaklar. İşte buradan çıkıyor.
قُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ وَمَا إِسْرَاعُهُ فِي الأَرْضِ
Kulnâ yâ resûlallâhi ve mâ isrâ’uhû fi’l-ardı. "Ya Resûlullah Deccâlin, 'Irak’la Şam arasından çıkacak, sağa sola yayılacak' buyurdunuz. Gidişi, sürati nasıldır?"
Deccâl yayılıyor.
Sürati ne kadardır?
قَالَ " كَالْغَيْثِ اسْتَدْبَرَتْهُ الرِّيحُ فَيَأْتِي عَلَى الْقَوْمِ فَيَدْعُوهُمْ فَيُؤْمِنُونَ بِهِ وَيَسْتَجِيبُونَ لَهُ
Kâle ke-ğaysin istedberethü’r-rîhu fe-ye’tî ale’l-kavmi fe-yed’ûhüm fe-yü’minûne bi-hî. "Rüzgarın kendisinin önüne katıp sürüklediği bulut gibidir." Deccalin dünyaya yayılışı böyledir. Deccâlin sağa, sola, etrafa yayılışı; rüzgarın, bulutu önüne sürüp hızlı hızlı götürdüğü gibidir.
Bir kavme, bir topluluğa gelir onları kendisine inanmaya çağırır, kandırır.
Fe-yü’minûne bi-hî. "İnanırlar." Fe-yesticîbûne le-hû. "Ona katılırlar." Onun davetine tabi olurlar; müsbet, olumlu bakarlar.
فَيَأْمُرُ السَّمَاءَ فَتُمْطِرُ وَالأَرْضَ فَتُنْبِتُ
Fe-ye’müru’s-semâe. "Deccâl semaya emreder." Buyurur. Fe-tümturu ve’l-arda fe-tünbitü. "Göğe emreder şakır şakır yağmur yağar; yere emreder yer, ot bitirir." Şu deccâlin işine bak. Şimdi inananlar bunu delil sanacak "gökten yağmur yağdırıyor, yerden bitki bitiriyor" diyecekler.
Gördün mü belayı, fitneyi?
Göğe emrediyor, yağmur yağıyor; yere emrediyor, bitki bitiyor.
فَتَرُوحُ عَلَيْهِمْ سَارِحَتُهُمْ أَطْوَلَ مَا كَانَتْ ذُرًا وَأَسْبَغَهُ ضُرُوعًا وَأَمَدَّهُ خَوَاصِرَ
Ve terûhu aleyhim sârihatühüm atvele mâ kânet zürâ. "Otlağa çıkmış olan hayvanlar en iyi beslenmiş, sütlenmiş olarak dönerler." Bereket oluyor hayvanların sütlerinde mütlerinde. Ondan sonra memeleri süt dolmuş olarak gelirler. Sonra;
Ve esbeğahû durû’an ve emeddehû havâsıra. "Hayvanların yan böğürleri de sımsıkı böyle besililikten dolar." Besili, memeler sütlü, boşluklar et dolmuş... Yani hayvanlarda da bir şey var.
ثُمَّ يَأْتِي الْقَوْمَ فَيَدْعُوهُمْ فَيَرُدُّونَ عَلَيْهِ قَوْلَهُ فَيَنْصَرِفُ عَنْهُمْ
Sümme ye’ti’l-kavme. "Sonra diğer bir topluma gider." Fe-yed’ûhüm. "Bana inanın" der. Onlarda "Hadi ya derler, deccâle inanmazlar." Demek ki bu inanmayanlar deccâl meselesini bilen, imanlı kimseler.
Fe-yerüddûne aleyhi kavlühû. Deccalin "Sözlerini, iddialarını, reddederler."
Fe-yensarifü anhüm. Deccâl "onların yanından çekilir."
فَيُصْبِحُونَ مُمْحِلِينَ لَيْسَ بِأَيْدِيهِمْ شَىْءٌ مِنْ أَمْوَالِهِمْ
Fe-yüsbihûne mümhılîne leyse bi-eydîhim şey’ün min emvâlihim.
Deccâl o topluluktan gider ama yağmur yağmaz, kıtlık baş gösterir, ellerinde hiç varlık mal kalmaz. Yağmur yağmayınca hayvanlar beslenmiyor; ölüyorlar. Ellerinde mal kalmaz.
Ne olacak şimdi?
İnananlara bolluk, bereket, et, süt, refah... İnanmayanların da her türlü mahrumiyet içinde olması. İmtihan, fitne... Allah dilese böyle yaptırtmaz ama böyle oluyor. Bu durumda deccâlin sahtekarlığını anlamak zor!
وَيَمُرُّ بِالْخَرِبَةِ فَيَقُولُ لَهَا أَخْرِجِي كُنُوزَكِ . فَتَتْبَعُهُ كُنُوزُهَا كَيَعَاسِيبِ النَّحْلِ
Ve yemurru bi’l-haribeti. Deccal "Harabe bir yere uğrar." Ve yekûlü lehâ. "O harabe yere der ki" Ahricî künûzeki fe-tetbe’uhû künûzühâ ke-yeâsîbi’n-nahli. "Virane bir yere uğrar, o yere 'hazinelerini çıkart dışarıya' der." Hazineler yerin içinden çıkarlar; arı reislerinin peşine takılıp oğul halinde gittikleri gibi, deccâlin peşine giderler. Hazineler, zenginlikler... Bakalım bu remizleri nasıl değerlendireceksiniz?
Bunların hepsinin Allahu âlem anlamı var.
ثُمَّ يَدْعُو رَجُلاً مُمْتَلِئًا شَبَابًا فَيَضْرِبُهُ بِالسَّيْفِ فَيَقْطَعُهُ جَزْلَتَيْنِ رَمْيَةَ الْغَرَضِ
Sümme yed’û racülen mümtessilen şebâben. "Genç görünümlü bir adamı çağırır." Gel buraya.
Fe-yadribühû bi’s-seyfi. "Keser bunu kılıçla." Adamı keser. Fe-yakta’uhû cer’ateyni remyete’l-ğaradi. "Onu kılıçla ikiye parçalar, parçaları bir ok atımı uzaklığında birbirinden ayrılır." Yakında değil. Hüneri iyice inandırıcı olsun diye, hayvanı kestikten sonra birisi o tarafa, birisi o tarafa parçalar gider. İşin zorluklarına bak.
ثُمَّ يَدْعُوهُ فَيُقْبِلُ وَيَتَهَلَّلُ وَجْهُهُ يَضْحَكُ فَبَيْنَمَا هُوَ كَذَلِكَ
Sümme yed’ûhü. "Sonra gelin bir araya." der.;Fe-yukbilü ve yetehellelü vechühû yadhakü. "Sonra bir araya gel der. O da yüzü pırıl pırıl gülerek gelir." Yüzü ışıldayarak gelir. Kesilen parçaları bir o tarafa, bir o tarafa ayrılan, öyle gelir. 'Ah şuram acıyor, buram acıyor demin kesiktim' filan değil. Gülerek gelir.
Fe-beynemâ hüve kezâlik. "O böyle bu işleri yaparken."
إِذْ بَعَثَ اللَّهُ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ فَيَنْزِلُ عِنْدَ الْمَنَارَةِ الْبَيْضَاءِ شَرْقِيَّ دِمَشْقَ بَيْنَ مَهْرُودَتَيْنِ
İz be’asallâhü teâle’l mesîha’b-ne meryeme. (Sallallahu aleyhi ve sellem.)
O, ortalığı kandırıp dururken, keserek, toplayarak, yağmur yağdırıp ot bitirterek, inanmayanlarda sıkıntılarla uğraşırken; "Cenâb-ı Hak Meryem’in oğlu İsa aleyhisselamı gönderir." Fe-yenzilü ınde’l-menâreti’l-beydâi eş-şargiyye dımaşke beyne mehrûdeteyni. "Dımaşk da -Şam da- doğusunda Ak minarenin yanındaki, boyanmış iki elbise içinde, ellerini iki meleğin kanatları üzerine koymuş bir vaziyette İsa aleyhisselam iner." Tarif edilen böyle bu şekilde iner.
وَاضِعًا كَفَّيْهِ عَلَى أَجْنِحَةِ مَلَكَيْنِ
Vâdı’an keffeyhi ‘alâ ecnihati melekeyni. "İki meleğin kanatı üzerine, ellerini koyarak, Şam’a İsa aleyhisselam iner."
إِذَا طَأْطَأَ رَأَسَهُ قَطَرَ وَإِذَا رَفَعَهُ تَحَدَّرَ مِنْهُ جُمَانٌ كَاللُّؤْلُؤِ
İzâ ta’ta’a re’sehû katara ve izâ rafe’ahû tahaddere minhü cümanün ke’l-lü’lüi.
"İsa aleyhisselam, başını aşağıya doğru eğince su damlar, yukarıya kaldırdığı zaman inci taneleri dökülür. İnci tanesi gibi sular dökülür.
فَلاَ يَحِلُّ لِكَافِرٍ يَجِدُ رِيحَ نَفَسِهِ إِلاَّ مَاتَ وَنَفَسُهُ يَنْتَهِي حَيْثُ يَنْتَهِي طَرْفُهُ
Fe-lâ yasılü li-kâfirin yecidu rîyha nefesihî illâ mâte ."Onun nefesinin kokusunu hangi kâfir duyarsa mutlaka ölür." Ve nefesühû yentehî haysü yentehî tarfuhû. "Gözünün eriştiği yere nefesi erişir, o nefesi duyan da ölür."
فَيَطْلُبُهُ حَتَّى يُدْرِكَهُ بِبَابِ لُدٍّ فَيَقْتُلُهُ ثُمَّ يَأْتِي عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ قَوْمٌ قَدْ عَصَمَهُمُ اللَّهُ مِنْهُ
Fe-yatlıbühû hattâ yudrikehû bi-babi lüddin fe-yaktülühû. Deccâlı arar -İsa aleyhisselam- ve onu Bâbul Lût denilen yerde -Lût kapısı- adı verilen yerde yakalar Deccâl’ı öldürür." Hazreti İsa aleyhisselam öldürür.
Sümme ye’tî îsâ sallallâhu ‘aleyhi ve selleme kavmen. "Sonra İsa aleyhisselam, bir topluluğa gelir." Öyle bir topluluk ki; kad asamehümüllahü minhü. "Allah onları şeytanın, deccâl’in fitnesinden korumuş." Yani deccâle inanmamış, imanda kalmış, bozulmamış ama o yüzden zarara uğramış, bir topluluğa gelir.
فَيَمْسَحُ عَنْ وُجُوهِهِمْ وَيُحَدِّثُهُمْ بِدَرَجَاتِهِمْ فِي الْجَنَّةِ
Fe-yemsehu an vücûhihim. "Yüzlerine mesh eder."Ve yühaddisühüm bi-derecâtihim fi’l-cenneti. "Ve kendilerine cennetteki derecelerini haber verir." Yani 'siz iyi ki deccâla uymadınız, siz kurtuldunuz. Size cennette şu dereceler var' diye yüzlerini sıvazlayıp, onlara cennetteki derecelerini haber verir.
فَبَيْنَمَا هُوَ كَذَلِكَ إِذْ أَوْحَى اللَّهُ إِلَى عِيسَى إِنِّي قَدْ أَخْرَجْتُ عِبَادًا لِي لاَ يَدَانِ لأَحَدٍ بِقِتَالِهِمْ فَحَرِّزْ عِبَادِي إِلَى الطُّورِ
Fe-beynemâ hüve kezâlik. "O böyle devam ederken." İz evhallahü teâlâ ilâ îsâ sallallahu aleyhi ve selleme. "O zaman İsa aleyisselam'a Allah vahy eder." Ennî kad ahrectü ıbâden lî lâ yedâni li-ehadin bi-kıtâlihim fe-harriz ıbâdî ile’t-tûri. Cenâb-ı Hak İsa aleyhisselam’a der ki; "Ben bazı kullar yarattım gönderiyorum. Musallat ettiğim o kullarla, kimsenin mücadele etme takati, imkanı yoktur. Sen etrafındaki müminlerle Tûr dağında orada dur." diye Allahu Teâlâ hazretleri orada onu beklemesini emir buyurur.
وَيَبْعَثُ اللَّهُ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ وَهُمْ مِنْ كُلِّ حَدَبٍ يَنْسِلُونَ فَيَمُرُّ أَوَائِلُهُمْ عَلَى بُحَيْرَةِ طَبَرِيَّةَ فَيَشْرَبُونَ مَا فِيهَا
Ve yeb’asullahü ye’cûce ve me’cûce ve hüm min külli hadebin yensilûne. "İşte o zaman Ye’cûc ve Me’cûc’ü Allah gönderir, onlar her tepeden süratle yürüyüp etrafa dağılırlar." Çok kalabalık... Kimse önlerinde duramayacak.
Fe-yemürru evâilühüm alâ buhayrati taberiyyete. "Etrafına yayılanların öncüleri, ilkleri Taberî’ye Gölünün yanından geçerler."
Fe-yeşrabûne mâ fîhâ. "Taberî’ye Gölü'nün içinde ne varsa hepsinin içini içip tüketirler."
وَيَمُرُّ آخِرُهُمْ فَيَقُولُونَ لَقَدْ كَانَ بِهَذِهِ مَرَّةً مَاءٌ .
Ve yemurru âhiruhüm. "Geri kalanları oradan geçerken." Fe-yekûlüne le-kad kâne bi-hâzihî merraten mâün. "Bir zamanlar burada su varmış yav derler." Yani sayıları o kadar çok ki, öndekiler suyu bitirdi, arkadakiler 'ya burası bir zamanlar su olan bir yermiş' diye, izlerinden çamur kurularından anlıyorlar herhalde. Gittikleri yeri kurutan mahlûklar, kimsenin önünde duramayacağı mahlûklar.
وَيُحْصَرُ نَبِيُّ اللَّهُ عِيسَى وَأَصْحَابُهُ حَتَّى يَكُونَ رَأْسُ الثَّوْرِ لأَحَدِهِمْ خَيْرًا مِنْ مِائَةِ دِينَارٍ لأَحَدِكُمُ الْيَوْمَ
Fe-yuhsaru nebiyullahi îsâ aleyhisselam ve ashâbühû. "İsa aleyhisselam, Allah’ın Peygamberi ve etrafındaki toplanmış olan müminler, Tûr-i Sînâ'da beklerken öyle bir sıkıntıya orada düşerler ki; öyle bir tazyik, baskı altında kalırlar ki, kıtlık vesaire olur ki;
Hattâ yekûne ra’sü’s-sevri li-ehadihim hayran min mieti dînârin li-ehadikümü’l-yevme. "O kadar ki kıtlık sıkıntı olur ki, bir öküz kellesi, o gün sizin yüz altın liraya sahip olmanızdan daha sevimli olur." Halbuki yüz altın ile kaç tane deve alırlar. O kadar kıtlık olur.
فَيَرْغَبُ نَبِيُّ اللَّهِ عِيسَى وَأَصْحَابُهُ فَيُرْسِلُ اللَّهُ عَلَيْهُمُ النَّغَفَ فِي رِقَابِهِمْ فَيُصْبِحُونَ فَرْسَى كَمَوْتِ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ
Fe yerğabü nebiyullahi isâ sallallahu aleyhi ve selleme ve ashâbühû radıyallahu anhüm ilallâhi teâlâ. "İsa aleyhisselam ve etrafındaki ashâbı, Allah’a ibadete yönelmeye rağbet ederler." Allahu Teâlâ hazretlerine münacata rağbet ederler, âşk ile şevk ile duaya başlarlar.
Fe-yürsilüllâhu ‘aleyhümü’n-neğafe fî rikâbihim fe-yüsbihûne fersâ ke-mevti nefsin vâhidetin. "Allah bu şeylerin üzerine -Ye’cûc ve Me’cûc’ün üzerine- bir kurt musallat eder. Hepsi, bir kimsenin ölümü gibi birden ölür." Ye’cûc ve Me’cûc o kadar kalabalık mahlukat ki birden ölür.
"Develerin ve koyunların burunlarında olan kurta benzeyen, bir kurt musallat eder, hepsi ölür."
Çok sıkılmışlardı, çok muhasara altında kalmışlardı, Tûr dağına sıkışıp kalmışlardı. Hepsi ölür.
ثُمَّ يَهْبِطُ نَبِيُّ اللَّهِ عِيسَى وَأَصْحَابُهُ إِلَى الأَرْضِ فَلاَ يَجِدُونَ فِي الأَرْضِ مَوْضِعَ شِبْرٍ إِلاَّ مَلأَهُ زَهَمُهُمْ وَنَتْنُهُمْ
Sümme yehbitu nebiyyullahi ‘îsâ sallallahu aleyhi ve sellem ve ashâbühû radıyallahu anhüm ile’l-ardı. "Onlar ölünce, onlarda Tûr Dağı'ndan aşağı inerler.
Fe-lâ yecidûne fi’l-ardı mevdı’a şibrin illâ meleehû zehmühüm ve netnühüm. "İndikleri yerde, Ye’cûc ve Me’cûc’ün yağları ve pis kokularından alamet olmayan bir karış boş yer bulamazlar." Her yerde onların ölüsü, her yerde onların ölüsü... Korkunç bir şey!
فَيَرْغَبُ نَبِيُّ اللَّهِ عِيسَى وَأَصْحَابُهُ إِلَى اللَّهِ فَيُرْسِلُ اللَّهُ طَيْرًا كَأَعْنَاقِ الْبُخْتِ فَتَحْمِلُهُمْ فَتَطْرَحُهُمْ حَيْثُ شَاءَ اللَّهُ
Fe-yerğabü nebiyyullahi îsâ aleyhissellem ve ashabühû radıyallahu anhüm ilallâhi teâlâ fe-yürsilullahu teâlâ tayran ke-a’nâki’l-buhti ve tahmilühüm fe-tatrahuhüm haysü şâallâhu teâlâ."Yine duaya kalkışırlar, rağbet ederler. 'Aman Ya Rabbi! Aman Ya Rabbi!' İsa aleyhisselam ve etrafındaki müminler, ashâbı duaya kalkarlar. Allahu Teâlâ hazretleri, develerin boyunları gibi, uzun boyunlu bir takım kuşlar gönderir. O pislikleri, leşleri onlar yüklenip yüklenip götürüp atarlar. Allah’ın vazifeli kuşları, nereye atarlarsa atarlar. Ortalık onlardan kurtulur.
ثُمَّ يُرْسِلُ اللَّهُ مَطَرًا لاَ يَكُنُّ مِنْهُ بَيْتُ مَدَرٍ وَلاَ وَبَرٍ فَيَغْسِلُ الأَرْضَ حَتَّى يَتْرُكَهَا كَالزَّلَفَةِ
Sümme yürsilullahi azze ve celle mataran. "Allahu Teâlâ hazretleri bir yağmur sağnak gönderir." Lâ yekinnü minhü beytü mederin ve lâ veberin fe-yağsilü’l-arda hattâ yetrukehâ ke’z-zelekati. "Yağmur yağar, yağar. O kadar yağar ki; hiçbir ev, çadır yağmurun aşağı geçmesini engellemez. Yağmur yeryüzünü yıkar, yıkar nihayet yeryüzü cilalı ayna gibi olur. Pırıl pırıl, cilalı gibi olur, o yağmurdan hepsi temizlenir gider.
ثُمَّ يُقَالُ لِلأَرْضِ أَنْبِتِي ثَمَرَتَكِ وَرُدِّي بَرَكَتَكِ . فَيَوْمَئِذٍ تَأْكُلُ الْعِصَابَةُ مِنَ الرُّمَّانَةِ وَيَسْتَظِلُّونَ بِقِحْفِهَا
Sümme yükâlü li’l-ardı enbitî semerateki ve dirrî beraketeki. "Allahu Teâlâ hazretleri yeryüzüne, toprağa vahyeder ki, emreder ki; 'sen meyvelerini tekrar bitir bakalım ey toprak ve bereketini tekrar bol bol ver bakalım' der. Bir bereket, bir bitki, bir bolluk olur.
Fe-yevmeizin. "O gün." Te’külü’l-‘ısâbetü mine’r-rummâneti. "Bir narı bir cemaat bitirir." Tek narı. Koca bir kalabalık tek narın meyvesini yerler. Bereketli meyvelerin kocamanlığını, bolluğunu artık oradan anlayın.
Ve yestezıllûne bi-kıhfihâ. "Kabuğunun altında da gölgelenirler." Allahu Ekber! Narın içindeki meyveyi bir cemaat yer, ondan sonra altında da gölgelenirler; o kadar bereket olur.
وَيُبَارَكُ فِي الرِّسْلِ حَتَّى أَنَّ اللِّقْحَةَ مِنَ الإِبِلِ لَتَكْفِي الْفِئَامَ مِنَ النَّاسِ وَاللِّقْحَةَ مِنَ الْبَقَرِ لَتَكْفِي الْقَبِيلَةَ مِنَ النَّاسِ وَاللِّقْحَةَ مِنَ الْغَنَمِ لَتَكْفِي الْفَخِذَ مِنَ النَّاسِ
Ve yübârakü fi’r-risli hattâ inne’l-lakhate mine’l-ibili le-tekfi’l-fihâme mine’n-nâsi.
"Sütlere öyle bir bereket verir ki Allah, bir devenin sütü kalabalık bir cemaate yeter." İç babam iç... Ha babam iç... Bitiremezler, öyle bir bereket olur.
Ve’l-lakhate mine’l-bagari le-tekfi’l-kabîlete mine’n-nâsi. "Bir ineğin sütü bir kabileye yeter, ahaliden."
Ve’l-lakhate mine’l-ğanemi le-tekfi'l fahze mine'n-nâsi. "Bir koyunun sütü, hısımlardan ibaret küçük bir cemaate yeter."
Öyle bolluk, öyle meyvelerle kocamanlık, kabuğunun altında insanlar gölgelendiriyor falan. Bir âlem olur yani.
فَبَيْنَمَا هُمْ كَذَلِكَ إِذْ بَعَثَ اللَّهُ رِيحًا طَيِّبَةً فَتَأْخُذُهُمْ تَحْتَ آبَاطِهِمْ فَتَقْبِضُ رُوحَ كُلِّ مُؤْمِنٍ وَكُلِّ مُسْلِمٍ
Fe-beynemâ hüm kezâlike. "Onlar böyle yiyip içerken." Bu bollukta, sütleri herşeyi...
İz be’asallâhu rîhan tayyibeten. "Cenâb-ı Hak hoş bir rüzgar estirir." Fe-te’huzühüm tahte âbâtıhim. Bu rüzgar, müminlerin koltukları altından onları alır."
Fe-takbidu rûha külli mü’minin ve külli müslimin. "Rüzgar buradan onları alır; her müminin, müslümanın ruhunu kabzettirir." Tüm müminler böylece ölürler.
وَيَبْقَى شِرَارُ النَّاسِ يَتَهَارَجُونَ فِيهَا تَهَارُجَ الْحُمُرِ فَعَلَيْهِمْ تَقُومُ السَّاعَةُ
Ve yebkâ şirâru’n-nâsi. "Şerli, kâfir insanların şerlileri hayatta kalırlar." Müminler ölür, onlar kalırlar.
Yetehâracûne fîhâ tehâruce’l-humuri. "Olmadık müstehcen işleri yaparlar." Bu geriye kalan mümin olmayan kâfirler çirkinlikleri alenen yaparlar.
Fe-‘aleyhim tekûmü’s-sâ’atü. "Kıyamet işte onların başına patlar, kopar."
Böyle bir hadîs. Sahih! Sahih-i Müslim’de var Efendimiz böyle anlatmış.
Bu hadîs kitabı da, çok sahîh bir hadîs kitabı olduğu için bu konuyu iyi bilmenizi istiyorum. Efendimiz böyle bir şeyi söylemiş.
Ama bunların remizleri nedir, neyi kastediyor, neyi anlatıyor onu bilmem. Yalnız bu hadîslerin biraz rumuzlu, -bilmeceli- hadîs-i şerîfler olduğunu seziyorum ve bana öyle geliyor ki; sanki dinsiz medeniyeti anlatıyor. Medeniyet... Evet insanlar yükseliyor, birçok şeyleri yapabiliyor. Hatta neredeyse ölü bir insanı ikiye bölüp de tekrar yapıştırmak derecesinde tıp ilerliyor, teknik ilerliyor, ameliyat ilerliyor bilmem ne falan ama kâfir herifler.
Ondan sonra insanları çağırıyorlar. Cennetim dediği şey, medeniyetin çağırdığı hürriyet, müsamaha, keyfini zevkini yapmak, gönlünce yaşamak filan. Yağlı ballı ama onların hepsi günah ve sonunda kişi cehenneme gidecek. Ona inanmayan insanlar da sıkıntıda kalıyorlar. Çünkü medeniler ilerliyor, ötekiler geri kalıyor filan, kıtlık oluyor. Berikilerde toprak, mahsulü bol veriyor. Çünkü gübreler, fenni tarım filan derken her şey oluyor. Bugünkü İslam ülkelerinin durumu. Bugünkü, öteki dinsiz, Allah’tan korkmayan, imansız milletlerin durumu gibi.
İyiler şimdi hor, geri ve mahrumiyetli. Kötülerin ülkeleri kalkınmış, gelişmiş. O yeryüzüyle ilgili filan bereket vesaire hikayeleri, rüzgarın önüne katılmış bulut gibi hızlı etrafa yayılması filan.
Bütün bunlara rağmen, insanın imanına sımsıkı sarılı olanları, onun söylediklerinin yanlış, sahte olduğunu, kesin olarak biliyorlar. Aldatıcı bir takım olağanüstü şeylerine rağmen.
Evet biz de aynen öyle! tıpkı öyle! Ne kadar gösteriler, göz boyamalar yaparlarsa yapsınlar kâfirce yolları yanlış. Ne kadar mağdur, mazlum ve geri gibi görünseler, müminlerin yolu o kadar doğru. Aynen öyle!
Bunlar böyle daha hünerler yaptıkça 'tamam, senin deccâl olduğuna daha kesin olarak kalbimdeki kuvvet arttı' diyecek gibi bir durum var.
Ve birçok Müslüman evladı, Müslümanım diyen insan, bu göz boyamacılara aldanıyor, işin aslını anlayamıyor. Onun için ben bu hadîs-i şerîflere önem vermek istiyorum. Millet kopup gidiyor. Hele hele bu gibi diyarlarda. İslam’ın sözünün, özünün, Kur’an-ı Kerîm’in, hadîs-i şerîflerin, güzel güzel, ciddi ciddi öğretilemediği yerlerde
Bunları kim bilecek?
Onların dinleri bozuk olduğu halde, o kadar fırtınadan dinleri yıkılmamış da, sonunda reisicumhurları merasim için kiliseye gelip, papazın önünde oturmak zorunda kalıyor. İbret alacak noktası burası.
Biz hak yol, o İslam’ın mensubu Müslümanlara ne olmuş?
Biz ne olmuşuz?
Ne hale gelmişiz?
Orada yamuk olan hristiyanlık bile, Türkiye’deki sağlam dinin uğradığı tahribat kadar tahribata uğramamış, itibarını kaybetmemiş. Biz de durum çok fena. Türkiye de durum çok fena, Avrupa da daha fena. Avustralya da Avrupa gibi fena.
Çünkü bu yabancı ülkelere giden insanların yüzde doksanının dinle ilgisi olmuyor, tamamen kayboluyor. Yüzde onunun biraz dinle ilgisi var, onların da camiye gelenleri yüzde bir; çok az. Camiye müdavim, camiye gelen müslüman sayısı çok az.
Onun için bu deccâlin meselesinin iyi bilinmesi gerektiğini, onun için göz boyayıcıklarına, ortadan biçilip tekrar yapıştırılırsa bile aldanılmaması gerektiğine, hak yolun, hak dinin kıymetinin bilinmesi gerektiğine inandığım için bu konuya bastırıyorum. Çok önemli bir konu.
Allahu Teâlâ hazretleri gaflet uykusundan bizi uyandırsın. İki cihanda aziz eylesin. Allah hepinizden razı olsun. Hepinizi korusun. Hepimizi korusun. Çoluk çocuklarımızı korusun.
Ben buradaki çocukların gürültüsüne, patırtısına bir şey demiyorum. Şekerle, çikolatayla burayı sevdirmeye çalışıyorum. Korkuyorum.
Sizden sonra bu çocuklar ne olacak? Bunlar evlendiği zaman bunlardan olan çocuklar ne olacak?
Torunlarınız ne olacak?
Görüyorum. Burada ki hacı babaların torunlarını görüyorum, mahsustan takılıyorum. "Nerede kız senin baş örtün? Ay sende mi japon kollu, entari giydin, senin de bacağın açık, eyvah!" diye. İşte anneannesi, babaannesi, işte annesi, işte kız.
Çok korktuğum için ve İslam’ın hak yolu olduğunu çok kesin bildiğimden, sizinde bir an bile şaşırmamanız gerektiğini düşündüğümden onun için konuşuyorum. Çok şaşırtıcı!
Bir ramazan geçirdik elhamdülillâh. Bu ramazanda çevrenize bir sorun bakalım.
Başka müslümanlar nasıl yaşadılar?
Ramazan da neler yaptılar?
Nerelere gittiler?
Ramazanın kıymetini kaç tanesini bildi?
Bar, pavyon, eğlence, içki, kumar, esrar, hırsızlık, güçsüzlük, edepsizlik, arsızlık... Onları yapanlar da ne kadar?
Biz şehrin kenarında olduğumuz için, bahçeli mıntıkada olduğumuz için, şurada camimiz olduğundan, mazbut aileler olduğumuzdan çok şükür evimize, işimize, camimize bu üç nokta etrafında gidip geldiğimizden, gece eğlencemiz vesairesi olmadığından rezaletlerin dizin boyunu çoktan geçtiğini bilmeyebiliriz. Televizyonlardan belli olur. Ben haberleri seyretmek için bile ondan sonra televizyon açmaya korkuyorum.
Kim bilir ondan sonra ne oluyor?
Televizyon böyle olursa, şehirdeki fiili hayat nasıl?
Bir kere torunumu, arabayla almak için ortaokulun kapısına gittim. Ödüm patladı, korktum.
Bu çocuklarınızı ne yapacaksınız?
Bu torunlarınız ne olacak?
Bizim halimiz ne olacak?
Bizim sorumluluğumuz ne?
Bizim bunlara İslam’ı öğretememiz bir suç değil mi?
Sahâbe-i kirâm kâfirlerin diyarına gidip de onları müslüman etmişler de biz kendi çocuklarımızı, torunlarımızı niye İslami ölçüler içinde yetiştiremiyoruz?
Melbourne'de var. Kaç tane çocuğunu hâfız yapmış, hiç kızının başını açmamış. Küçükten biliyorum. Öyle yapmış insanlar var.
Aman hepinizi ciddi ciddi sorumluluklarınızı düşünmeye davet ediyorum. Sorumluluklarınızı iyi düşünün, vazifeleri iyi yapın.
Es-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
[1] Kehf/1