es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû aziz ve sevgili dinleyiciler.
Hicrî yılınız hayırlı olsun.
Hicrî takvim, müslümanların dinî bakımdan çok dikkatle takip etmeleri gereken bir takvim. Çünkü Ramazan, bu hicrî takvimin aylarından birisi oluyor. Hac bu hicrî takvime göre belli oluyor. Kandiller bunlara göre belli oluyor. Peygamber Efendimiz'in mevlîd-i şerîfi yine bununla ilgili... Aşure günü, önümüzde Muharrem'in 10'u yine bu takvimle ilgili. Bu bakımdan hicrî takvim bizler için çok önemli, müslümanın dinî hayatındaki ibadetleriyle yakından ilgili.
Bu yılın ve bundan sonra gelen yılların âlem-i İslâm için bütün insanlık için hayırlı olmasını temenni ederim. Müslümanlar için hayırlı olması müslümanların zulümden, kahırdan, baskıdan, elemden, haksızlıklardan kurtulması; maddî mânevî musibet ve felaketlerden, semâvî, arazî afetlerden mahfuz olması mânasına… Bütün insanlığın iyiliğini istemek de hepsinin Allah'ın sevdiği kullar olması, sevdiği yolda yürümesi, imana gelmesi, müslüman olması, böylece âhiret saadetini kazanması mânasına...
Bizim için bu çok önemli ve bunun için çalışmalıyız. Bu 2000 yılını da, bu bakımdan önemli bir dönüm noktası olarak ilan ettik. Kardeşlerimiz var güçleriyle, hem kendi yakın çevrelerine hem halka halka dışa doğru açılarak bütün dünyaya, Allah'ın varlığını, birliğini, İslâm'ın ana güzelliklerini, temel özelliklerini anlatacak bir canlılık içine, faaliyet içine girecekler ve çok çalışacaklar, güzel anlatacaklar. Çünkü müslümanı yanlış göstermek, müslümanlığı yanlış tanıtmak için uğraşan kötü niyetliler var.
İslâm'ın güzelliğini şöyle bir düşünün; yeri göğü yaratan, âlemlerin Rabbine kul olmak nerde?..
Bir de şu Afrika'da, Uganda'da binlerce kişi kendisini öldürmüş, intihar etmiş. Bunların ne kadar yanlış olduğunu anlatsalar ya! Bizim yazarlarımız bunları bahis konusu etseler ya!
"Bak İslâm ne kadar güzel, intihar yasak!"
İslâm'ın güzelliklerini bilmek ve bildirmek gerekiyor. Bir tarafta İslâm'ın cana bakış tarzı, hayata bakış tarzı, insanlara bakış tarzı, onu korumayı ana amaç edinmesi; bir taraftan da din nâmına insanları intihara sürükleyen sapık inançlar...
Bunların dile getirilmesi lazım!
İnsanın insana tapınmasının doğru olmadığını, kulun kula kulluk etmesinin iğrenç olduğunu, putlara tapmanın yanlış olduğunu, Allah'ın bir olduğunu, varlığını, birliğini, lütfunu, keremini, güzel sıfatlarını, esmâ-i hüsnâsını, şöyle Yunus gibi, Mevlânâ gibi tatlı tatlı hepimizin anlatması lazım!
O bakımdan, bu hicrî yılımız da inşaallah bir atılım yılı olur. Herkese İslâm'ın gerçek güzelliklerini "Bakın bu pırlantadır, bu yakuttur, bu zümrüttür bu kocaman bir emsalsiz incidir, kocaman bir kolyenin, kocaman baş mücevheri olan, kocaman bir elmas pırlantadır." diye, İslâm'ın bütün güzelliklerini anlatmamız lazım! "İşte başka inançlar, işte İslâm!" diye göstermemiz lazım!
Başkaları hırsızlıklardan, soygunlardan, sömürülerden, zulümlerden elde ettikleri paralarla zenginleyince, bir de etrafa yanlış inançlarını doğruymuş gibi, efe efe anlatmaya kalkışıyorlar.
Bu yeni yıl hepimize hayırlı olsun, nice nice yıllara sağlıkla afiyetle, sevdiklerimizle ulaşalım diye, bu mübarek vakitte Cenâb-ı Mevlâ'dan niyaz ediyoruz.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anhüma'dan rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîfi okuyorum. Dervişliğe, tasavvufa, nefis terbiyesine dair bilgileri anlatan ana fikirlerden birisi.
Bu hadîs-i şerîfinde Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurmuşlar ki;
İnne hâzihi'l-kulûbe tasdeu kemâ yasdeu'l-hadîdü izâ esâbehü'l-mâu. Kîle: Yâ Rasûlallahi, ve mâ cilâühâ? Kâle: Kesretü zikri'l-mevti ve tilâveti'l-Kur'âni.
Bu mübarek hadîs-i şerîfin mânası şöyle;
İnne hâzihil-kulûbe tasdeu. "Bu gönüller, bu kalpler muhakkak ki paslanırlar." Kemâ yasdeu'l-hadîdü izâ esâbehü'l-mâu. "Kendisine su değdiği zaman, suya mâruz kaldığı zaman, demirin sudan, nemden, rutubetten dolayı paslandığı gibi, bu kalpler de paslanır." diyor Peygamber Efendimiz.
Kalp sözü Arapça'da tam Türkçe'deki gönül sözünün karşılığıdır. Gönül, Türkçe'de bir halden bir hâle dönmek fiilinden geliyor. Kalp de Arapça'da tekallüb etmek, kalıptan kalıba geçmek mânasına geliyor. İnsanın gönlü halden hâle geçiyor, kâh ağlıyor, kâh gülüyor, kâh seviniyor, kâh üzülüyor, kâh ümitleniyor, kâh ye'se düşüyor. İnsanın iç dünyasının bin bir türlü duyguları var. İşte gönül, kalp bu!
Kalp Arapça'da iki mânaya kullanılıyor:
Bir, Türkçe'deki yürek mânasına; şu canlıların kanlarını vücutlarına pompalayan, tık tık atan yürek mânasına kullanılıyor. Bir de gönül mânasına; iç dünyası, iç âlemi, iç benliği mânasına kullanılıyor.
İşte bu gönüller de paslanır; insanın içi kararır, insanın iç dünyası pislenir, kirlenir. İnsanın gönlü tatsızlaşır demek.
"Gönlüm kırgın, sana gönlüm kırgın, bu gün canım bir şey istemiyor, canım sıkılıyor, canım daralıyor, canım böyle istedi..." diye can kelimesiyle de bazen bunu ifade ediyoruz.
Efendimiz, "İşte bu kalpler de kararır, paslanır; suya, neme, rutubete mâruz demirin paslandığı gibi." dedi.
Kîle: "Bunun üzerine denildi ki:" Yâ Resûlallah ve mâ cilâühâ? "Ey Allah'ın Resûlü, bu kalpler paslanırsa, gönüller kararırsa, pas tutarsa, bunun cilalanması nasıl olacak?"
Demir yağlanıyor, pas sökücüler sürülüyor, cilalanıyor. Paslanmış bir makinenin aksâmı cilalandıktan sonra tekrar kullanılır hâle geliyor. Makası biraz açıkta bıraktığınız zaman, bakıyorsunuz güzelim makasınız musluğun yanında rutubetlenmiş, paslanmış. Hemen yağ getiriyorsunuz, makine yağı sürüyorsunuz, siliyorsunuz, tekrar temizleniyor.
"Bu kalpler paslandığı zaman bunun cilalanması ne sûretle olacak? Nasıl cilalanabilir, pası nasıl giderilir yâ Resûlallah?" diye sormuşlar.
"Neyle cilâlanacak kalpler, pırıldayacak, çalışacak, insanın iç dünyası aydınlanacak? Nasıl olacak bu?"
Kesretü zikri'l-mevti. "Ölümü anmanın çokluğu ile…" Ve tilâveti'l-Kur'âni "ve Kur'ân-ı Kerîm okumanın çokluğu ile."
Peygamber Efendimiz iki ilaç, tedavi çaresi söylüyor;
Birisi, ölümü çok düşünmek…
Ölüm hepimizin başında. Hepimiz mutlaka bu ölüm denilen olayı yaşayacağız. Her hayat sahibi, bu hayat elinden giderken ölümle karşılaşacak, ecel şerbetini herkes içecek. Çare yok! "Âdemoğlu ölümlü türemiş." diye eski Türkçe metinlerde de böyle geçiyor. Ne yapalım, öleceğiz.
Ne yapmak lazım o zaman?
Ölüm, insanı üzüyor, korkutuyor, heyecanlandırıyor, telaşlandırıyor.
"Eyvah, öleceğiz!"
"Tabi öleceğiz."
"Ama nasıl sen 'tabi öleceğiz' diyebiliyorsun; benim yüreğim ağzıma geliyor hocam! Sen niye bunu böyle çok tabii bir şeymiş gibi söylüyorsun; tüylerim diken diken oluyor, ağzımın tadı kaçtı. Şimdi bak neşem gitti.
Neşemiz gitse de, ölüm denilen bir olay var.
Bu bilginin İslâm'da, tasavvufda sonucu nedir?
Ölüme hazırlanmaktır. "Ölmeden evvel ölmektir." Bu sözü edebiyatçılar çok söylerler. Âriflerin sözünden almışlar, kitaplara girmiş ama dinleyenler bu sözleri duyunca, söyleyenlerin yaşadıkları mânaları, duyguları acaba duyabiliyorlar mı, yaşayabiliyorlar mı?
"Ölmeden evvel ölmek." ne demek?
Ölecekmiş gibi tam hazırlıklı olup huzur içinde canını verecek kadar her işini halletmiş olup yüzü ak alnı açık olarak, Cenâb-ı Hakk'a kavuşmaya, ruhunu teslim etmeye can atmak… Öldükten sonra, kendisine dünyadaki sorumluluklarıyla, hayatıyla ilgili neler sorulacaksa, onların cevabını hazırlamış bir insan olarak, hayatında görevlerini yapmış bir kimse olarak, müsterih olarak, gözü arkada kalmadan böylece ölebilmek...
Bir gül bahçesine girercesine, isteyerek canını Allah yoluna verebilmek, feda edebilmek. Ölümden korkmamak, ölümü güzel karşılayabilmek, ölümü sevebilmek. Ölümün aslında güzel bir şey olduğunu, dostu dosta kavuşturacak bir olay olduğunu, ölümle perdelerin kalkacağını, sevgilinin bulunacağını, sevgiliye kavuşulacağını sağlayacak olan bir iş olarak ölümü sevmek, ölümü istemek.
Ârif insanların, mübarek insanların, evliyâullahın çoğunun böyle duyguları var. Her akşam yatağına yatarken "Yâ Rabbi, artık lütfedip bugün canımı alsan da, ben de sevdiklerime kavuşsam, şu ayrılık bitse." diyenler var.
Ölümü çok düşünen insan hırsızlık, arsızlık, yüzsüzlük, tembellik, gevşeklik yapmaz. Öleceğim diye hazırlığını tam yapar. Âhirette ölümden sonra mahkeme-i kübrâ var; mahkeme-i kübrâya hazırlanır.
Onun için Peygamber Efendimiz ölümü çok zikretmeyi kalbin pasının gitmesi için çare olarak, ilaç olarak bu hadîs-i şerîfte işaret buyurmuş.
İnsan ölümü çok andığı zaman kalbinin pası gider, süflî duygulardan, kıskançlıklardan, düşmanlıklardan kendisini sıyırır. Hakiki bir müslüman olarak nasıl yaşaması gerekirse, öyle yapmaya yönelir iyi bir insan, salih bir kul olur. Melek gibi, pırıl pırıl olur. Herkese iyilik yapmaya çalışan bir insan olur. İşte bu, ölümü düşünmekten olur.
Ölümü düşünmeyen insanlar da, vur patlasın çal oynasın yaşarlar, yaşarlar; birden ansızın ölüm gelir.
Yahya Kemal'in dediği gibi;
Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir.
Çaldıkları sazın teli kopuverince âhengin kesildiği gibi, hayat birden bitiverir; hazırlıksız yakalanır, suçüstü yakalanır, âhirete çok perişan şekilde gider. Birisi bu…
İkincisi de Tilâveti'l-Kur'ân; "Kur'ân-ı Kerîm okumak da kalbin pasını giderir."
İmanla, "Allah'ın kelâmını okuyorum." diyerek, saygıyla, anlayarak, derinlemesine Kur'ân-ı Kerîm okuduğu zaman kalbinin pası gider, iyi müslüman olmaya azmi artar, içi dışı nurlanır, ertesi gün hayırlı işler yapmaya yönelir. Kur'ân-ı Kerîm'in istediği müslüman olmaya, istediği yönde çalışmalar yapmaya yönelir. Kur'ân-ı Kerîm okumak, mânasını anlamak insanı kurtarır.
Bana e-mail ile soru sormuşlar. Bakıyorum "Müslümanım" diyen insanların sorularına, -müslüman olduğunda hiç şüphe etmiyorum- Kur'ân-ı Kerîm'i bilmiyorlar. Delil olarak zikrettikleri âyetin, kendilerinin düşündüğünün aksini söylediğini anlayamıyorlar. Kur'an'ı okumadıklarından, dikkatli incelemediklerinden, mânayı iyi takip etmediklerinden, iç yüzünü bilmediklerinden, Ondan sonra da başkalarını suçluyorlar:
"Yâhu bu öyle söylemiş, bu sözünden dolayı tevbe etmesi gerekmez mi?"
Gerekmez. Çünkü sen yanlış biliyorsun bu işi, sen yanlışsın. Onun söylediğinde bir yanlışlık yok, senin sözünde yanlışlık var.
Neden?
Çünkü sen Kur'ân-ı Kerîm'i bilmiyorsun. Kulaktan dolma bazı bilgiler kulağından içeriye girmiş. Sen de onu doğruluğunu, hudutlarını hiç incelememişsin. Kendine göre bir İslâm anlayışın var. O anlayışın dışında daha derin, daha samimi, daha müttakıyâne, daha ârifâne bir yaşamla karşılaştığın zaman, irkiliyorsun, şaşırıyorsun. Senin maddî, materyalist, sathî yaşamına uymadığı için irkiliyorsun ve onu yanlış sanıyorsun. Halbuki sen yanlışsın, yanlış yolda olan, yanlış kafada olan sensin.
Bu nereden kaynaklanıyor?
Kur'an'ı bilmemekten.
Onun için müslümanın Kur'ân-ı Kerîm'i çok okuması lazım. Madem seviyor, -seviyordur inkâr etmiyoruz- madem müslüman, -müslüman olduğunu da kabul ediyoruz. İnanıyorum ki hakikaten müslüman, o sözleri ondan söylüyor- Müslüman ama Kur'an okumamış, Kur'an'ı doğru bilmiyor, itikadından haberi yok, Ehl-i Sünnet itikadı ile zıt düşecek fikirlere, kanaatlere saplanmış, kısa aklıyla ileri geri konuşuyor.
Hiç olmazsa, o konularda konuşma!
Ben şuna benzetiyorum;
Bir insan, eğer televizyonu bozulursa, "Şunun arkasını bir açayım, şöyle bir tamir etmeye kalkışayım!" der mi?
Demez.
Bilgisayarı bozulursa, "Arkasını açayım, tamir edeyim!" der mi?
Demez.
Neden?
Televizyonu bilmiyor, bilgisayarı bilmiyor. Uzmanını çağıracak veya uzmanına götürecek, o açacak, şemasına bakacak, aletleriyle ölçecek, tamirini o yapacak.
Bilmediği yere elini koymuyor, bilmediği aletin arkasını açmıyor; bu güzel...
Bu saygının, bu haddini bilmenin dinî konularda da olması lazım! Dinini bilmeyen insan, dinî konularda konuşmamalı, araştırmalı, bilene sormalı; böyle başkalarını suçlamamalı! Bilmiyorsun kardeşim... O konunun mahiyetini bilmiyorsun, yanlış bilgilerle, yanlış yönde, yanlış cephede yanlış işler yapıyorsun.
Onun için Kur'ân-ı Kerîm'i müslümanın çok okuması lazım!
Kimseyi üzmek de istemiyorum, kırmak da istemiyorum. Aferin, müslüman olmak büyük bir nimettir. İslâmî konularla ilgilenmek, bu da bir canlılık alametidir.
O halde bir şey kalıyor; Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup Kur'ân-ı Kerîm'den gerçekleri öğrenmek. Ana kitabımız, her şeyimizin kaynağı; ilmimizin, irfanımızın, itikadımızın, tasavvufumuzun, ahlâkımızın, her şeyimizin kaynağı Kur'ân-ı Kerîm'dir. Onu güzel okur, tam anlarsak, o zaman Kur'ân-ı Kerîm'e sarılan kurtulur.
Tabi, Kur'ân-ı Kerîm'in tam anlaşılması için de, Resûlullah'ın hadislerinin tam öğrenilmesi lazım! İşte burada karşımıza çıkıyor. Zaten Resûlullah Efendimiz de, Kur'ân-ı Kerîm öğrenmeye teşvik ediyor. Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak istediğiniz zaman, Kur'ân-ı Kerîm de sizi Resûlullah'a gönderecek. Diyecek ki;
"Beni iyi anlamak istiyorsan, Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ'nın sünnetini iyi öğren! Onun sünneti, Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel, uygulamalı açıklaması demektir."
İnsanın sünnet-i seniyyeye de saygısı oradan artacak. Kur'an'ı okuyunca sünnete bağlanacak, sünneti okuyunca Kur'an'ı daha iyi öğrenecek. Çünkü ikisi birbiriyle iç içe ve ikisi birbiriyle bir bütün teşkil ediyor. Birisi ötekisinin genişletilmiş, uygulamalı şekli.
Bu akşam ki okuyacağım ikinci hadîs-i şerîf aynı sayfadan. Buyuruyor ki Efendimiz;
İnne yesîre'r-riyâi şirkün. Ve inne men â'dâ veliyyen lillâhi fekad bârazellâhe bi'l-muhârabeti. İnnallâhe yuhibbü'l-ebrâre'l-etkıyâe'l-ahfiyâe, ellezîne izâ ğâbû lem yüftekadû ve in hadarû lem yüd'av ve lem yu'rafû mesâbîhü'l-hüdâ, yahrucûne min külli ğabrâe muzlimetin.
İbn Mâce, Muaz radıyallahu anh'ten rivayet etmiş. Bunun başka hadis kitaplarından başka rivayetlerini de duymuşsunuzdur. Peygamber Efendimiz bu mübarek hadisine bir cümle ile başlıyor:
İnne yesîre'r-riyâi şirkün. "Muhakkak ki riyanın azı dahi şirktir."
Riya ne demek?
Riya, reâ fiilinden masdar, fiâl vezninde "göstermek" demek. Yaptığı âhiret amelini gösteriş için yapmak, hakiki duygularla, ihlâsla değil de, başkalarına gösteriş olsun diye, başkalarının dikkatini çekmek, başkalarından dünyevî menfaat sağlamak, itibar kazanmak maksadıyla yapmak.
Bunun azı da, çoğu da doğru değildir. Müslüman bir insan bir ibadeti sırf Allah için yapar, buna ihlâs deniliyor. Amelin, icraatın, ibadetin halis muhlis Allah için yapılması... Bunun karşılığı da, yaptığı ameli böyle bir niyetle yapmıyorsa bir başka art niyetle, kötü maksatla, gösteriş için yapıyorsa buna da riya diyorlar. İhlâs ve riya birbirinin mukabili olan iki kavram oluyor. İhlâs makbul, riya merdud, makbul değil.
Riyanın azı bile, az bir riya bile şirktir. Çünkü Allah'tan korkmuyor, âdetâ o gösterişle dikkatini çekmek istediği insandan korkuyor. Onun fikrine, alkışına veya teveccühüne itibar ediyor. Halbuki Allah'ın teveccühüne itibar etmesi lazımdı. Demek ki Allah'a şirk koşuyor.
Riya oldu mu, orada şirk vardır. Müslüman riyakâr olmayacak; halis, muhlis olacak. Sırf Allah rızası için yapacak yaptığı işi. Riyadan kaçınmak, ihlâslı olmak, amelleri, ibadetleri, her yaptığı işi sırf Allah rızası için yapmak. Onun için bizim büyüklerimiz buyurmuşlar ki;
İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî.
"Yâ Rabbi, benim maksudum sensin; ben her yaptığım işi senin rızanı kazanmak için yapıyorum."
Bu çok önemli bir şey! Hepinizin evinde bu levhanın olması lazım! Yakasında bir rozet takılı olsa iyi olur.
Ve inne men a'dâ veliyyen lillâh. "Kim Allah'ın bir velîsine düşmanlık yaparsa…" fe-kad bârezallâhu bi'l-muharabeh. "Sanki Allah'ın karşısına çıkıp Allah'a meydan okumuş, muharebede 'Çık karşıma, seninle savaşacağım!' demiş gibi olur."
Bâreze, mübâreze; iki ordu karşı karşıya geldiği zaman, düşmandan er dileyip "Çık karşıma, seninle çarpışacağım!" diye meydan okumak demek. Buna mübâreze deniliyor. Böyle yapana da mübâriz deniyor. İki tarafta düşman orduları karşı karşıya; beri tarafın ordusu bu tarafta saf bağlamışlar. Birisi çıkıyor atıyla ön tarafa, "Var mı benimle çarpışacak içinizde bir adam!" diye er diliyor. Onun üzerine karşı taraftan da birisi çıkıyor, çarpışıyorlar; iki taraf seyrediyor. Böyle bir tarihî âdet, eskiden olan bir şey.
Allah'a böyle harpde mübareze teklifi yapmış gibi olur, "Çık karşıma da, seninle çarpışacağım!" demiş gibi olur.
Allah'ın bir sevgili kuluna, mübarek velîsine düşmanlık eden kimse.
Allah'ın sevgili kullarını aramak, bilmek, sevmek, saymak lazım, kalbini kırmamak lazım!
Büyükler buna çok dikkat etmişler.
Şimdi bu devirde ihlâslı mü'min kimseye amansız bir düşmanlık var. Hepsini kötülemek için var güçleriyle çalışıyorlar. Ama öbür tarafta, "Ormanda bin kişi intihar etmiş, bunların başındaki herifler ne biçim heriftir?" diye bir şey demiyorlar. Orada ses çıkmıyor.
Müslümanlarda böyle bir şey var mı? Müslüman, ihlâslı insanların ne kadar güzel şeyler yaptıkları ortada değil mi?
Küçücük bir şeyi yapan kimseye teşekkür ediyoruz. Allah rızası için mahallemizdeki bu çeşmeyi yaptırmış, bu mescidi yaptırmış, burayı vakfetmiş, şurayı mektep yapmış, şurayı medrese yapmış, şurayı han yapmış, şurasını yolcuların konaklaması için kervansaray yapmış. Bunların bir müteşekkir tarafı yok mu? Bunlar iyi niyetle yapılmış şeyler.
İyiliğin anlaşılması, fark edilmesi, takdirle karşılanması ve teşekkür edilmesi lazım! İyiliği yapana karşı, o iyilikten istifade eden herkesin teşekkür borcu var.
Suyu içiyorsun "Bu çeşmeyi kim yaptırmış, nerelerden getirmiş suyu; Allah razı olsun yaptırandan!" diye.
Allah zaten onun mükâfatını verir ama senin de teşekkür borcun var.
Millet Allah'ın dostunu düşman ediniyor, saldırıyor. Allah'ın dinini düşman ediniyor, saldırıyor. Sapık fikirler, inançlar, felsefî ekoller, yollar, mezhepler alkışlanıyor.
Televizyonu açıyorsunuz... Ben bu Avustralya'da açıyorum, bakıyorum kanallara; insanlar ne kadar pespâyeleşmişler! Bunları hiç tenkit yok, bunların hepsi tabii karşılanıyor; "çağdaşlık" deniliyor, "olabilir" deniliyor, anlayışla karşılanıyor. Ama müslümanın güzelliklerine saldırılıyor. İslâm'ın güzellikleri, müslümanca yaşayan bir insanın güzel davranışları teşekkürle karşılanmıyor, bir de düşmanlık ediliyor. Bu da önemli!
Demek ki Allah'ın iyi kullarını bileceğiz.
Allah'ın iyi kulları, evliyâsı, velîleri nereden bilinir?
Anlaşılır ama mücevherin kıymetini de kuyumcu anlıyor. Bazen sahte şeyleri millet alıyor. Çarşıda pazarda beş kuruşluk, on kuruşluk şeyleri, beş para etmeyen şeyleri kanıp alıyor. Bazen mücevher diye aldıkları da sahte oluyor. Hakikisini mücevher dükkanındaki uzman biliyor, kuyumcu biliyor.
Evliyânın da hakikisini bilmek için biraz uzman olmak lazım! Evliyânın hakikisi, kendisini gördüğün zaman Allah hatırlanan kimsedir. Hâli Kur'an'a uyan kimsedir, Peygamber Efendimiz'in yolunda yürüyen kimsedir. Tam müslümandır. Allah için seven, kızacağı zaman da Allah için kızan kimsedir. Allah'ın sevgili kulları öyle sessiz sedasız da değildir, bazen de edepsizleri çarparlar.
Bunu böylece öğrenmek için gayret edelim, Allah'ın iyi kullarını arayalım!
Allah cümlemizi iyi kullarla buluştursun, iyi kullarla dost eylesin. Kötülerden, sahtekârlardan da ayırsın.
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde "âhir zamana doğru 30'a yakın deccal çıkacak" diyor. Bu deccalların her birisi de, kendisini Resûlullah sanacak. Hem deccal, Allah'ın, dinin karşısında, Allah'ın sevmediği kimseler hem de kendisini Resûlullah sanacak. Şu hâle bak! Şu mantığa bak! insanlar kendi kendilerini bile kandırıyorlar. Tabii başkaları da kanıyor.
İnnallâhe yuhibbü'l-ebrâre'l-etkıyâe'l-ahfiyâ. "Allahu Teâlâ hiç şüphesiz ki iyi kulları, müttakî kulları ama gizli kulları sever."
Ebrâr, berr kelimesinin çoğulu. İyi olan, herkese iyilik yapan, özellikle anne babasına itaatli olan kimselere berr derler. Ebrâr "iyi kullar" demek.
Etkıyâ, takî kelimesinin çoğuludur, "muttakî" demek. Allah'tan korkan, şüphelilerin yanına bile yanaşmayan, haramlardan sakınan, cehenneme düşmekten uzak duran muttakî müslüman.
Allah onları sever. Ama bu iyi kulların bir sıfatı daha var. Hem Allah'tan korkan, haramlardan, günahlardan sakınan kimse olacaklar, etkıyâ olacaklar; hem de ahfiyâ olacaklar. Öyle gösterişli, şatafatlı, yaldızlı, reklamlı değil de, sessiz sedasız kenarda duruyor; anlayan anlar kıymetini... Ama ortada cazgırlık yapan bazı kimseler dolaşıyor. Aslında onlar din yolunun haramileridir. İnsanları kandırıyorlar. Ondan sonra ormanlarda bin kişi öldü, bilmem ne... Kananlar da sonra çok fena oluyor. Kanmamaya da dikkat etmek lazım!
Allahu Teâlâ hazretleri gizli, haramlardan, günahlardan sakınan iyi kulları sever. Demek ki gösterişi sevmiyor; mütevazı, kenarda saklı duranları seviyor.
Ellezîne. "Bunlar öyle kimselerdir ki," İzâ ğâbû lem yüftekadû. "Orada olmadıkları, bahis konusu bir yerde olmadıkları zaman aranmazlar."
İtibarlı bir insan oldu mu, "Bir beyefendi vardı, nerede kaldı?" diye herkes arar da, bunları kimse aramaz.
Neden?
Çünkü ahfiyâdan, gizli, onların evliyâ olduğunu kimse bilmiyor, halinden tahmin etmiyor. Onun için orada yoksa aramıyorlar, "Falanca nerede kaldı?" demiyorlar. Arayanı soranı yok, seveni bileni yok.
Ve in hadarû. "Orada mevcutlarsa, insanların aralarındaysa" lem yüd'av. "Davet olunmazlar."
"Gel, bizim düğünümüz, toplantımız, ziyafetimiz var, sen de buyur!" denmez, davet olunmazlar.
Ve lem yu'rafû. "Ve kıymetleri bilinmez."
Adam kenarda sessizce kalıverir. Halbuki Allah'ın asıl velî kulu o, asıl davete çağrılacak olan, baş tâcı edilecek olan, baş köşeye oturtulacak olan o! Eli öpülecek olan, duası alınacak olan o! Kıymeti bilinmez.
Mesâbîhu'l-hüdâ. "Bunlar böyle gizlilerdir ama hidayet kandilleridir."
Etrafı aydınlatırlar, hidayet saçarlar. Kendileri doğru yolda yürüdükleri gibi insanlara da doğru yolu gösterirler, hidayet yolunu da aydınlatırlar. "İşte Allah'ın sevdiği doğru yol budur!" diye belli olur onların hallerinden, sözlerinden, tavsiyelerinden.
Yahrucûne min külli ğabrâe muzlimeh. "Her tozlu topraklı, karanlık yerden çıkarlar."
Ğabrâ; ağber, "gubarlı, tozlu topraklı yer, mıntıka, zaman" demek. Muzlime "karanlık" mânasına... Böyle tozlu topraklı, karanlık zamanlarda çıkarlar, hidayet yolunu aydınlatırlar. Karmakarışık, hakkın batılın bilinmediği yerlerde çıkarlar, doğru yolu gösterirler. Allahu Teâlâ hazretleri onları hidayet kandili yapmıştır. Hakkı onların yanında görürsün, davranışlarından görürsün. Onların yanında gidersen, kazanırsın; öyle yapmazsan, aldanırsın.
Allah'ın sevgili kulları öyle işte. Allahu Teâlâ hazretleri bu özellikleri vermiştir. Bunları sevmek lazım! Bunlara düşmanlık yapan da, tepe taklak gider.
Üçüncü hadîs-i şerîfi de okuyalım, sohbetimiz tamamlansın.
İnne yevme'l-isneyni ve'l-hamîs yağfirullâhu fîhimâ li-külli müslimin illâ mühtecireyni yekûlü da'hümâ hattâ yaslihâ.
İbn Mâce, Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten nakleylemiş.
"Muhakkak ki yevme'l-isneyni ve'l-hamîs. "Pazartesi ve perşembe günü" Yağfirullâhu. "Allah mağfiret eder" fîhimâ. "Pazartesi perşembe gününde" li-külli müslimin "her müslümanı."
Pazartesi perşembe günleri müslümanların mağfiret günüdür. Hatta Peygamber Efendimiz Pazartesi ve Perşembe günlerinde oruç tutarmış. Oruç tutuşunun da sebebini izah ederken; "Bugünlerde kulların amelleri Cenâb-ı Hakk'ın dergâhına arz olunur. Ben amellerimin arzolunduğu vakit oruçlu olmayı tercih ediyorum da, ondan oruç tutuyorum." buyururmuş.
O bakımdan bu günlerde oruç tutmak da iyidir. Çünkü oruçluyu Allah sever, mükâfatı da bol olur, bağışlar. Demek ki; pazartesi perşembe kulların bağışlandığı günler imiş. Bunları bilelim, sevinelim; mümkünse pazartesi perşembe oruçlarını tutalım!
Oruç çok güzel bir ibadet; hem insana sağlık kazandırıyor hem de kalbini nurlandırıyor. Her yönden gayet faydalı bir şey. Allahu Teâlâ hazretleri oruçluya bi-gayri hisâb mükâfat veriyor. O mükâfatları da kazanmak için, almak için başka hadislere de dayanarak oruçlu olmayı ben şahsen tavsiye ediyorum.
Peygamber Efendimiz burada bir noktaya işaret ediyor:
"Her müslümanı mağfiret eder de," İllâ mühtecireyn. "Birbirinden küsüp, alâkayı kesip uzaklaşmış iki müslümanı affetmez!" buyuruyor.
"Dargınları affetmez." demek. Arası açık olup da birbirinden uzaklaşmış, küsmüş, darılmış müslümanları affetmez.
Ne der?
Yekûlü: Da'hümâ ""Buyurur ki: Ey bunların mağfiretini yazan vazifeli melek, bu ikisini bırak, yazma bunların mağfiretini!" Hattâ yaslehâ. Cenâb-ı Hak: "Bunlar sulh oluncaya kadar, birbirleri ile el uzatıp barışıncaya kadar bunları bırak!" der.
Demek ki pazartesi, perşembe müslümanların af günüdür, Allah tarafından mağfiret olunma günüdür; Allah mağfiret eder. Biz de oruç tutarak, bu mağfireti kazanmak için biraz daha kendimize çeki düzen vermiş olalım.
Amma dargın olanları affetmez. Dargın olanlar için Allahu Teâlâ hazretleri: "Bunları bırakın, bunları affetmiyorum! Bunları çıkartın affedileceklerin listesinden!" diye ayırtır.
O halde ne yapmamız lazım?
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Dargınsak, dargın olduğumuz kimselerle dargınlığımızı düşünelim, gidelim, el uzatalım, barışalım, bu dargınlıkları bir kenara atalım!
"Hocam, ben barışmak istiyorum, adam suratını çeviriyor, benimle barışmıyor!"
Sen barışmak istiyorsan, el uzatıyorsan; sen kurtulursun. O suratını çeviriyorsa, elini uzatmıyorsa sorumluluk ona kalır. Ama sen, "Ben Allah rızası için dargınlıktan vazgeçiyorum, hadîs-i şerîfi duydum, Es'ad Hocam okudu, ben de dinledim. Allah rızası için dargınlığı bırakmaya geldim, barışma teklif ediyorum. Senin yanına bunun için geldim." dersin. Kabul ederse, eder; etmezse, sorumluluk ona gider, sen paçayı kurtarmış olursun.
Allahu Teâlâ hazretleri nefislerimizi yenip Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun hareket etmeyi her yerde, hepimize, her zaman nasip eylesin. Allah dünya ve âhirette bildiğimiz, bilmediğimiz her türlü hayırlara, sizleri ve bizleri, sevdiklerimizle beraber erdirsin, mesut ve bahtiyar eylesin aziz ve sevgili dinleyiciler ve izleyiciler.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.