es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû aziz ve sevgili dinleyiciler;
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü ikrâm u ihsânı üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak hem dünyada hem âhirette cümlenizi sevindirsin, aziz ve bahtiyar eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'den Enes radıyallahu anh'ın rivayet ettiği ve Hâkim rahmetullahi aleyh'in Müstedrek'ine kaydettiğine göre, Peygamber Efendimiz birinci hadîs-i şerîfin metninde şöyle buyuruyor:
İnna'llâhe azze ve celle rahîmun hayiyyün kerîmun yestahyî min abdihî en yerfea ileyhi yedeyhi sümme lâ yedau fîhimâ hayrâ.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîf müjdeli, sevindirici mazmûnu olan, bizi sevindirecek bir haberi bilgiyi ihtivâ eden bir hadîs-i şerîf. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
İnna'llâhe. "Hiç şüphe yok ki Allah..." Azze ve celle. "Çok izzet sahibi olan, çok celâl sahibi olan, sonsuz izzet ve celal sâhibi olan, aziz ve celil olan Allahu Teâlâ hazretleri..."
Rahîmun. "Merhametlidir.
Acıyan, merhamet edendir; rahmeti, merhameti çok olandır. O kadar çoktur ki merhametlilerin en merhametlisidir. Dünyadaki bütün merhametleri toplasak, rahmetinin %1'i kadardır. %99'u âhirette saklanmıştır. Kullarını sever, kullarına acır, merhamet eder.
Hayiyyün. "Hayâ sahibidir."
"Cenâb-ı Hak hayâ eder, utanır." mânasına oluyor.
Kerîmun. "Kerem sahibidir."
Cömerttir, güzel bağışlarda, davranışlarda bulunucudur. Hatta Ekremü'l-ekremîn'dir.
Yestahyî min abdihî. "Kulundan istihyâ eder, hayâ eder, utanır."
Sübhanallah! Efendimiz böyle buyuruyor: "Allahu Teâlâ hazretleri kulundan utanır."
En yerfea ileyhi yedeyhi. "O kulu Rabbine, Allah'a iki elini kaldırmış, ellerini açmış dua ediyor da..." Sümme lâ yedau fîhimâ hayrâ. "Allah da o dua eden kulunun açmış olduğu avuçlarına hiçbir hayır koymuyor."
Allah böyle yapmaktan utanır.
Dua için açılmış olan -kulunun- iki elini, içine hiçbir hayır koymadan boş çevirmez, boş çevirmeye hayâ eder. Allahu Teâlâ hazretleri kereminden, lütfundan, merhametinden dolayı kulu boş çevirmez; elini boş döndürmez, avucunu boş bırakmaz. Mutlaka dua edene lütfeder, bir şeyler ihsan eder.
Nasıl bir şeyler ihsan eder?
Ya istediğini ihsan eder.
Bazen daha hayırlısını verir, istediğinden âlâsını verir. Bazen de en güzel mükâfat olarak âhirette ona çok büyük sevaplar verir. Ama elini boş döndürmez, eline mutlaka bir şeyler koyar, avucu boş dönmez.
Çünkü Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hakk'ın burada üç sıfatını söylüyor. Aziz ve celil olduğunu sıfat olarak ayrıca söylüyor da; "Aziz ve celil olan Allahu Teâlâ hazretleri hiç şüphe yok ki; Rahîm'dir, Hayiy'dir, Kerîm'dir." diyor. Yani üç sıfatını beyan ediyor.
Birisi; Cenâb-ı Hakk'ın kullarına şefkatli, merhametli olması.
İkincisi; Cenâb-ı Hakk'ın utanması, hayâ etmesi.
Üçüncüsü de; cömertlik, kerem sahibi olması. Allahu Teâlâ hazretleri kulu istediği halde onu vermemekten utanıyor.
Cenâb-ı Hak âlemlerin Rabbi'dir, her şey O'nundur, biz de O'nun kullarıyız. Bütün bu sıfatlar bize Cenâb-ı Hakk'ın lütfunu, keremini anlatmak için kullanılmış sıfatlardır. Cenâb-ı Hakk'ın zât-ı şerîfini ve esmâ-i hüsnâsını ve onların hakikatini anlamak beşer için imkânsızdır. Çünkü;
Leyse ke-mislihî şey'ün. Allahu Teâlâ hazretleri gibi, insanların tanıdığı, etrafındaki, çevresindeki varlıklardan hiçbir şey yoktur ki 'şuna benziyor' denilsin. Her sıfatı rubûbiyyetinin şânına uygun şekilde eşsizdir, emsalsizdir, yegânedir, tektir; bizim bildiğimiz sıfatlardan çok daha yüce, çok daha farklı, bizim idrakimizin çok çok daha üstündedir.
Ama Peygamber Efendimiz'in bu güzel anlatımından biliyoruz ki Rabbimiz kullarına merhamet ediyor.
Hatta bir defasında esirlerden bir kadın öbür kafilede kalmış olan çocuğunun yanına koştu gitti, hemen onu yakaladı, bağrına bastı. Bunlar harpte esir alınmış ganimet, esirler. Peygamber Efendimiz de sahabeyle beraber, o kadının bu kafileden koşup öbür kafileye gidip oradaki çocuğunu bulup bağrına basıp kucaklamasını seyretti. Sonra ashâbına sordu:
"Ey ashâbım, ne dersiniz? Bu şefkatli anne, şu çocuğunu bağrına sımsıkı basan kadıncağız bu çocuğunu kendi elleriyle ateşe atar mı?"
"Atmaz yâ Resûlallah! Bak ne kadar anne şefakati cûşa geldi; nasıl çocuğunu kucakladı, nasıl bağrına basıyor. Ne kadar sevgi, ne kadar candan bir şefkat... Yapmaz, çocuğunu bu ateşe atmaz, kesinlikle atmaz!" dediler.
"İşte Allahu Teâlâ hazretleri, bu kadıncağızın bu evlâdına olan sevgisinden, şefkatinden, muhabbetinden kat kat daha fazla, çok çok daha fazla kullarına şefkatlidir, merhametlidir."
Demek ki Allahu Teâlâ hazretleri kullarına lütfetmiş, rahmetmiş, peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, cennete girmelerine sebep olacak yolları, amelleri, işleri, faaliyetleri, halleri, huyları bir bir kullarına öğretmiş, cennete girsinler diye...
Kur'ân-ı Kerîm'de de buyuruluyor ki;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Vallâhu yed'û ilâ dâri's-selâm. "Dâru's-selâm olan, selâmet yurdu olan cennetine kullarını Allah davet ediyor, çağırıyor; 'Gelin kullarım, cennetime girin!' diye..."
Girmeyen niye girmiyor?
Kendi inatçılığından, kendi günahkârlığından, kendi isyanından, kendisinin kusurundan, kabahatinden dolayı girmiyor.
Demek ki el açtık mı, dua ettik mi mutlaka mükâfat var. Allahu Teâlâ hazretleri açılan elleri boş çevirmiyor. O halde dua edelim, çok duacı olalım, ağzı dualı kul olalım. Çünkü dua da ibadettir; zikir gibidir, tefekkür gibidir, nasıl onlar ibadetse dua etmek de ibadettir. O bakımdan, her vesile ile aklımıza, gönlümüze doğan mânaları düşünerek çevremize, kendimize, dünyamıza, âhiretimize, dostlarımıza dua edelim. Bol bol dualar edelim. Ümmet-i Muhammed'e dua edelim. Cenâb-ı Hakk'tan hep hayırları isteyelim çünkü eller boş dönmüyor.
İşte Peygamber Efendimiz'in böyle bir müjdesi, bugünkü hadîs-i şerîflerin ilki.
Bugün okuyacağım hadîs-i şerîflerin ikincisi:
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz;
İnna'llâhe teâlâ cemîlün yuhibbü'l-cemâl ve yuhibbu izâ en'ame alâ abdihî ni'meten en yerâ eserehâ aleyhi ve yubğidü'l-bü'se ve't-tebâüse. Velâkinne'l-kibre en tesfehe'l-hakka ve tubğida'l-halka.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Bu ikinci hadîs-i şerîfte, Peygamber Efendimiz Allahu Teâlâ hazretlerinin cemâl sâhibi olduğunu beyan buyuruyor:
İnna'llâhe teâlâ. "Hiç şüphe yok ki, muhakkak ki Allahu Teâlâ hazretleri..." Cemîlün. "Güzeldir, cemâl sahibidir..."
Hem de sonsuz güzelliklerin sahibidir...
Yuhibbü'l-cemâl. "Güzelliği de sever."
Allahu Teâlâ hazretleri her şeyin güzel olmasını, güzel olanını, güzel yapılanını sever.
O halde biz de nasıl olmalıyız?
Güzelliği işleyen, güzelliği edinen, güzelliğe sahip olan, güzelliği yapan, güzel davranan müslümanlar olmalıyız. Her işimizde güzellik olmalı. İşimizin evsâfının başında ihlâslı olmak, samimi olmak varsa; bir vasfı, sıfatı da işimizin güzel olması, güzel yapılması... Sözümüzün güzel olması, amelimizin güzel olması, düşüncemizin güzel olması, huyumuzun güzel olması, çehremizin mütebbessim olması, güzel olması, giyimimizin kuşamımızın, her şeyimizin güzel olması... Çünkü Allah güzelliği sever.
Ve yuhibbu. "Ve yine Allahu Teâlâ hazretleri sever ki..." İzâ en'ame alâ abdihî ni'meten. "Kuluna bir nimet ikram ettiği zaman..." En yerâ eserehâ aleyhi. "Bu nimetinin o kulu üzerinde tezâhür etmesini sever."
Tesirinin, izinin, emâresinin, belirtisinin kulu üzerinde görünmesini sever. Zenginlik vermişse kulda zenginlik olduğunun görülmesini sever.
Ve yubğidü'l-bü'se ve't-tebâüse. "Fakirliğini arz etmeyi, fakir değilken pejmürde, fakir görünüşlü olmayı sevmez."
Demek ki hey'et, görünüm itibariyle derli toplu olmayı sever. Çünkü güzeldir, güzelliği seviyor ve verdiği nimetlerin de tezâhür etmesini, kulları üzerinde görülmesini istiyor.
"Kulum, ben sana şu nimetleri vermiştim, niye görülmüyor ortada? Ortalıkta niye görülmüyor, niye saklıyorsun, niye gizliyorsun? Niye o nimetlere sahip olduğun halde sanki o nimetler yokmuş gibi, mahrummuşsun gibi halka öyle görünüyorsun?" diye, onu sevmez, ona buğz eder.
Nimetinin eseri kulun üzerinde görülmeli.
Demek ki güzel giyinmek, güzel hey'etle, güzel bir görünümle gezinmek, görünümünü düzeltmeye çalışmak; sakalını taramak, saçını taramak, elbisesini düzgün giymek; çamursuz, temiz olması, görünümün hoş olması vesaire... Bunların hepsini Allah sever, güzelliği sever. Öyle pejmürde görünüşlülüğü, fakirmiş gibi, hiçbir şeyi yokmuş gibi perişan görüntülü olmayı sevmez. "Ya sen böyle değilsin ki, nedir bu perişan görünüş?" diye sevmez.
Bunlar, yani giydiğinin güzel olması kibir değildir.
Velâkinne'l-kibre. "Velâkin asıl kibir..."
Nedir?
En tesfehe'l-hakka. "Hakkı bilmezlikten, anlamazlıktan gelmektir; hakkı idrak etmez görünmektir, hakkı teslim etmemektir..."
Kibirli adam; söylüyorsun söylüyorsun, bir türlü hakikati kabul etmiyor, diretiyor, burnu havada... İşte o kibirdir.
Başka?
Ve tübğida'l-halka. "Halka da kızmaktır."
Halkı beğenmiyor, sevmiyor, kızıyor, tepeden bakıyor. Hak söz de söylendiği zaman anlamıyor, bir türlü kabul etmiyor. Cahillikten geliyor, bilmezlikten geliyor, aldırmıyor. İşte kibir budur.
Bu hadîs-i şerîfin Allahu âlem sebeb-i vürûdu, yani Efendimiz'in mübarek fem-i saâdetinden sâdır olmasının, vârid olmasının, söylenmesinin sebebi:
Bir keresinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete girmeyecek."
Allah kibirliyi, mütekebbiri, büyükleneni, ululananı, koca burunlu olanı sevmiyor.
"Zerre kadar böyle bir şey varsa o cennete girmeyecek!" buyurunca sahâbe-i kirâm çok telaşlandılar.. Bir zât-ı muhterem, rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn, Peygamber Efendimiz'e sormuş:
"Yâ Resûlallah! İnsan olarak, beşer olarak temiz giyinmeyi, güzel giyinmeyi, güzel şeyler yemeyi seviyoruz; bu da kibir midir?"
Öyleyse giyinmeyecekler, perişan gezecekler. Telaşından;
"Bu da kibir midir?" diye sordu.
O zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz böyle buyurdu:
"Hayır! Allah güzeldir, güzelliği sever. Temiz giyinin, o kibir değildir."
Allah bir nimet verdiyse size, zenginlik verdiyse, varlık verdiyse tabii o varlığınız giyiminizden, kuşamınızdan, davranışınızdan belli olacak. Size verilen varlıkları belli etmeyecek, tebdîl-i kıyafet gibi perişan kılıklı olmayacaksınız. Bu kibir değildir. Fakirmiş gibi görünmeyi Allah sevmez. Taklit etmeyi veyahut kendi zenginliğini, varlığını saklamayı sevmez.
"Asıl kibir, hakkı kabul etmemektir."
Hak söyleniyor söyleniyor, kabul etmiyor; kibir budur.
"Bir de halka kızmaktır, sevmemektir, buğz etmektir, tepeden bakmaktır." buyuruyor.
Tabii bu hadîs-i şerîften alacağımız çok dersler var. Hak söz söylendiği zaman, kimden söylenirse söylensin hakkı kabul edeceğiz.
"Düşman..."
Düşman söyledi ama doğruyu söyledi. "Tamam, sen haklısın!" diyeceğiz. Böyle yaparsak düşmanlıklar bile erir. "Bu adam insaflı bir kimse" derler, "güzel huylu" derler, "Bak, hak söylenince kabul ediyor." derler. İnsanın düşmanı bile sevmeye başlar.
Hakkı kabul edeceğiz, bir.
Bir de halka kızmayacağız, halkı hoş göreceğiz, tepeden bakmayacağız. Fakirse Allah zenginlik vermemiş. Çirkinse Allah güzel yaratmamış. Hepsi Cenâb-ı Hakk'ın vergisi. Sana vermiş, ona vermemiş. Sen şükret de ona kızma. Sen zenginsin, sen güzelsin diye zengin olmayana, senin gibi alımlı endamlı olmayana kızma. Yani garibanları hor görme, onlara tepeden bakma.
Bu durumda olacağız, mütevâzı olacağız. Hepsini verenin Allah olduğunu bileceğiz. İsterse alabileceğini de bileceğiz. Çünkü bakarsın, arslan gibiyken felç olur, eli ayağı tutmaz olabilir. Güzelken bir hastalık gelir, yüzü gözü gider.
Ne derler?
"Zenginliğe güvenme; bir kıvılcım zenginliği giderir. Güzelliğinle mağrur olma; bir sivilce güzelliği giderir." derler.
Bir sivilce çıkar, bir çıban olur, bir yara olur; herkes iğrenir, insanın yanından kaçar.
Hepsinin Allah'tan geldiğini bilip şükredeceğiz. Bir de birisini senden aşağı durumda olduğunu görünce;
"Yâ Rabbi! Bu kuluna böyle durumlar nasip olmuş, elhamdülillah bende ne nimetler var. Sana hamdolsun, çok şükür yâ Rabbi!" diyeceğiz.
Hasta, sakat veya kötü görünüşlü bir kimse gördüğümüz zaman da diyeceğiz ki;
el-Hamdü lillâhi'llezî âfâni mimme'btelâke bihî.
"Seni mübtelâ ettiği şu kötü duruma beni düşürmeyen Allah'a hamd ü senâ olsun!" diyeceğiz.
Kendi üzerimizdeki nimetleri anlayıp, düşünüp, idrak edip hamd ü senâ edeceğiz.
Ondan sonra da hepimizde bir güzellik duygusu olacak. Her konuda her işimizi güzel yapmaya gayret edeceğiz çünkü;
İnna'llâhe teâlâ cemîlün yuhibbü'l-cemâl. "Allah güzeldir, güzelliği sever."
Bu çok güzel bir şey... Her şeyimiz güzel olunca Allah'ın sevgisini de kazanacağız.
Onun için, güzelliğimize dikkat edelim. Sözümüzün güzel olmasına, huyumuzun güzel olmasına, dindarlığımızın güzel olmasına, imanımızın güzel olmasına, ihlâsımızın güzel olmasına, ibadetlerimizin güzel olmasına; elbisemizin temiz güzel olmasına, saçımızın sakalımızın güzel olmasına, dişimizin fırçalanmış, misvaklanmış, güzel olmasına, tırnaklarımızın kesilmiş, güzel olmasına; güzelliği sağlayacak her şeye dikkat edeceğiz.
İnsan kulübede oturabilir. Ama eline bir teneke ucuz kireç alır, sulandırır, bir fırçayla duvarlara sürer; kulübe pırıl pırıl bembeyaz olur veya renk katar, renkli olur; şirin olur, tatlı olur. Toprak ama tatlı olur. Ahşap ama güzel bir boya vurursanız güzel olur. Evin önünü toprak bile olsa silip süpürürseniz güzel olur. Çimenlendirirseniz daha güzel olur. Çiçeklendirirseniz daha güzel olur. Çiçeklerin güzellerini, kokulularını koyarsanız daha güzel olur. Daha güzeli var, güzelin güzeli var.
En güzeli yapmaya çalışmalı. Her şeyinde güzellik görülmeli. Mü'minin her şeyi güzel olmalı. Mü'min, güzelliğin timsâli olmalı.
Gelelim üçüncü hadîs-i şerîfe...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadîs-i şerîfte buyurmuş ki;
Âişe-i Sıddîka validemizden Deylemî Müsnedü'l-firdevs'inde rivayet etmiş. Hakîm-i Tirmizî de Nevâdir'inde rivayet eylemiş.
İnna'llâhe azze ve celle emerenî bi-müdârâti'n-nâsi kemâ emerenî bi-ikâmeti'l-ferâidi.
"Aziz ve celil olan, sonsuz derecede izzet ve sonsuz derecede celâl sahibi olan Allahu Teâlâ hazretleri hiç şüphesiz bana emir buyurdu." Emerenî. "Bana emretti ki, emir buyurdu ki." Bi-müdârâti'n-nâsi. "İnsanlara müdârât eyleyeyim..."
Müdârât eylemek, ne demek?
Dâra-yudârî-müdârâten. Sülâsisi dirâyet; derâ-yedrî-dirâyeten geliyor. İf'al bâbından edrâ-yüdrî Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerde geçiyor. Mesela;
Ve mâ edrâke mâ yevmü'd-dîn.
Derâ-yedrî-dirâyet; aklını kullanarak, tefekkürünü kullanarak, düşüne düşüne bir şeyi yapmak.
Edrâ; "birisini düşündürmek, birisine bir şeyi anlatmak" mânasına.
Müdârât da, "karşılıklı anlayışlı olmak" demek.
İnsanlarla müdârât eylemek, insanlara müdâra eylemek ne demek?
"Anlayışla karşılamak, hâlini anlamak."demek. İnsan âcizdir. "İhtiyarlık hâlidir, gençlik hâlidir, beşer hâlidir..." diye hallerini anlayışla karşılamak.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"İnsanları -aczleri, eksiklikleri olabileceğini düşünüp- anlayışla karşılamayı Allah bana emretti."
Hemen kızmayacak, müsamahakâr olacak, affedici olacak ve hemen her suçundan dolayı cezalandırmayacak. "Olur böyle şeyler." diyecek. Gönül çekici tarzda, dirâyetle, basiretle, kiyâset ve siyasetle insanları idare edecek. Çünkü eğer bir yönetici, bir idareci, bir başkan sert olursa, anlayışsız olursa, katı olursa etrafındaki insanlar birer ikişer kırılır, giderler.
Kur'ân-ı Kerîm'de Peygamber Efendimiz'e de nasıl buyuruluyor?
Bismillâhirrahmânirrahim.
Fe-bimâ rahmetin mina'llâhi linte lehüm. "Ey Resûlüm, bu söz dinlemezlik hadisesi karşısında ashâbına karşı sen Allah'ın bir lütfu eseri olarak yumuşak davrandın." Velev künte fazzan. "Katı sözlü, katı davranışlı, sert haşin tavırlı bir kimse olsaydın..." Ğalîze'l-kalbi. "Katı kalpli bir kimse olsaydın..." Le'n-faddû min havlike. "Bu olaylardan, savaşın arkasındaki o gönül yıkıntılarından, üzüntülerden dolayı etrafındakiler dağılıp giderlerdi."
Etrafındaki insanları dağıtmayacak, gönül yapacak, teşvik edecek, mâneviyâtlarını yükseltecek gibi teşvikkâr, anlayışlı olmayı, Allahu Teâlâ hazretleri Peygamber Efendimiz'e -Allahu âlem- emretmiş. Mâna bu olmalı. "İnsanlara müdârât etmekle emrolundum." demesinin muradı, anlamı bu olmalı.
Hakikaten de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz savaşlarda bile çok yumuşak davrandı. Hayatı boyunca ömrü savaşla geçti. Hikmet peygamberi, rahmet peygamberi ama aynı zamanda cihat peygamberi. Kâfirlerle, müşriklerle cihatları oldu; yahudilerle, hıristiyanlarla cihatları oldu. Seriyyeler hazırladı, askerî birlikler gönderdi, çölün haşin kabilelerini yola getirdi; nice nice savaşlar oldu. Bütün bu faaliyetlerinin içinde öldürülen insan sayısı 150 kişi! Onlar da çok inat edenler, çok karşı gelenler, Allah'ın kahrına gazabına uğramaya müstehak olmuş insanlar. Yoksa öyle kırıp geçirme gibi bir durum olmadı.
Koca Mekke fethi hadisesi... Mekke fetholunuyor, müşriklerin merkezleri ele geçiriliyor, yıllarca müslümanlara kan kusturmuş insanlar ele geçiriliyor... Efendimiz;
"Kâbe'ye sığınanlar emniyette olacak." buyurdu.
Hatta Kureyş'in reisi durumunda olan Ebû Süfyan'a da bir pâye verdi;
"Ebû Süfyan'ın evinde toplananlar affolunacak, emin olacak, öldürülmeyecek." dedi.
Koca Mekke'nin fethi hadisesinde birkaç inatçı müşrik, ille savaşanlardan birkaç tanesi öldürüldü. Hatta müslümanların komutanlarından bazıları;
"Şimdi artık müşrikler elimize geçiyor; yıllarca bize yaptıkları zulümlerin, işkencelerin hesabını soracağız, onlara göstereceğiz!" gibi niyetlerle sözleri söyledi diye Efendimiz onları kızgınlıkla hareket etmesinler diye komutanlık görevinden geriye aldı.
Zaten Fetih sûresindeki âyet-i kerîmelerden, "Kimin ne olduğunu insanlar bilmeyebilir. Kalbi mü'min olanlara da zarar verilir." diye Cenâb-ı Hakk'ın böyle bir çatışma durumunu emretmediğini, engellediğini anlıyoruz.
Peygamber Efendimiz'in hayatı anlayışla, yumuşaklıkla, affedicilikle geçmiştir. Ama;
Kemâ emerenî ikâmeti'l-ferâidi. "Allah bana, Allah'ın farizalarını, emirlerini yerine getirmeyi emrettiği gibi..."
"İnsanları müdârât ederek, basiretle, dirâyetle idare ederek, hallerine göre onlara muamele ederek anlayışla karşılamayı da emretti."
Bu hadîs-i şerîfteki ikinci cümleden de anlıyoruz ki;
Peygamber Efendimiz farzları da yapmakta hiç tereddüt göstermedi. Allah'ın emirlerinden bir emrin yapılmasında asla gevşeklik göstermedi. Emredilenleri harfiyyen yaptı. Yasaklananlardan da kesinlikle, apaçık bir şekilde, kesin bir tarzda kaçındı ve kaçındırdı. Yasakları işleyene de müsamaha etmedi, farzları yapmayana da müsamaha etmedi. Gayet titiz davrandı. Cenâb-ı Hakk'ın rızasından bir zerre ayrılmamaya çok büyük gayret gösterdi.
Ama o farzların yapılması, yasaklardan kaçınması emri yanı sıra, Allahu Teâlâ hazretleri ona rahmeti, anlayışı, affediciliği de emretmiş olduğundan, ömrü böyle geçti. Suç işleyene bile, eğer bir ceza verecekse suçu kadar, suçunun büyüklüğü ve gerektirdiği kadar ceza vermeyi, daha aşırı gitmemeyi de emrediyor.
Ve in âkabtüm fe-âkibû bi-misli mâ ûkibtüm bihî ve le-in sabartüm le-hüve hayrun li's-sâbirîn. "Sabreder de affederseniz daha iyi olur." diye cezalıların bile cezasının ölçüden öteye gitmemesini, hatta affedilmesinin daha iyi olacağını Allahu Teâlâ hazretleri emretti ve Peygamber Efendimiz de aynen öylece îfâ etti.
Hep affetmiş. Kendisini hicveden şairler sonra kendisine sığındığı zaman affetmiş, hırkasını bahşetmiş. Kendisine Mekke'de çok zulmeden insanlar sonra müslüman olmuşlar Peygamber Efendimiz onlara iltifat etmiş.
Hayatı hep böyle sevgi tezâhürleriyle, affediciliklerle, bağışlamayla, rahmetle, merhametle, şefkatle muamele etmekle geçmiş olan yüce bir Peygamber...
Tabii onun ahlâkı bizim için numûne-i imtisâldir. O ahlâkı biz de elde etmeye çalışmalıyız.
Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîzün aleyhi mâ anittüm harîsün aleyküm bi'l-mü'minîne raûfu'r-rahîm.
Tevbe sûresinin sonundaki âyet-i kerîmede Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz böyle tarif ediliyor.
Peygamber Efendimiz çok raûf, yani re'fetli, yumuşak kalpli; çok rahîm, yani merhametli ve müslümanların üzerine şefkatle eğilmiş, onlara kol kanat germiş, onların üzülmemesini istiyor, onları kollamaya çalışıyor. Hayatını böyle geçirdi.
Birisi vefat ettiği zaman, cenazesinde dedi ki;
"Arkasından borcunu vesairesini ödeyecek velisi olmayanın velisi benim. Kimin borcu vesairesi varsa o mübarek mevtânın borcunu ben öderim. Malı kalmışsa malını ailesi, mirasçıları paylaşsın. Ben onların borçlarını yüklenirim." diye buyurdu.
Nasıl fedakârca, nasıl yüklerini hafifletip, onları borçlardan kurtarıp, mesuliyetlerden kurtarıp nasıl âhirette rahat etmelerini sağlamaya gayret ettiğini her vesileyle görüyoruz.
Verdiği zaman doyurucu verdi. Bir kişiye bir koyun değil, bir sürü verdi. Ama bir kabilenin müslüman olmasını sağladı.
Her şeyi âyet-i kerîmelerde tasvir edildiği vech ile, bu hadîs-i şerîflerde kendisinin beyan buyurduğu şekilde cereyân etti.
Biz de aynı güzel halleri edinmekle vazifeliyiz. Çünkü Peygamber Efendimiz bize "örnek alalım" diye gönderildi. Peygamberâne huyları, Peygamber Efendimiz'in o şahâne güzel huylarını öğrenmeliyiz, anlamalıyız. O şekilde davranmaya kendimizi zorlamalı, o güzel huyları kazanmaya çalışmalıyız.
Allah hepimize Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ahlâkı ile, Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen ahlâk ile ahlâklanmayı nasip etsin.
Çünkü Hz. Âişe validemize de;
"Peygamber Efendimiz'in ahlâkı nasıldı?" diye sormuşlar, biraz tasvir etsin diye.
O da soruyu sorana buyurmuş ki;
"Sen Kur'ân-ı Kerîm'i okumadın mı mübarek? Peygamber'in ahlâkı Kur'ân-ı Kerîm idi!"
Kur'ân-ı Kerîm'in her âyeti üzerinde en derin şekilde düşünüp en güzel şekilde onu hayatına uygulayan, aksettiren; Kur'ân-ı Kerîm'in o âyetinin mûcebince hayatını düzenleyen, ona göre yaşayan en önde gelen birinci insandı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz. Ahlâkı Kur'an'dı.
Ahlâk-ı Peygamberî dediğimiz zaman, onu nereden öğreneceğiz?
Kur'ân-ı Kerîm'i okuyacağız, öğreneceğiz. Sîret kitaplarını okuyacağız. çok mükemmel, mufassal, Türkçe, kıymetli, değerli kaynaklardan derlenmiş çok güzel kitaplar var. Efendimiz'in hayatını, pırıl pırıl ahlâkını çok güzel anlatan. Onları okuyun, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!
O güzel huylara sahip olmaya çalışın. Bizdeki kötü huyları atalım, güzel huyları alalım ki; Allahu Teâlâ hazretleri insanları güzel huylarıyla seviyor ve çok büyük mükâfatlara güzel huylarıyla eriştiriyor.
Hepimizi Cenâb-ı Hak en güzel huylara sahip eylesin. Sevdiği kul eylesin. Cennetiyle cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû aziz ve sevgili dinleyiciler.