Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri;
Bu fırsatı hazırlayan Akra yöneticilerine ve bütün personele teşekkür ediyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, İmam Müslim'in rivayet ettiğine göre buyurmuş ki:
Men salle'l-işâe fî cemâatin fe-keennemâ kâme nısfe leyletin ve men salle's-subha fî cemâatin fe-keennemâ salle'l-leyle küllehû.
Biliyorsunuz geceleyin yatsı namazına gitmek, sabah namazına gelmek kolay değil. İnsanın uykudan fedakârlık yapması lazım ya da yorgun olduğu için yorgunluğunu yenmesi lazım! Kendisi biraz bu konuda gayret etmesi lazım!
Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfînde buyuruyor ki:
"Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa…"
Camiye gitmiş, kaçırmamış, yatsı namazını cemaatle kılmış.
Fe-keennemâ kâme nısfe leyletin. "Gecenin yarısına kadar ibadet etmiş sevabı alır." Ve men salle's-subha fî cemâatin. "Kim kalkar da, sabah namazına da cemaate giderse..."
Tabii kış günlerinde sabah namazına gitmek kolay. Çünkü hakikaten gece uzun oluyor ve uykuyu aldıktan sonra camiye gitmek nisbeten kolay. Ama şimdi, bu yaz günlerinde, gecenin çok kısa olduğu günlerde, hadîs-i şerîfîn önemi ortaya çıkıyor. "Sabah namazını da kim cemaatle kılarsa..."
Fe-keennemâ salle'l-leyle küllehû. "Sanki bütün gece hiç uyumamış da, ibadetle meşgul olmuş gibi, Allahu Teâlâ hazretleri sevap veriyor."
Bu hadîs-i şerîfte görüyoruz ki insanın sevap kazanması için fedakârlıklarda bulunması lazım. Bu fedakârlıkların kuvveti nispetinde, insan sevap kazanıyor. Akşama kadar çalışıyorsunuz, ondan sonra yorgun argın evinize geliyorsunuz. Hanım yemekleri çıkartıyor. Bu manzarayı bir ev reisi için düşünüyorum.
Hanım da yorulmuş oluyor, ev hanımı için de aynı durum var.
Bütün gün çalışmış, yemeği yedikten sonra da, biraz çay içelim derken yorgunluk çöküyor. Televizyonun karşısına oturuyorlar, ezan okunuyor ama bu yorgunluğu yenip camiye gitmek veya televizyondaki programı bırakıp camiye gelmek birçok kimse için kolay olmuyor. Eskiden televizyon yoktu, ama yorgunluk herkes için her asırda, her çağda mevcut olan bir şey.
Geceleyin de ortalık karanlık olduğu için bir de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in çağını düşünelim. Yollar yok, kaldırımlar yok, elektrik ışıkları yok. Gecenin karanlığında tehlike de var. Köpek ısırabilir, önüne bir yabancı çıkabilir, görünmemekten istifade ederek zarar vermek isteyen insanlar olabilir. İşte bütün bunlara rağmen, yatsı namazı bir vazife. İnsan namazını evde kılabilir; mü'min için evde kılması mümkün fakat erkeklerin camide cemaatle namaz kılması, evde namaz kılmasına göre 27 kat daha sevaplı.
Evliyâullahtan, Allah'ın sevgili kullarından bazılarının hayatlarını okuyorum. Eğer hastalık, rahatsızlık, geç kalmak vesaire gibi bir sebeple evde kılmak zorunda kalmışsa; bazen insanın dişi kanar, burnu kanar [kanaması] kesilmez, abdestini tamamlayamaz, camiye yetişemeyebilir. Bu gibi durumlarda namazı evde 27 defa kılarlarmış. Böyle bir mecburiyet yok ama camide 27 kat sevabı kaçırdığı için onu sağlamak maksadıyla bu işi yaparlarmış. Bu kendileri için de bir bakıma ceza oluyor.
"Ey nefsim, sen tembellik edip de camiye gitmeyeceksen, ben de sana 27 defa bu namazı kıldırmak suretiyle, bunun acısını çıkartırım." demiş oluyor.
Nefisle mücadele de çok önemli. İslâm'da en önemli hususlardan birisi, insanın nefsi yenebilmesi. Âyet-i kerîmelerde;
Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ buyruluyor. İnsan nefsini ıslah edebilirse felâh buluyor; hem dünyada mutlu, bahtiyar oluyor hem de âhirette cennetin yüksek derecelerini kazanıyor. Ama nefsine mağlup olursa, esir olursa, nefsinin hevâsına uyarsa, kendisini heveslerinin peşinde sürüklerse; o zaman da hâib oluyor, perişan oluyor. Yaptığına milyon kere, milyar kere pişman oluyor. O bakımdan, nefsi yenmek çok önemli bir husus.
Peki, bu nefsi yenmek nasıl olacak?
Bunun bir metodu, ilmi, usulü var. Hani bir kuşu yetiştirmenin, bir köpeği eğitmenin, bir arslan bakıcısının bir arslana terbiye vermesinin, bir çiçeği yetiştirmenin, pamuk üretiminin, ayçiçeği üretiminin problemleri var da, insanın yetişmesinin problemleri yok mu, ilmi yok mu?
Problemleri de var, bunları çözecek ilmi de var tabii.
Nefsi terbiye etmenin ilmine "tasavvuf" diyoruz. Tasavvuf kendiliğinden ortaya çıkmış bir şey değil. Bir kere Kur'ân-ı Kerîm işareti veriyor. Kur'ân-ı Kerîm insanın nefsini terbiye etmesi gerektiğini bir vecibe olarak, bir görev olarak insana gösteriyor. "Nefsini terbiye edeceksin; etmezsen, perişan olursun! Terbiye edersen, mutlu olursun, iki cihanda aziz olursun!" diye, nefsin terbiye edilmesi hedefini Kur'ân-ı Kerîm gösteriyor.
Sadece hedefi gösteriyor da, usulleri göstermiyor mu?
Usulleri de gösteriyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini okuduğumuz zaman, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini dikkatli bir şekilde okuduğumuz ve Kur'ân-ı Kerîm'in bütünü üzerinde sağlam bir görüş ve bilgi birikimine sahip olduğumuz zaman, bakıyoruz ki bir yerde gösterilen hedefin, öbür tarafta metotları da gösterilmiş. Dinimizi yakından tanıdığı zaman insan, anlıyor ki Allahu Teâlâ hazretlerinin emrettiği ibadetlerde, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in tavsiyelerinde, dinin hedeflerini sağlamaya yönelik pratik tedbirler var. Bunlar detaylı olarak, bilimsel bir rapor tarzında, bir ilacın prospektüsü gibi, şunu şöyle yaparsan şöyle olur tarzında söylenmiyor ama direkt olarak şöyle yap deniliyor. Siz onu yaptığınız zaman, o murada, o gayeye, o maksada otomatik olarak gidiyorsunuz, varıyorsunuz. İslâm'ın güzelliği burada.
Bir insanın İslâm'ın ibadetlerindeki hikmetleri anlamaması halinde bile, İslâm'ın emirlerini tuttuğu zaman yine mutlu bir insan, yine olgun bir insan olması mümkün oluyor. Onun için İslâm medeniyeti sahasında bakıyorsunuz, medreseye gidememiş, fakir bir ailenin bir çocuğu, bir eğitim yapamamış, annesi babası zengin değil; onun eğitimi için hocalar tutamamış vesaire ama tasavvuf o kimseyi eğitmiş, İslâm o kimseyi eğitmiş. Bakıyorsunuz bir oduncudan, bir büyük ârif; bir demirciden bir kâmil mürşit; bir çobandan çok mükemmel bir insan meydana çıkıyor.
Neden?
Çünkü İslâm'ın emirlerinde, Allah'ın reçeteleri var, kulların hastalıklarını iyi edecek ve kulları mutlu ve kuvvetli edecek reçeteler var. Onları tuttuğu zaman, çoban da evliyâ olabiliyor, oduncu da, demirci de evliyâ olabiliyor. Onun için Allah'ın emirlerinin hepsinin dikkatle uygulanması, baş tâcı edilmesi gerekir mânasını ve hikmetini anlamasa bile.
Bizler, yirminci yüzyılın insanları, bilgi çağını yaşıyoruz. Bu bilgi çağında, çok çeşitli yerlerden bilgileri toplayabiliyoruz. Her ilim kendi içinde ihtisas dallarına ayrılmış olduğu için her âlim ve araştırıcı bir sahayı derinlemesine araştırdığı için ilmin hudutları muazzam, ansiklopedilere sığmayacak kadar genişlemiştir. Her dalın ihtisas kütüphaneleri var ve o kütüphaneler de tıklım tıklım dolu. Bir insanın mütehassıs olması, onları okuyup anlaması bile bir hayli zor oluyor. Ama İslâm, bir insanın bu bilgileri bilmemesini nazar-ı itibâra alarak, Allahu Teâlâ hazretleri onu farkına varmadan eğitiyor. Bir annenin çocuğunu, çocuk kendisinin eğitildiğinin, beslendiğinin, yetiştirildiğinin farkında olmadan, annenin onu yetiştirdiği gibi, İslâm insanları yetiştiriyor. İşte tasavvufta, İslâm'ın bu emirleri göz önüne alınıyor ve ona Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz'in tavsiye ettiği tavsiyeler olarak, öğütler olarak, emirler olarak uygulandığı zaman, bir bütün, bir sistem ortaya çıkıyor.
Nereden çıkıyor bu sistem?
Kur'ân-ı Kerîm'den çıkıyor, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnet-i seniyyesinden çıkıyor.
Bu açıklamayı, bu okuduğumuz hadîs-i şerîfe bakarak biraz genişletelim:
Bir insanın olgun bir insan olmasına mâni neler vardır?
Tembelliği vardır, rahatına düşkünlüğü vardır, keyfine düşkünlüğü vardır.
İster misiniz bir talebenin çok keyfine düşkün olmasını? Eğlence yerlerinde, gazinolarda, barlarda, pavyonlarda gezen bir talebe, üniversiteyi bitirebilir mi?
Babasından aylıkları alır, memleketinden babası ona paraları gönderir. O da burada, büyük şehirde onları bir güzelce eğlence yerlerinde yerse, o çocuk eğitilebilir mi?
Ne istiyoruz, okuyan çocuğun nasıl olmasını istiyoruz?
Televizyonla çok meşgul olmasın, sokakta oyunla çok meşgul olmasın, futbolla meşgul olmasın, kahveye alışmasın, eğlence yerlerine alışmasın.
Niçin?
Yetişmesi gerektiği için.
Şimdi insanın bu tembelliğinin önüne nasıl geçeceğiz? İnsanın kendi arzularını yenmesini nasıl öğreteceğiz? İnsanı bilgin, olgun, kâmil, ermiş bir insan olma durumuna nasıl getireceğiz?
İşte bir misal. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir şey anlatıyor bize;
"Yatsı namazına camiye geleceğiz."
"Gelemem! Yorgunum, hastayım, rehavet çöktü üstüme, evde kılsam olmaz mı?"
"Evde kılsan olur ama camideki gibi olmaz."
"Efendim cemaat esassa, ben de çoluk çocuğumu arkama saf yaparım, kendim de sarığı başıma sararım, evde imamlık yaparım."
İyi ama evdeki imamlıkla camideki cemaat arasında çok büyük fark var! Evde iken imamlık yaparsın ama bir insan camiye gittiği zaman öyle büyük faydalar sağlıyor ki hatırlayabildiğim birkaç tanesini söyleyeyim:
"Camiye giderken attığı her adımda bir günahı affoluyor, bir derece yükseliyor. Camiye gittiği zaman camideki cemaatten olgun, Allah'ın sevgili, makbul bir kulunun hatırına Allahu Teâlâ hazretleri bütün cemaatin namazını kabul ediyor."
Ama evde böyle bir durum bahis konusu değil.
Sonra, camiye gittiğin zaman sosyal bir toplum meydana geliyor. Herkes birbiriyle tanışmış oluyor. Düşünün müslümanların toplumunu; gündüz herkes işe gitmiş, gelmiş ama yatsı namazında mahalledeki bütün beyler camide buluşuyorlar.
"Nasılsın Ahmed Bey?"
"Nasılsın Hasan Efendi?"
"İyi misin?"
"Ne yaptınız, falanca iş ne oldu?"
Görüyorsunuz her akşam müslümanlar yatsı namazında toplanıyor.
"Efendim, yatsı namazında misafirliğe gitti" vesaire.
Sabah namazında toplanıyor.
Efendimiz, sabah namazında camide olmayı da tavsiye ediyor.
O halde ne oluyor?
Toplum, bu bir araya gelmeden istifade ediyor. Toplu olmanın, cemiyet olmanın, dernek olmanın, cemaat olmanın tadı ve sonuçları ele geçmiş oluyor.
Allahu Teâlâ hazretlerinin bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok. Allahu Teâlâ hazretleri kâinatı kendisi yaratmış, bizim her şeyimizi kendisi yaratmış ve veriyor, bütün nimetlerimiz ondan. Bizim ona ibadet etmemizin faydası bize.
Allah'ın bize emirlerinin sonucu, faydası kime?
Bize.
Biz İslâm'a uyduğumuz zaman kim istifade edecek?
Müslüman olarak ben kendim istifade ediyorum. Benim ailem istifade ediyor, benim annem babam istifade ediyor, toplumum istifade ediyor. Dürüst insan oluyorum. Polise ihtiyaç kalmıyor, yalancılık olmuyor, hırsızlık olmuyor, rüşvet olmuyor, haksızlık olmuyor. Sevgi var, merhamet var. Bunların hepsi birden sağlanmış oluyor. Bütün bunlar insanoğlunun faydasına.
Allahu Teâlâ hazretleri, İslâm'ı insanlara bir nimet olarak göndermiştir. İslâm, Allah'ın insanlara bir angaryası, bir külfeti değildir.
Bunu bastıra bastıra, her yerde göğsünüzü kabarta kabarta söyleyin!
Bir insanın müslüman olması, Allah'a, "İşte ben müslüman oldum, binâenaleyh ne istersem yapman lazım!" gibi bir havaya bürünmesine, Allah'a minnet etmesine, Müslümanlığını başa kakma durumuna gelmesine yol açmamalı! Bu İslâm bizim için en büyük nimet ve bütün emirlerinin altında nice hikmetler var.
Düşünebiliyor musunuz, sabahleyin uykudan kalkıyorsunuz; o serin, güzel gecenin dinlenmiş havasından ciğerlerinize nefesinizi çeke çeke, o güzel sabah havasıyla tatlı tatlı, sakin sakin camiye yürüyorsunuz. Egzoz gazı yok, gürültü yok, patırtı yok. Herkes böyle rahat bir gece geçirmiş. Siz tertemiz havayı ciğerinize çekerek camiye gidiyorsunuz, namaz kılıyorsunuz. Sıhhî bakımdan da fayda var.
İşte o camide mahalleli olarak toplanmış oluyorsunuz. O caminin cemaati, ne kadar geniş bir sahanın camisiyse, herkes sabah namazında toplanmış oluyor, yatsı namazında toplanmış oluyor. Bu emirler belki insanlar toplansın diye verilmiş değil. İnsan sabahleyin kalktığı zaman Allah'a ibadet ederek yeni bir günü başlatmış oluyor. Gün doğuyor, insan yeni bir güne başlıyor ama Allah'a itaat ederek, ibadet etmiş olarak, söz vermiş olarak, "Ben müslümanım, ben senin iyi kulunum yâ Rabbi!" diyerek yeni bir günün ilk adımlarını atmış oluyor.
Tabii o günün, sabah namazıyla bereketli bir şekilde başlayan bir günün arkası da, böyle mutlaka çok iyi gelecek demektir. O insan, o namazı kılmış olan insanın işyerine gidip de besmeleyle açması, kepengini kaldırması, "Bismillâhirrahmânirrahîm" deyip tezgâhına oturması, siftah parasını besmeleyle kasasına koyması, müşteriye muamelesi, malı satarken davranışları vesaire... O sabahki başlangıç bunların hepsine tesir ediyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz onun için ne kadar önemli bir başlangıca teşvik etmiş oluyor! Biz Peygamber Efendimiz'in tavsiyesini tuttuğumuz zaman ne kadar büyük hayırları birden kucaklamış oluyoruz. Nelere sahip olmuş oluyoruz, farkında değiliz!
Gece yatacağı zaman da, insan camiye gidiyor;
"Bir gün geçirdim. Şimdi yatıp uyuyacağım."
Bu uyku belki ölüme de benziyor, insan bütün duygularını kaybediyor, serilip yatıyor. Gece üstü açılıyor, farkında değil, odaya birisi girse çıksa, farkında değil vesaire... Bu uyku ölüm gibi bir şey.
Bütün bir günü geçirdim, acaba nasıl geçirdim? Allah'ın rızasına uygun mu?
"İşte bugün de akşam oldu." Bir şarkı hatırlıyorum, sözleri dokunaklı, belki aslında şarkı da değil, belki bir ilâhîdir:
Enginde yavaş yavaş, günün güneşi soldu.
Derdim bana arkadaş, bugün de akşam oldu.
Tabii akşam olunca, insana bir hüzün çöküyor. Güneşin batmasıyla bir muhasebe, kendi kendini hesaba çekme fikri meydana geliyor. Yatsı namazına camiye geliyorsunuz. O günkü yaptığınız iyi işlerden mutluluk duyarsınız, kötü işlerden pişmanlık duyarsınız. Yatsı ve sabah namazlarının bu bakımdan büyük önemi var. Nefsi terbiyeye yönelmesi bakımından önemli, tembelliği yenmek bakımından önemli.
Ben bu arada dünden beri aklıma gelmiş olan bir şeyi de, nefsi terbiye deyince sizlere nakledeyim sevgili dinleyicilerim.
Ben bu bizim spor ve sağlık egzersizlerimizde, idmanlarımızda, sportif çalışmalarımızda bir yenilik teklif ediyorum. Diyorum ki;
Spor yapmak isteyen bir insan ne yapıyor?
Eşofmanını giyiyor. Sabahleyin kalkıyor bilmem sahil yolunda, meselâ diyelim ki Kadıköy'de, Bostancı'da falanca yere kadar koşuyor, kan ter içinde kalıyor, eşofmanı ıslanıyor ama memnun. Kimse ona para da vermiyor bu iş için, bedavadan yapıyor bu işi…
Neden?
"Ben böylece ciğerimi çalıştırıyorum, adalelerimi çalıştırıyorum, vücudum sıhhat kazanıyor, fazla terleri atıyorum, kondisyonumu koruyorum" filan gibi şeyler düşünüyor.
Bize nereden gelmiş bu düşünce?
Esas itibariyle Batı'dan. "Batılılar böyle yapıyor" diye oraya giden, tahsil gören kardeşlerimiz bunları getirmişler.
Şimdi sizler de zaman zaman, belki bu düşüncelerle böyle spor çalışmaları yapmışsınızdır. Vücuda faydalı diye çocuklarınızı teşvik etmişsinizdir. Ama bakın, ilim başka, irfan başka. Bizim yaşlı bir akrabamız vardı, Allah rahmet eylesin, vefat etti. O diyordu ki:
"Böyle boş yere koşacağına, bir fakirin tarlasını bellesen daha iyi!"
Buradan şu anlaşılıyor: "Koşma ve terleme bile boşuna gitmemeli. İnsan birisine faydalı bir şey yapmış olmalı, faydası dokunmalı bir insana, bir fakirin karnı doymalı, bir fakirin tarlası bellenmiş olmalı veya beldenin sokağı temizlenmiş olmalı filan.
Ben şunu teklif edeceğim: Bakın camiye gitmek de bir spor. Sabahleyin camiye adım adım yürümek de bir spor. Sabah da yürümek spor, akşam da yürümek spor. Eviniz hele biraz da camiye uzaksa, iyi spor yapmış oluyorsunuz.
"Benim evim camiye uzak, ben camiye gitmeyeyim." demek yerine, "Ben daha güzel spor yapıyorum." diye düşünebilirsiniz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e sahabeden birileri geldi;
"Evimiz çok uzak, yâ Resûlallah, senin Mescid-i Saâdet'ine gelmekte güçlük çekiyoruz. Acaba, nakl-i mekân etsek, mahallemizi değiştirsek senin semtine yakın gelsek, ne dersiniz?" dediler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki:
"Ey bunu soran kimseler! Hayır, olduğunuz yerde kalın." diye cevap verdi.
Çünkü uzak yerden gelmenin de her adımın sevabı var, kârı var, mükâfâtı var. O bakımdan oluyor.
Evet, spor için insan camiye gitmez, spor için insan namaz kılmaz. Allah rızası için camiye gider. Allah emrettiği için, Resûlullah emrettiği için camiye gider. Allah emrettiği için namazını kılar ama biz bu işi yaparken neler neler kazanıyoruz. Hem spor yapmış oluyoruz hem nefsimizi terbiye etmiş oluyoruz, ahlâkımızı düzeltmiş oluyoruz, tembellikten, gevşeklikten kurtulmuş oluyoruz. Hem de ne kadar sevap kazanıyoruz.
Kadir gecesini hatırlayın.
İstanbul'da bir kadir gecesi nasıl olur? Siz umumiyetle İstanbul'dasınız veyahut başka büyük şehirlerde de aynı şey oluyordur. Kadir gecesinde ne oluyor?
Herkes hazırlıklarını yapıyor. Yanlarına termoslarını alanları duyuyorum ben. Gidiyorlar Süleymaniye camiinin bahçesine, "Kadir gecesini camide ihya edeceğim!" diye herkes dolduruyor ortalığı; oturuyorlar sabahlara kadar ibadet ediyorlar, bir güzel gece geçiriyorlar ama sabaha kadar uykusuz kalmak kolay bir şey değil. Sabaha kadar ibadet etmek de kolay değil, saatler kolay geçmez. Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
"Yatsı namazını kim cemaatle kılarsa gecenin yarısını ibadetle geçirmiş gibi olur. Sabah namazını kim cemaatle kılarsa, bütün gecesini ihyâ etmiş olur." buyurdu.
Bir de tehlikeli tarafını size hatırlatayım: Tehlikeli tarafı da şudur ki; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar:
"Yatsı ve sabah namazlarına münafıklar güç yetiremezler, münafıklar gelemezler. Münafık olmayanlar gelir de münafıklar o namazlara gelemezler."
Neden?
Kalbinde hastalık var!
Münafık ne demek?
İçi başka, dışı başka demek. Kalbi rahatsız, imanı zayıf, hastalıklı insan demek.
Onlar gelemiyor, neden?
Nefsini yenemiyor, Allah'ın emrinin önemini kavrayıp bu işleri yapamıyor. Bunların durumuna düşmeyin diye "Yatsı ve sabah namazlarında camiye gelin!" diye tavsiye buyurmuş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Tabii ben sizin mâsum olduğunuzu ve bu bilgileri bilmediğiniz takdirde, belki bundan önceki günlerde evinizde namaz kılıverdiğinizi düşünüyorum, olabilir. Hatta insanlar İslâm'a sonradan sonraya âşinâ oluyorlar, İslâm'ın güzelliklerini geç anlıyorlar. Hani Orhan Veli'nin dediği gibi, epeyce bir yaşlandıktan sonra insan taşın sert olduğunu anlıyor; "su insanı boğar, ateş yakarmış" diyor. Bir takım temel gerçekleri çok geç anlayabiliyor. İslâm'ın ne kadar güzel bir din, bir yol, metot olduğunu, hayat tarzı olduğunu, daha doğrusu insan daha geç anlayabiliyor. Şimdiye kadar ihmaller olabilir. Ama bundan sonra, insan iyi müslüman olmalı, her şeyi doğru düzgün yapmaya çalışmalı!
Ben bir de şunu memnunlukla müşahade ediyorum: Bakıyorum tanıdığım aileler var. Annesi, babası. Tamam, onlar bir eğitimle yetişmişler, belli bir yaşa gelmişler. Ağaç yaş iken eğilir. Yaşlanmışlar, değişmeleri kolay değil. Fakat çocuklarına bakıyorum pırıl pırıl, üniversiteli, Siyasal Bilgiler'e gidiyor, Hukuk Fakültesi'ne gidiyor, mühendis olmuş, doktor olacak… Fakat o kadar güzel dindar, o kadar dinin emirlerini güzel yapmaya çalışıyor ki muntazam bir şekilde. Metot istiyor, prensip istiyor, güzel bir tarzda İslâm'ı yaşamak istiyor, ömrünü Allah'ın rızasına uygun, eksiksiz geçirmek istiyor. Eksik yapmayı, yanlış yapmayı, kusurlu yapmayı uygun görmüyor. Gençlerde bu şeyleri görüyorum.
"İki günü müsâvi olan ziyandadır." buyurmuş Peygamber Efendimiz. Bu da bizim için güzel bir şey, evlatlar babaları geçiyorlar. Evlatlar babalardan daha ileri oluyor. Bazı anneler babalar bundan endişe ediyorlar:
"Aman evladımız hasta olmasın! Aman, acaba rûhen bunalıma düşer mi?"
Niye düşsün? Allah'ın yolu şifa, Allah'ın yolu hayır, Allah'ın yolu sevap. Allah'ın emirlerinin hepsinde insanın şahsı için, ailesi için bedeni için, ruhu için, toplum için nice nice faydalar var. Ondan mutlu olmak lazım.
İnsan alıştığı yolu bırakamıyor. Değişik tarzda yetiştirilmiş olabilirsiniz, Amerika'da eğitim görmüş olabilirsiniz, Amerikan, Avrupa terbiyesi almış olabilirsiniz. Alafranga diyoruz. Alafranga, Frank gibi demek, Fransızlar gibi demek. Alaturka'yı, Türkler gibiyi beğenmiyoruz; alafrangayı beğeniyoruz. Bu bir moda olmuş bir zaman. Böyle olabilir.
İnsan değişik yetişmiş olabilir ama ölçü ne? Nasıl olmamız lazım? Olduğumuz mühim değil de, nasıl olmamız gerekiyor, bu nereden belli olacak? Nasıl olmamız gerekiyor?
Onu söyleyelim: Kur'ân-ı Kerîm'in istediği müslüman olmamızgerekiyor
Allah'ın istediği insan olmamız gerekiyor. Allah'ın sevdiği insan olmamız gerekiyor.
Bunun yolu ne?
Kur'ân-ı Kerîm'e uymak. Sevgili Peygamberimiz, güzeller güzeli, peygamberler serveri Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i örnek almak.
Peki insan, 1400 yıl önce yaşamış bir insanı nasıl örnek alacak?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiş ve çağlara hitap eden bir mesajı var. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in 1400 yıl önce söylediği nice gerçekleri, ilim daha yeni keşfediyor da;
"Aaa, böyle bir şey varmış!" diyor. Sonra bakıyor ki İslâm'da bu varmış:
"Aaa! İslâm bunu 1400 yıl önce söylemiş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ifade etmiş!" diyor.
Sonra insanların bir maddî yönü var, bir mânevî yönü var. Hayatımızın bir ahlâkî yönü var, bir teknik yönü var. Teknik yönde ilerledik; arabalarımız var, televizyonlarımız var, telefonlarımız var.
Bunlar teknik gelişme. Teknik gelişmeler güzel bir istikamette gidiyor, insanın refahına, mutluluğuna yarayacak alet ve edevat süratle çoğalıyor ve hakikaten birçok işimizi de rahatlıkla yapıyoruz. Seyahatlerimiz kolay oluyor.
Ama, "Ahlâkî bakımdan da aynı derecede ilerliyor muyuz?" diye soru soracak olursak kendimize…
Hayır! Ahlâkî bakımdan düşüş görüyoruz. Hırsızlık çok, rüşvet çok. Gözü dönmüş, haince onun bunun malına göz diken insanlar, onu bunu aldatan insanlar çok. Toplumda içki, kumar, fuhuş, zina, çeşitli kötülükler çok. Demek ki, manevî yönden, ahlâkî yönden olan durumlarla, teknik yönden gelişmeler arasında aynılık yok.
Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz o güzel ahlâkın zirvesidir. O güzel zihniyetin zirvesidir. En güzel fikirler, en güzel ahlâk, en güzel hareketler ondadır: Cömertlik, tatlı dillilik, gönül almak, geçinmek, realist olmak, adaletli olmak, hakkı tutmak… İslâm'ın nice nice güzellikleri var. Onların hepsini beşeriyet, insanlık, Peygamber Efendimiz'den öğrendi.
Bizim millî hasletlerimize bakın: Cömertlik, misafirperverlik, kahramanlık, vefâ vesaire…
Çünkü biz İslâm'dan terbiye almışız, İslâm'dan feyz almışız. Ahlâkımız İslâm'a dayanıyor.
O bakımdan, size en iyi dileklerimi sunuyorum. Hepiniz için Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını kazanan insanlar olmanızı diliyorum.
İbadetlerinize de düşkün olmanızı tavsiye ediyorum. Hele hele bu cuma gününde de yine her zamanki gibi hatırlatmak benim vazifem: Yâsîn sûresini okuyun. Kur'ân-ı Kerim'in ortasındaki Kehf sûresini okumak çok sevap, onu okuyun! Evinize gidin bir boy abdesti alın tepeden tırnağa. Ondan sonra camiye erken gelin. Cuma namazını kılsın erkekler. Hanımlar da evinde ibadetlerini taatlerini yapsınlar. Bir de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e salât ü selâmı çokça etsinler. Çünkü onun da çok büyük sevabı var.
Hepinize mutluluklar dilerim. Cumanın hayrından, feyzinden, bereketinden, sevaplarından, mânevî ikramlarından Allah sizi en yüksek derecede istifade eden kullarından eylesin. Hepinize nice nice cumalara, nice nice mübarek günlere, sıhhatle, âfiyetle ve bir de sevdiklerinizle beraber, yakınlarınızla, dostlarınızla, evlatlarınızla, büyüklerinizle erişmenizi diliyorum. İki cihanda aziz ve bahtiyar olun sevgili Akra dinleyicileri.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.