Aziz ve muhterem kardeşlerim. Değerli gençler.
Allah (c.c.) size razı olduğu bir ömür sürmeyi nasip eylesin. İki cihan saadetine cümlenizi mazhar eylesin.
Programda konuşmak üzere bana teklif edilen bir konu var.
Daha yaşlılardan elbette çok gerideyim. Çünkü onlar daha çok ibadet ettiler. Daha gençlerden elbette daha gerideyim. Çünkü onlar benim kadar suç işlemediler. Suçları benden daha az. Acizliğimi, nacizliğimi itiraf ederim. Bir zerreyi naciz olduğumu asıl unvanımın bu olduğunu size taktim eden kardeşimin bana, ismime eklediği sıfatlardan aldanmamanız için ihbar ve ithar ederim. Bir aciz, naciz kardeşinizim. Bir varmış, bir yokmuş gibi masal gibi bir hayatımız olacak. Ondan sonra ahirete göçeceğiz. Sizlerde öyle.
Allah (c.c.) hazretleri kainatın, her varlığın ve bizim de sahibimiz. Bizim yaptığımız işler Allahu teala hazretlerinin makbulu olursa, rızasını kazanmaya vesile olursa ne mutlu bize. Eğer hayatımız ve faaliyetlerimiz Allah’ın rızasına uygun olmazsa ne yazık bize. Hiç kıymeti yok. Hani tüm dünya bizim olsa, bir elimize ayı, bir elimize kameri-güneşi verseler ne kıymeti var.
Biz tüm düşünceleri felsefeleri, gayeleri elekten geçiripte “İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî” diyen büyüklerin izindeyiz. Onların bir talebesiyiz. Onların naçiz bir talebesiyiz. Onların naçiz bir muhakkıbiyiz. Onların naçiz bir mühibbiyiz, seveniyiz, sayanıyız.
Gayemiz Allahu teala hazretlerini kazanmak. Onu kazanabilirsek ne mutlu. Kazanamazsak faaliyetlerin canlı olması, şaşalı olması, depdebeli olması, saltanatlı olması, gösterişli olması, alkışın çok olması hepsi bu dünyanın faniliği içinde onunla beraber yok olacak şeyler.
Bunu hissediyorum ve hayatımı buna göre tanzim etmeye çalışıyorum. Size de bunu tavsiye ederim.
Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde bizlere yaşadığımız hayatın mânası hakkında bazı âyetler göndermiş. Bunun en ürpertici olanlarından birisi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ﴾
E fe hasibtüm ennemâ halaknâküm abesen ve enneküm ileynâ lâ türceûne. [1] “Ey insanlar; siz sanıyor musunuz ki biz sizi abes yere, maksatsız, gayesiz, boş, bâtıl, bir hiç olarak yarattık? Böyle mi sanıyorsunuz? Bize dönmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz?”
Buna edebiyatta istifâm-ı istinkârî derler veya inkârî derler. Yani böyle değil, soru soruyor ama böyle olmadığını beyan etmek için soruyor. Hayat boşuna değildir. Gayesiz değildir. Maksatsız değildir. Abes değildir. Hayatın bir anlamı var, bir gayesi var. Bir fonksiyonu var. Bizim; yaşayan insanların hayata sahip olan, hayatın içinde olan varlıkların bir misyonumuz var; sırtımıza yüklenmiş olan bir görevimiz var.
İnanmayan insanlar, hayatı anlamsız, boş bir şey olarak görüyorlar. Şairin birisi diyor ki;
Hadîs ez mutrib u mey gû ve râz-i dehr kemter cû
Ki kes negşûd u negşâyed be hikmet in muammâ râ
Meşhur İran şairlerinden birisidir bunu söyleyen. Diyor ki; “Boşver. Hayatın anlamını ne yapacaksın arayıp, arama. Çünkü bu muammayı şimdiye kadar kimse çözmüş değil.”
Bir başka şiirinde demiş ki; “Bu kitabın baş sayfaları, son sayfaları kopuktur.”
Yani meçhul, bilmiyoruz. Başı nereden başlıyor, neyin nesiymiş? Bize meçhul. Sonu nerede bitiyor bu kitabın, bilmiyoruz, diyor.
Bu, inançsızlık boşluğu içinde çırpınışları! Boş bir hayat, gayesiz bir hayat! Bu yokluk muazzam, müthiş bir şey. Bu yokluk hissinin düşürdüğü tuzak.
“Zevkten bahset, keyiften bahset. Dünyaya bir defa gelmişsin. Sonunun ne olacağı belli değil. Evvelce nerede olduğun belli değil…”
Hani doyunca, patlayınca, tıksırınca yemek, içmek, yaşamak tarzında.
Hayat bir imtihan!
﴿اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا﴾
Ellezî haleka’l-mevte ve’l-hayâte li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelen. [2]
“Hanginiz daha güzel iş yapacak, hanginiz daha güzel imtihan başaracak diye sizi imtihan etmek için ölümü, hayatı var eyledik!” diyen Allahu Teâlâ hazretlerinin kulları sınaması bir imtihan! Bu gerçek, bu hakikat İslâm’ın en mühim hakikatlerinden birisi âhiret inancı. Âhirete gideceğiz.
el-Hayâtü’d-dünyâ. Bu dünya, şimdiki hayat fâni ve geçici. Rüzgâr gibi geçen, yel gibi geçen, esip tozan, göz yumup açınca tükeniveren, nasıl geçtiği anlaşılmayan bir zaman parçası.
el-Hayâtü’l-âhireh. Asıl hayat, ebedî hayat, sonsuz hayat, bitmeyen hayat!
﴿هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ﴾
Hüm fî hâ hâlidûne. [3]
İnsanlar orada neyle karşılaşacaklar, hangi dâra; dâr-ı saadete mi, dâr-ı cennâte mi girecekler yoksa dâr-ı cahîme mi girecekler? Cennetlik mi olacaklar cehennemlik mi olacaklar? Orada ebedî kalınacak.
Asıl âlem orası! Rakamlarla ifade edilemeyecek, devamlı, sonsuz, ebedî hâlidî âlem orası. Burası rakamlı olduğu için, sonlu olduğu için burası bir hiç. İkisini birbirine nispet edersek dünya hayatı, âhiret hayatına göre nedir diye nispet eder, oranlarsak bu bunun kaçta kaçıdır diyecek olursak; diyelim ki yüz yıl yaşadık veya bin yıl yaşadık. Âhiret hayatı sonsuz. Bini sonsuza bölersek sıfır! Bir rakamın sonsuza bölümü sıfırdır. Çünkü sonsuz derecede küçük parçalara bölüyorsunuz. Sıfır olur. Sıfırdır, matematik bunu söylüyor. Dünya hayatıyla âhiret hayatını inceleyecek olursanız acaba bu bunun kaçta kaçı, dünya hayatı bin yıl sürecek olsa âhiret hayatının yanında kaçtır? Sıfırdır. Dünya hayatı sıfırdır.
Biz buraya gelmişiz. Bir müddet yaşamışız. İşte siz gençlik yaşlarındasınız. Bilmiyoruz bundan sonra ne olacak? Kaderimiz, anlımızda yazımız nedir, bilmiyoruz. Ama burada bazı şeyleri bilmek en büyük vazifemiz:
Bizi kim yarattı? Bize bu nimetleri kim veriyor? Bize bu varlığı kim vermiş? Bu aklı kim vermiş? Bu düşünce, bu tefekkür, şu şiirler, bu güzellikler, vücudumuzun kabiliyetleri… Bizden değil. Bizim dışımızdan bize verilmiş nimetler. Küçücük bir tohumdan çıkan ağaç. Ağacın dallarından sarkan meyveler; kırmızılar, yeşiller, renkler, tatlılar, ekşiler… Yerden fışkıran feyizler, bereketler; küçücük bir tohumdan harika sonuçlar… Allah’ın çeşitli nimetleri! Bunların mahiyetini biliyor muyuz! İşte biz bu nimetlerden istifade ediyoruz. Yiyoruz, içiyoruz, yaşıyoruz. Sıhhatteyiz, âfiyetteyiz, şeniz, zindeyiz, hoşuz, iyiyiz.
Kime teşekkür edeceğiz? Nedir bu nimetlerin kaynağı, neresidir? Kim gönderiyor bize?
Her gün bir yerden, bir zarf içinde bize bir milyon lira para gelse sahibini merak etmez miyiz? Kim gönderiyor? Bize bunca nimeti kim verdi? Kim vermeye devam ediyor? Kim bizi bu nimetlerine gark etti?
Kur’ân-ı Kerîm’in şehadetiyle bizim en mühim görevimiz, en büyük ödevimiz bizi yaratanı bilmek ve bulmak.
Erhamürrâhimîn olan Allahu Teâlâ hazretleri, her günahı bağışlayabiliyor. Adam öldürmüş, hırsızlık yapmış, ömrünü fena yollarla geçirmiş vs. Tevbe edip doğru yola gelince affedebiliyor.
﴿اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُ﴾
İnnallâhe lâ yağfiru en yüşrake bihi ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâü. [4]
Öbür suçların hepsini bağışlayabilir; ama kendisini bilememe, bulamama suçunu bağışlamıyor.
Bunca nimeti kim gönderiyor? Kime teşekkür edeceğim?
Ondan haberi yok! Hayatın gayesi yaratanı bilmektir.
﴿وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ﴾
Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûni. [5]
Yaratanı bileceksiniz. Hem de çok sağlam bir şekilde bileceksiniz. Mutlaka bileceksiniz. Muhakkak bileceksiniz. Bunu bilmediğiniz zaman, vazifenizi yapmamış oluyorsunuz. Hayatınız boş. Dünya üzerinde Allah’ın bir sürü böyle, bu gerçeği yakalayamamış kulu var. Onlar gibi olursunuz.
﴿وَمَٓا اَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِن۪ينَ﴾
Ve mâ ekseru’n-nâse ve lev haraste bi-mü’minîne. [6]
İnsanların çoğu bu gerçekleri yakalayamıyorlar. İnsanı insan yapan, insanı sultan yapan, insanı ölmez bir varlık hâline getiren imanıdır.
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez
diyor Yunus Emre. Sözün büyüklüğüne bakın! Sonra bilmemeye karşı duyulan tahkire, tahkir duygusuna bakın: Ölen hayvan imiş yani, eğer inanmış değilse işte hayvandır, ne olacak?
Âşıklar ölmez, diyor. Kendisine rızkı gönderen, nimeti veren, varlığı veren, aklı, fikri veren, İslâm’ı veren, imanı veren, duyguyu veren Rabbini bilmek ve ona âşık olmak; hayatın gayesi bu! Sevgi! Sevgi, makamların, mânevî, tasavvufî makamlarının en üstünü sevmek. Aşk makamı, şevk makamı. Aşkullah, muhabbetullah makamı. O makamı bulmuşlar. O âb-ı hayattan içmişler, eskiler. Asıl vazifemiz budur. Kur’ân-ı Kerîm’in âyet-i kerîmesi bize bunu bildiriyor.
Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûni.
Sizin asıl işiniz bu sizden öncekilerin de asıl işi buydu. Sizden sonrakilerin de asıl işi bu. Babanızın da işi bu annenizin işi de bu. Kardeşinizin, komşunuzun işi de bu. Allah’ı bileceğiz. Allah’ı bulacağız. Çünkü;
﴿وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ﴾
Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm. [7]
Âyet-i kerîme bize bildiriyor ki; “Nerede isek O bizimle beraber! Nerede idiysek bizimle beraber!”
﴿وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ﴾
Ve nahnu akrabu ileyhi min hablil verid. [8]
“Biz insanoğluna onun şah damarından daha yakınız.”
﴿وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪﴾
Va’lemû ennallâhe yahûlü beyne’l-mer’i ve kalbihi. [9]
“Kişiyle kalbi arasında ihâta eder. O arayı kuşatır, çevreler.” diye bildiriliyor. Yani Yunus bunu çok güzel anlamış. Diyor ki;
İstemegil anı ırak
Gönüldedir ana durak
Cenâb-ı Mevlâ’yı uzaklarda arama!
Çocukların din kitabını getirmişlerdi. İlk sayfayı açtım, diyor ki;
Gott ist in der himmer. “Tanrı göktedir.”
Allahu Teâlâ hazretleri her yerde! Bir yerde olup bir yerde olmaması düşünülebilir mi? Öyle saçma şey mi olur? Adamlar uzakları düşünüyorlar. Adamlar yer arıyorlar. Yer arayınca da bulamıyor tabii. Ama gerçek öyle değil. Bulan buluyor ve bulduğunun sonucu da belli oluyor. Bulduğunun sonucu da belli oluyor.
Bulan acaba sübjektif bir olguya mı varmış? Acaba bulamadığı halde kendisini buldu mu sanıyor yoksa gerçekten mi buluyor?
Bulan gerçekten buluyor. Gerçekten buluyor; çünkü olgularla, tezahürâtıyla bulduğu anlaşılıyor. Allahu Teâlâ hazretleri bir hadîs-i kudsîde buyurmuş ki;
«قَالَ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ: «مَنْ آذَى لِي وَلِيًّا فَقَدِ اسْتَحَلَّ مُحَارَبَتِي، وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِمِثْلِ أَدَاءِ الْفَرَائِضِ، وَمَا يَزَالُ الْعَبْدُ يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ عَيْنَهُ الَّتِي يُبْصِرُ بِهَا، وَأُذْنَهُ الَّتِي يَسْمَعُ بِهَا، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا، وَفُؤَادَهُ الَّذِي يَعْقِلُ بِهِ، وَلِسَانَهُ الَّذِي يَتَكَلَّمُ بِهِ. إِنْ دَعَانِي أَجَبْتُهُ، وَإِنْ سَأَلَنِي أَعْطَيْتُهُ؛ وَمَا تَرَدَّدْتُ عَنْ شَيْءٍ أَنَا فَاعِلُهُ تَرَدُّدِي عَنْ وَفَاتِهِ، وَذَاكَ لِأَنَّهُ يَكْرَهُ الْـمَوْتَ، وَأَنَا أَكْرَهُ مُسَاءَتَهُ». حم، ع، طس، كر، ق، وَالْحَكِيمُ، عَنْ عَائِشَةَ.»
“Kulum bana ibadet ve taatlerle, hayır ve hasenât ile nevâfil ile yaklaşadurur. Her yaptığı ibadet, kulu Allah’a biraz daha yaklaştırır, biraz daha yaklaştırır, biraz daha yaklaştırır. Nihayet iyiliği galebe çalar. Kul esas yapısı itibariyle, genel manzarası itibariyle iyi bir kul olur.”
İyilik yapan bir kul olur. Ufak tefek kusurları olsa bile hatasız kul olmaz; ama genel yapısı itibariyle, nihayet hayırla hasenâtla, iyiliklerle meşgul olan bir iyilik meleği gibi bir insan olur. Herkes görür, sever. Karınca ezmez. Tatlı dilli. Kimsenin kalbini kırmaz. İyi insan. Herkese ittifak eder.
Hattâ uhibbehû. “Nihayet ben o kulumu severim. Böyle nafile ibadetleri yaptığı zaman ilerleye ilerleye ben o kulumu severim.”
Fe izâ ahbebtü küntü aynehû. “O kulumu sevdiğim zaman da gören gözü olurum. İşiten kulağı olurum. Tutan eli olurum. Söyleyen dili olurum. Yürüyen ayağı olurum. Benimle görür…”
Bir beşer görüşü ile görme değil, Allahu Teâlâ hazretlerinin gösterdiği her şeyi görme durumuna gelir.
Neden?
Çünkü Allah gören gözü oldu. Allah işiten kulağı oldu. Allah tutan eli oldu. Allah ona yardım etti. O Allahu Teâlâ hazretlerinin yardımına mazhar olunca müstesna bir kul oluyor. İnsan Allah’ın sevgili kulu olduğu zaman bizim tanıdığımız, şu bize materyalist eğitimle öğrettikleri sistemden başka sistemler çalışmaya başlıyor. Yakınlar uzak oluyor. İmkânsız işler mümkünât dairesine giriyor. Yapılamayan şeyler yapılabiliyor. Mesafeler aşılabiliyor. Yedi kat gökleri seyran edebiliyor. Allah’ın bir kulu bir anda hiç kimsenin yapamadığı işleri yapabiliyor. Bir işaretiyle kameri ikiye bölebiliyor.
Neden?
Allah yardım ettiği için! Allah’ı bulduğu için. Allah’ı bildiği için. Allah’ı sevdiği için! Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
“Allah’ı hakkıyla bilseydiniz Allah’tan hakkıyla korksaydınız dualarınızla dağlar yerinden kayardı, zâil olurdu, zeval bulurdu. Yok olurdu, toz olurdu.” Her şey olurdu.
Allahu Teâlâ hazretlerinin insanı sevgili kul olmaya bakmalı.
Bizim hayatımızın gayesi Allah’ı bilmek. Allah’ın sevgisini kazanmak, rızasını kazanmak. Bastıra bastıra, tekrar tekrar yine her zaman, her anda, her yerde söyleyeceğimiz söz bu, gayemiz bu:
İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî.
Yazın defterinizin başına, yazın kalbinize, yazın her zaman açtığınız cüzdanınızın bir kenarına!
Bir arkadaş kol saatinin üstüne mürekkeple yazmış:
el-Mevtü hakkun.
Saate bakıyor. Her saate bakışta; el-Mevtü hakkun. “Ölüm haktır. Bir gün başına gelecek. Muhakkak gelecek.” diye o ihtarı alıyor. Siz de bir yere yazın, unutmayın:
İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî. “Yâ Rabbi! Ben seni bilmek istiyorum. Seni bulmak istiyorum. Asıl vazifem bu. Senin rızanı kazanmak istiyorum. Asıl gayem, asıl hedefim bu!” diye şey yapmamız lazım. Hilafsız, ihtilafsız, tereddütsüz gerçek bu, hayatın en mühim gerçeği bu!
Muhterem kardeşlerim!
Başka şeylerle oyalananlar sonunda hep pişmanlık içinde kalmışlardır. Hep nedamet duymuşlardır. Hep saç baş yolmuşlardır. Hep yaka yırtmışlardır. Hep diz dövmüşlerdir. Çok pişman olmuşlardır. Siz böyle olmayın. Gençlikte olan ibadetin değerine paha biçilmez. Siz Allah’ı bilmeyenlerden olmayın, siz Allah’ı bulmayanlardan olmayın! Siz gafillerden ve cahillerden olmayın!
Allah’ı bulmaya mâni olan şeyler nedir?
1. Cahillik!
Hiç duymamıştır. Hiç haberi yoktur. Hiç bu konulardan kulağına bir şey gelmemiştir. Hiç bu konuları bilen insanların yanına yanaşmamıştır. Hiç o tarakta bezi yoktur. Bambaşka bir muhitin içinde yetişmiştir. Çevresi başka insanlardır. Daha başka bir gaflet türü ile ömrünü ifnâ eden, mahveden, yok eden insanlardandır. Hiç duymamıştır. Cahillik. Tamam, bu mâsum bir mânidir.
Cahillik ilim ile izale olur. Onun için ilmî çalışma en önemlidir. Onun için hepimizin ilme yardımcı olmamız lazım.
“En üstün makam ilimdir!” Alimin mertebesi makamların en üstünüdür. Hadîs-i şerîfler böyle gösteriyor. Güneş balçıkla sıvanmaz. En üstün makam ilim!
Rütbetü’l-ilmi a’le’r-rüteb. “Rütbelerin en üstünü, ilim makamıdır.”
Onun için biz kendimizi ilme adadık. Çalışmalarımız, sizi toplamamız, sizinle konuşmamız, görüşmemiz hep ilim içindir. Hep o yoldadır.
İlmin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. İlmin kaynağı Resûlullah Efendimiz’in sünnet-i seniyyesidir. İki sağlam kaynağa dayanmışız. O pınarlardan alıyoruz. Onun sözcülüğünü yapmaya çalışıyoruz.
“Çünkü ümmetin fesada uğradığı zamanda benim sünnetimi ihyâ edenlere yüz şehit sevabı verilecek!” diye hadîs-i şerîfler vardır. Alimlere çok medihler vardır çok ikramlar vardır. Allah’ın alimlere çok iltifatları vardır. Çok büyük mertebesi vardır. Âhirette çok büyük iktidarları olacak ve şefaat edeceklerdir. O bakımdan ilme çalışın!
Zaman gençlik çağı, ilme çalışma zamanıdır. İlme çalışın. İlmin en önde gelen cinsi, türleri içinde en şereflisi de mârifetullah, Allah’ı bilme ilmidir. Allah’ı bilme çalışmalarıdır. Bunu her şeyden önce yapacaksınız. Hangi meslekten olursanız olun Allah’ı bilen kimse olacaksınız.
Allah’ı bilen doktor. Kimi mühendis olur, kimisi doktor olur kimisi daha başka meslekten olur. Bu sahaya gönül vermiştir.
Siz de ilmî çalışma yapacaksınız. En başta bu cahillik izale olunacak. Bilgi sahibi olacak.
Ama bilgi uygulamak içindir! Bilgi gerçeklere ulaşmak içindir. Bilgi vasıtadır.
Bilgi gaye değildir! Bilgi süs değildir. Bilgi böbürlenme vesilesi, fahr vesilesi değildir. Çalım satma vesilesi değildir. Bildiğini uygulamayan insan daha büyük vebal altında kalır. Onun için uygulayacaksınız.
Bildiğini söylemeyen, dalkavukluk eden alimler olunca zalimlerin işi daha hızlı gidiyor.
Her yerde dobra dobra hakkı söyleyecek. Bildiğini söyleyecek. Bildiğini uygulayacak.
Onun için ilim birinci merhale.
Diğer bir mâni dünyadır!
Dünya, yani bu hayatı dünyanın, içinde yaşadığımız dünya hayatının çeşitli süsleri vardır. Zevkleri, eğlenceleri vardır. Hakikaten tatlıdır. Fâni dünya hoştur. Su başları, ağaç dipleri, piknikler, deniz kenarları, yaylalar, manzaralar, paralar, balkonlar, meşrubatlar, tatlılar, tuzlular, danslar, şarkılar, zevkler, eğlenceler, çalgılar vs. İşte dünya hayatı, dünya hayatının çeşitli sahneleri ve maddeleri insanı alıkoyar. Oyalar, meşgul eder. Zihnini çeler. Kalbini çeler. Aklını çeler. Kendisine bağlar. İnsan bir ara bir şeyle meşgul olur, bir ara başka şeyle meşgul olur. Bir ara başka şeyle meşgul olur. Birden Azrail aleyhisselam “Vaden yetti, ver bakalım emaneti!” diye karşısına gelir.
O zaman ah vah etmesi fayda etmez.
İnsan nasıl meşgul oluyor?
Küçüklüğünde yeme içmeyle meşgul olur. Horoz şekeri, düdüklü şeker, macun, elma şekeri keten helvası, kâğıt helvası, dondurma, çikolata vs. filan hep midesine hizmet yolundan gider.
Ondan sonra delikanlılık çağına gelir. Bakarsınız başında kavak yelleri esiyor. Aşktan, şevkten, şuradan, buradan nefsânî şeylerle geçer.
Ondan sonra nihayet birisiyle anlaşır, bir yuva kurar. Uyuşurlar, evlenirler. Tamam, o sahne de kapanır.
Ondan sonra artık ev kurulduğu için ev lazım. Maaş lazım. Geçim lazım vs. Bu sefer de bir para hırsı başlar. “Bir iş kurayım, daha çok para kazanayım. Daha çok aldatayım. Daha fazla miktarda rahat edeyim…” filan derken mal sevgisi başlar.
Mal sevgisini bulduktan sonra “Yahu ben zenginim; ama kimse bana ayağa kalkmıyor, iltifat etmiyor.” filan derken biraz da “Başkan olsam…” filan demeye başlar. Orada burada, sosyal derneklerde vazife almaya başlar. Mevki makam arzusu! “Bir seçimlere girsem belki milletvekili de olurum, belki bakan olurum…” filan diye şey yapar.
Sonra en sonunda, bu oyalayıcı şeylerin en sonunda da hubb-ı riyâset vardır. Asıl başkan, en büyük başkan olmak arzusu!
Ondan sonra da hiç olur gider!
Şah olsa ne olacak? Şahlar şahı olsa ne olacak? Ondan sonra da ecel gelir, ömür biter. Dünya hayatı insanı çeşitli, süslü, aldatıcı şeyleriyle aldatıyor. Onun için eskiler bu dünyayı bir cadaloz, yaşlı kocakarıya benzetmişlerdir. Yüzünü gözünü öyle boyamış ki dışardan yaşlılığı yüzünün kırışıklığı anlaşılmıyor. Ama kırıtıyor. İşaret ediyor. Onu kandırıyor bunu kandırıyor. Peşine takıyor. Gel peşimden… Mendil atıyor, oyalı mendil atıyor. Hadi bakalım, o onun peşine takılıyor, gidiyor… Böyle çok insanı kandırmıştır bu dünya.
“Mecû dürüstî-i ahd ez cihân-ı sustnihâd
Ki in acûz arûs-i hezâr damâdest” diyor şair Farsça’da.
“Sen sakın bu dünya denilen acuze, kocakarıdan sana vefa bekleme. Bu sana sâdık bir yâr olmaz, iyi bir eş olmaz.
Dünyanın vefası yoktur diye böyle anlatıyorlar. Dünya, insanı böyle aldatır.
Dünyanın zevklerine aldanmamak lazım. Akılcı olmak lazım. Gerçekleri görmek lazım. O da ilimden elde edilen mâlumâtla olur.
Kör akıl, sırf akıl, vahiy ile desteklenmeyen akıl da bu gerçekleri bulamıyor. O zaman bakıyorsun laf var, laf ebeliği var. Tefekkür var. Okuyorsun, dinliyorsun falanca filanca…
Ne olacak?
Boş! Vahiyle beslenmemiş, gıdalanmamış bir akıldan da fayda yok! Onun için helâk olup gidiyorlar.
Demek ki cahillik bir belaymış, dünyanın süsleri bir başka belaymış.
Deli eder insanı bu dünya
[Bu gece, bu yıldızlar, bu koku]
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç
dediği gibi Orhan Veli’nin, hakikaten deli ediyor. Birçok kimse, hele delikanlılık çağında, çok deli olurlar. Ondan sonra eve gitmeyi unuturlar. Akşamları cam altlarında uyurlar kalırlar filan. İşte fâni dünya, insanı böyle aldatır.
İleriye doğru zamanlar geçtikten sonrada ağrılar sızılar başlar. “Belim ağrıyor, ibadet yapamıyorum. Dizim ağrıyor, ibadet yapamıyorum. Midem rahatsız, ibadet yapamıyorum…” Alışmamış bir kere. Artık katılaşmış. Bu da bir şeydir.
Aman dünya sevgisine tutulmayın, bu hastalığa tutulmayın! Bu çok fena bir hastalıktır. Bu hastalığa tutulursanız iflah olmazsınız. Mahvolursunuz. Âhireti tercih edin, ebedî hayatı tercih edin. Onu kazanmaya çalışın. Oranın makbul insanı olmaya çalışın. Çünkü kim âhireti tercih ederse Allah onu sever ve ona yardım eder.
Üçüncü düşman; Allah’ı tanıma yolunda insanın önüne dikilmiş olan, çeşitli mânialardan gerilmiş olan mânialardan üçüncüsü nefs denilen bir şeydir!
Nefs; Batı dillerinde ego deniliyor. Türkçe’de ben, benlik. Yani kişinin beni, insanın içindeki beni deniliyor. Nefs, insanın canının bir tarafıdır. Kendi maddî menfaatlerini kollamakla görevli bir iç varlığıdır. Mesela acıktığı zaman içerden feryadı basar: “Karnım acıktı yahu, bir yemek gönder. Sabahtan beri yemek yemedim…” İçerden böyle bakarsın bir yemek arzusu. Martta kedileri damlara çıkartır, miyav miyav sabahlara kadar bağırtırır filan. Çeşit çeşit arzuları vardır. Haklıdır. Neslin devamı içindir. Kendisinin bekâsı içindir, yok olmaması içindir, var kalması içindir. Canlı, zinde kalması içindir. Meşrû ölçüler içinde tabii ona da hakkını vermek lazım. Peygamber Efendimiz her şeyi kâmil mânasıyla bize anlattığı için diyor ki;
Nefsüke matıyyetüke ferfak bihâ. “Nefsin senin bineğindir. Ona mülayim davran!”
Tamamen de bir düşman değil.
“Öldürelim nefsi…”
Öldürme, lazım sana! Bu yolculukta bineceksin, gideceksin. Öldürmeye gelmez. Azdırmaya da gelmez. Gemi azıya aldırtmak da doğru değil öldürmek de doğru değil. Islah etmek lazım. Terbiye etmek lazım gelir. Onun için nefis terbiyesi diye bir mesele vardır. Mühim bir meseledir.
Nefislerin terbiye edilmesi lazımdır. Unutulmuş bir iştir bu nefsi terbiye etmek. Bedeni terbiye etmek ve geliştirmek için çok önem veriliyor.
Vücudun gelişmesi için spora bir müsamahanın sonucu tabii. Ruhun gelişmesi için de, nefsin gelişmesi için de bir nefis terbiyesi vardır.
Jimnastiğe eski tabirle Osmanlılar “riyazât-ı beden” derler. Riyazât-ı beden, idman dediğimiz vücudun gelişmesi için halter, barfiks, koşma, atletizm, diğer çalışmalar vs. Bu vücut sıhhatli olsun, dinç olsun diyedir.
Bedeni sıhhatli olan bir insan ruhu berbat ise felaket muzır mahlûk olur.
Konfüçyüs diyor ki; “Kaplanın kanatları iyi ki yok!” Kanatları olsaydı yapmayacağı zarar olmazdı, bu sefer uçarak gelirdi. Duvarları da aşardı, evlerin içine camlardan girerdi. Herkesin canına okurdu.
Ruh terbiye edilmediği zaman bedenin kuvvetli olması büyük felakettir. O kuvveti nispetinde adam muzırlık yapacaktır. Cana kıyacaktır. Haksızlık yapacaktır. Onun için nefis terbiyesi önemli bir iştir.
Arapça’da bir kimseyi çok kibar, çok centilmen mânasına methetmek için şimdi kullanılan tabir, yani en büyük iltifat şuymuş:
Ente Osmanlî. “Sen Osmanlı’sın.” demek, yani “Çok çelebisin, çok kibarsın, fevkalade centilmensin…” mânasına geliyormuş. “Osmanlı” dediği zaman artık adamın duyduğu zevkin haddi hesabı yokmuş. Koltukları kabarıyormuş. Osmanlı dediğimiz insanlar böyle centilmenlikle tanınmışlar.
Neden?
Nefis terbiyesi var. Kibarlık var. Zarafet var. Kalp kırmamak var. Vefa var. Sevgi var…
Benim babamın bir arkadaşı vardı. Kırk sene adamcağız her cumartesi günü babamın dairesine gelirdi. Cumartesi günü buluşurlardı.
Yahu bir atlatsana bu işi! Bazı cumartesileri yapmasana!..
Hayır, her cumartesi yapacak!
Neden?
Dürüst insanlar, mert insanlar!
Evini satmış, 40 bin liraya, üç katlı evi satmış. Bahtiyar Amca! Nur içinde yatsın, kabri cennet bahçesi olsun. Adını böyle zikrediyorum ki kabrine nur yağsın. 40 bin liraya evini satmış. Bir başkası duymuş, gelmiş. Sabahleyin demiş ki;
“Bahtiyar Efendi! Evini satmışsın…”
“Evet, sattım.”
“Kaça sattın?”
“40 bine sattım.”
“Kaparo verdi mi? Para verdi mi?”
“Yok, vermedi.”
“Ben sana 65 bin lira vereyim, bana ver evi.”
Bahtiyar Amca Arnavut asıllı. Şöyle bir doğrulmuş. Kızmış. Bu sözü söyleyen şahsı nerdeyse evden atacak:
“Bana bak! Sen benim sözümü duymadın galiba, ben ‘Evi sattım.’ dedim, duymadın mı?” demiş.
Adam yüzde 50 fazla fiyat teklif ediyor. Daha para alınmamış, bir şey olmamış. Ortada fol yok yumurta yok, deriz biz şimdi.
Bu zamanın insanı öyle der. Ama Bahtiyar Amca demiyor.
Neden?
Mert insan, fazâil-i ahlâkiyeye sahip insan!
“Söz verdim, duymadın mı, sattım dedim!” diyor.
Söz! İnsanın sözü doğru olmayınca kalbi doğru olmaz. Kalbi, sözü doğru olmayınca dini doğru olmaz. Hepsi bunlar birbiriyle ilgili.
Eskiden bu eğitimi alırlardı. Bu tasavvufun horlanmasıyla, ilga edilmesiyle insanlar nefis terbiyesinden mahrum kalırlar. Şimdi herkesin nefsi, kilise direği kadar kalındır! O kadar, kimsenin nefsine dokunamazsın. Dokunduğun zaman felaketler olur. Yıldırımlar çakar. Sen kendini yerde bulursun.
Ne hâle gelir!
Neden?
Nefis terbiyesi yoktur. Affetmek yoktur. Kardeşlik yoktur. Sevgi yoktur. O terbiye yoktur. Nefis terbiyesi yoktur da ondan.
Nobran nobran, birbirine uyuşmaz, yanaşmaz, sözüne güvenilmez, beraber iş yapılmaz insanlar yığını olmuştur. Ortaklık yaparsın, aldatır. Söz verir, yerine getirmez. Ahdeder, ahdinde durmaz.
Arkadaşlık kurar, arkadaşlığı bozar. İşe yaramaz.
Neden?
Nefis terbiyesi yoktur. Siz bu nefis terbiyesi meselesine önem verin, ihmal etmeyin.
Bir de şeytan diye bir büyük düşmanımız vardır.
﴿اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا﴾
İnne’ş-şeytâne leküm adüvvün fe’t-tehizûhu adüvven. [10]
Bilin ki böyle bir düşman vardır. Sizin damarlarınızın içinde dolaşır da sizi aldatır. Her türlü kötülüğü yaptırır. Âyet-i kerîme “Allah’a sığınırsanız Allah’a dayanırsanız şeytan tesir etmez.” diyor.
﴿وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ﴾
Ve men yetevekkel alellâhi fe hüve hasbühu. [11]
﴿اِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ﴾
İnnehu leyse lehû sultânün ale’l-lezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûne. [12]
“İman edip de Rabbine tevekkül edenlere şeytanın tesiri yoktur.” diyor. Demek ki Allah’ı bilmekle kendiliğinden zâil olacak, tesirsiz hâle gelecek bir düşmandır. Çok, o kadar önemli değil. En önemli düşman insanın nefsidir.
«أَعْدَى عَدُوٍّ لَكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ»
A’dâ nefsüke’l-letî beyne cenbeyke. “Senin en büyük düşmanın kendi içindeki, kendi nefsindir.”
Hadîs-i şerîfte böyle! Onunla savaş, cihadın en büyüğüdür. O bakımdan Allahu Teâlâ hazretleri; bilhassa mârifetullahı elde etme hususunda, ilim, irfan hususunda, âyetleri, hadisleri dinimizin ahkâmını öğrenme hususunda gayret versin; fırsatları kaçırttırmasın.
Sonra belli bir yaştan sonra E lem neşrah leke sûresini bile ezberleyemeyecek hâle gelir hafızanız. Durur artık çalışmamaya başlar. Ezberleyemiyorum hocam, dersiniz. Onun için ne varsa şimdi ezberlersiniz.
O bakımdan ilmi öğrenin ve nefis terbiyesine muhakkak riayet edin. Şu nefsinizi terbiye edin. Çünkü;
﴿قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا﴾
Kad efleha men zekkâhâ. [13] “Kim nefsini terbiye ederse o kurtulacak, o felah bulacak.”
O cennete girecek. O Allah’ın sevdiği, razı olduğu kul olacak. Nefsini terbiye etmeyen de dünyada âhirette rezil rüsva olur.
Allah hepinizden razı olsun.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..