Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn. Alâ külli hâlin ve fî külle hîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, senedinâ ve mededinâ üsvenite’l haseneti Muhammedini'l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn.
Emma ba’d:
إِنَّ لِكُلِّ شَيْءٍ صَدَاءً وَجِلَاءً، وَإِنَّ جِلَاءَ الْقُلُوبِ الِاسْتِغْفَارُ
İnne li külli şeyin sadâen ve cilâen ve inne cilâe’l-kulûbi’l-istiğfârü.
Deylemî bu hadîs-i şerîfi Enes radıyallahu anh’ten rivayet eylemiş.
“Her şeyin pası, kirlenmesi vardır. Ben dahi tevbe ve istiğfar ederim”
Kendisi Allah-u Teâlâ hazretlerinin habîbi ve günahlardan masum ve işleyeceği/işlediği hatalar ma’füv olduğu halde; “Ben dahi tevbe ve istiğfar eylerim; siz de edin.” diye tavsiye buyurmuştur.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu müjdesi vardır. Tevbe edildiği zaman, istiğfar getirildiği zaman, afv u mağfiret istendiği zaman Cenâb-ı Hak günahı, afv u mağfiret ediyor.
Hatta gecenin sahur vakti zamanında ve yılın bazı mübarek günlerinin gecelerinde Cenâb-ı Mevlâ kendisi "semâ-i dünyaya" nüzul eyleyip gökten kullarına nida edermiş ki; “Yok mu benden istiğfar edip mağfiret dileyen, haydi dilesin, afv u mağfiret edeceğim.” buyururmuş. Kulun tevbe etmesinden, günahından dönmesinden son derece hoşnut ve razı olup memnun olup sevinirmiş.
Onun için bizlerin; Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden edindiğimiz tavsiyeye göre günde en aşağı yüz defa 'estağfirullah' dememiz lazım. “Affet beni Allahım!” dememiz lazım. Cenâb-ı Hakk’tan afv u mağfiret dilememiz gerekiyor.
Bu, vazifeniz olsun. Eğer günde yüz defa estağfirullah demiyor iseniz hadîs-i şerîfi duyduğunuza göre bundan sonra yüz defa estağfirullah deyin. Çünkü bu sayfa kura ile çıktı. Ben niyetlendim ki bakalım bu cemaate Peygamber Efendimiz’in hangi hadisi nasip olacak.
“Allah-u Teâlâ hazretleri nelerin bu cemaate duyurulmasını murat ediyorsa orası çıksın.” dedim. Buradan da bu çıktı.
Demek ki; Cenâb-ı Hak sizin günahlarınızı afv-u mağfiret etmek istiyor ki afv u mağfiret etmenin yolunu öğretiyor.
Karadenizli birisi; “Yâ Rabbi! Madem vereceksin, beni ne diye yalvartıyorsun?” diyormuş.
“Nereden biliyorsun Allah’ın vereceğini?” demişler.
“Sus, cahil! Sen bilmiyorsun. Allah vermeyecek olsa dua ettirmez!” demiş.
ادْعُون۪ٓي اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ
Ûd’ûnî estecib leküm. [1]
“Bana dua edin, ben sizin duanızı kabul ederim.” buyuruyor.
Vaadi var; vermeyeceği kimseye dua ettirmez. Dua etmeyi aklına getirmez. Onun için öyle demiş. Bu Karadenizliler hoş insanlar oluyor, tatlı insanlar oluyor. Latifeden veyahut içten, dobra dobra konuşuveriyorlar.
Demek ki; Cenâb-ı Hakk sizin afv-u mağfiret olunmanızı istiyor ki bana bunu okutturuyor, kulağınıza getiriyor. Demek ki affedecek.
Elhamdülillah ne mutlu! Ramazan’ın yaklaştığı, Ramazan’a bir hafta kaldığı Şaban ayı da mübarek bir ay. Demeyenler artık bu günden itibaren günde yüz defa estağfirullah demeye başlıyorsunuz. Diyenlere selam olsun.
Demeyenler bundan sonra demeye başlasınlar. Bu akşamın ilk bereketi olsun, bir.
Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin çok geniş olduğunu bize Peygamber Efendimiz bildiriyor. Çok lütufkâr olduğundan, kullar ne kadar günahkâr olsa da günahından döndüğü zaman affediyor.
Hatta günahlardan bir günah var:
“‘Allah beni affetmez!’ diye düşünmek, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek.”
قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ
Kul yâ ibâdiye’llezîne esrefû alâ enfüsihim lâ taknetû min rahmeti’llâh. [2]
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” diye emrediyor. Emri tutmak mü’minin kulluk borcu. Emrediyor; “Ümit kesmeyin!”
“Ben affolunmam!”
Affeder.
“Günahım çok büyük!”
Ne kadar çok büyükse de Allah’ın rahmeti daha büyüktür. Yeter ki sen günahı bırak. Ondan sonra Cenâb-ı Hakk’ın yoluna dön, Cenâb-ı Hakk affetsin.
“Peki, hocam, ben tevbe etsem de yine içimden de düşünüyorum ki ben bu günahı bırakmam, yaparım.”
Günahta ısrar ederken, günahı işlemeye devam ederken ve etmeye niyetli iken istiğfar etmek Cenâb-ı Hakk ile istihzâ etmek gibidir, alay etmek gibidir. Öyle olmayacak! Günahından pişmanlık duyacak, “Ben iyi yapmadım.” diyecek. Yapmamaya azmedecek.
Eski dedelerimizin ifadesi ile azm-ü cezm-ü kast edecek. Mübarek dedelerimiz öyle derlerdi. “Azm-ü cezm-ü kast eyledim.” derlerdi. Niyeti öyle olacak. “Ben bu işi yine işlerim.” derse öyle olmaz.
Lâ kebîrete mea’l-istiğfâr. “Allah-u Teâlâ hazretleri, büyük günahları da siler.”
Hepsini affeder, yeter ki dönsün ve iyi kul olsun.
Ama;
Ve-lâ sağîrete mea’l-ısrâr tarafı da var. Israrlı, aynen yapmaya devam ettiği takdirde, küçük günah bile büyük cezaya çarpılmaya sebep olur.
“Canım küçücük günah, ne kadar önemi var?”
Yok öyle değil. Küçük günahda ısrar edildiği zaman büyük cezaya çarpılmaya sebep olur.
Onun için günahtan vazgeçecek, yapmamaya niyetlenecek.
“Peki, niyetleniyor da hocam, yine insanın ayağı kayıyor, günah işliyor.”
O zaman, niyeti halisse Allah affeder. Çünkü kul, düşe kalka adam oluyor, yavaş yavaş toparlıyor, toparlıyor, sağlamlaşıyor, Allah çabuk sağlamlaşmayı nasip etsin. Kimisinin betonu geç kuruyor, çok uzun zaman sürüyor, cıvık kalıyor, tutmuyor, çatlıyor, patlıyor filan.
Kimisi de hemen çarçabuk tutuyor, sağlam. Bir tuttu mu bir daha da bırakmıyor. Çok iyi müslüman oluyor. Allah bize, hepimize beton gibi, betonarme gibi, çelikle beraber yapılmış, taş gibi sağlam kale gibi, bünyân-ı mersûs gibi sağlam müslüman olmayı nasip etsin. Bir de aramızda muhabbet ihsan etsin de kenetlenelim.
İnna’llâhe yuhibbü’llezîne yukâtilûne fî sebîlihî saffen ke-ennehüm bünyânün mersûs. “Kalenin sağlam örülmüş duvarları gibi birbiri ile kenetlenmiş, Allah yolunda mücadele eden kulları Allah sever.”
Birbirimizi seveceğiz, iş birliği yapacağız, hayırları beraber yapacağız. Bir kişinin yapamadığı şeyi beraber olunduğu zaman yapmak kolaylaşır, hem de tesiri de fazla olur.
Bir kişi tek şey yapamazsa topluca yapıldığı zaman karşı taraf yılar. “O kadar itiraz oldu. Halkın da bu kadar karşısında durmak doğru olmaz.” diye ürker.
Ses çıkmayınca, bir tek kişi olunca, bir tek kişi feda olur.
Fransız veya Meksika’da hükümetin subaylarından birisi "haydi aslanlarım, arkadaşlarım, haydi düşmana hücum!" demiş. Askerlere böyle heyecanlandırıcı bir laf söylemiş.
“Haydi, bakın baştan ben sizinle beraber hücum ediyorum.” demiş, öne atlamış, ötekilerin hiçbirisi arkadan gelmemişler. Bir kurşun atılmış; devrilmiş aşağıya. Bir kişi oldu mu o feda olur, gider. Topluca olduğu zaman daha iyi olur. Allah da öyle topluca hareket etmeyi seviyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki:
إِنَّ لِكُلِّ شَيْءٍ بَابًا، وَبَابُ الْعِبَادَةِ الصِّيَامُ.
İnne li külli şey’in bâben ve babü’l-ibâdeti es-sıyâm.
“Herşeyin bir kapısı vardır. İbadetin kapısı da oruçtur”
“İyi kul olmanın yolu oruçtan geçer. Oruçla olur.” demek. Bu da bize bir müjde.
Sevinin, Ramazan geliyor. Bak, oruç ibadetin kapısıdır. İyi kul olmanın aracıdır, vasıtasıdır. Bu Ramazan’a iyi hazırlanın, iyi değerlendirin. Şu ibadeti güzel yapmada bu sefer başarı sağlayın, bu sefer sınıfta kalmayın, bu sefer geçin.
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Ve-mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li ya’büdûn. [3]
"Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."
İnsanlar ve cinler; emanet yüklenmiş, sorumluluk verilmiş olan mahlûkât. Allah-u Teâlâ hazretleri bunları ibadet için yarattığını bildiriyor.
İbadet için ne demek?
“Kendisini bilip kendisine kulluk etsinler.” diye yarattığını bildiriyor. Asıl gaye o.
Hepimiz, hayatımızda küçük, önemsiz, geçici gayeler edinmişiz:
“Sınıf bitireceğim, okuldan mezun olacağım. Diploma alacağım, iş başaracağım, para sahibi olacağım. Ev bark sahibi olacağım, iyi bir araba alacağım, çocuğumu evlendireceğim...” filan.
Küçük küçük amaçlar, bu küçük amaçlarla oyalanıyoruz, oyalanıyoruz, oyalanıyoruz. Bu küçük amaçlar, asıl amacı engelliyor. Bir gün Azrail aleyhisselam; “Hadi bakalım, imtihan bitti, ömür sona erdi, gel bakalım!” diyor. “Senin ismin benim listemde var. Şimdi senin canını almam lazım.” diyor, geliyor karşısına, insanın canını alıveriyor.
Çünkü eceli geldi mi tehiri yok, geri gitme yok, “Aman bana müsaade et, biraz tevbe edeyim, hazırlanayım. Namazlarımı ödeyeyim, oruçlarımı ödeyeyim..."
Bitti! Ölüm geldi mi geri gitmek, tehir etmek olmadığı için gaflet çok büyük tehlike.
Accilû bi’t-tevbeti kable’l-mevt.
Ölüm gelivermeden evvel, insanın dönüşünü çarçabuk yapması lazım. Aldanıyor insan.
Bu aldanma nasıl sağlanıyor. Kim aldatıyor?
Şeytan aldatıyor, bir. Önüne küçük gayeler koyuyor; “Bak bu çok mühim.” diyor. “Bunu yapman lazım. Bunu yapmazsan olmaz. Hadi var gücünle buna çalış!” diyor. Öyle bir sokuyor ki işin içine, kulun asıl yapması gereken işi yaptırtmıyor.
Bir kulun asıl yapması gereken iş ne?
İnsanların, bizlerin, sizlerin, hepimizin asıl işimiz ne? Bu dünyaya geldiğimize ve yaşadığımıza göre, bu dünyada bizim asıl görevimiz ne?
Cenâb-ı Hakk’a kulluk etmek.
Ve-ma halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li ya’büdûn.
Kim asıl işi ile meşgul oluyor? Hangi insan asıl işini anlamış da Cenâb-ı Hakk’a kulluk ediyor? Hepimiz başka işlerle uğraşıyoruz. Uğraştığımız işler farz mı. Çok mu önemli, olmazsa olmaz mı? Hayır olabilir ama ona daldırmak ve onunla oyalamak şeytanın oyunu.
Dünya da insanı aldatıyor. Ama dünyanın doğrudan doğruya aldatması yok. Dolaylı yoldan “dünya da aldatıcı” deniliyor. “Fani dünya insanı aldatıyor.” deniliyor. İnsan ona aldandığı için aldatıcılık ona yükleniyor. Halbuki insan kendisi aldanıyor; asıl aldanan kendisi.
Eskiler dünyayı vefasız bir kadına benzetmişler. Vefasız bir kadın. Çalmış yüzüne boyayı, allığı, pudrayı, rastığı, neyse kadınların süslenme malzemelerini kremi vesaireyi çalmış, dudakları boyamış, yanakları boyamış. Uzaktan bakan taş bebek gibi görüyor. Çünkü boyama, sıvama ile kırışıklıklar görülmüyor cildi gül yaprağı gibi görünüyor, halbuki ihtiyar, çok ihtiyar.
Ne kadar ihtiyar?
Dünyanın ömrü ne kadar kimse bilmiyor. Alimler bir şeyler söylüyorlar; yüz bin sene, bilmem ne. Çok ihtiyar ama öyle bir boyuyor ki kendisini, bu yeni zamanenin yetişen yetişkinleri, tazeler âşık oluyor. Hepsi âşık oluyor. Herkes dünyanın peşinde.
Âhireti sevip de âhiretin peşinde koşan yok. Herkes dünyanın peşinde ama dünya kimseye vefa göstermiyor. Vefalı bir yâr değil. Yâr olmuyor, aldatıyor. Ondan sonra herkesi bırakıp gidiyor. Malı mülkü bırakıyor.
Mal sahibi, mülk sahibi.
Hani bunun ilk sahibi.
Mal da yalan, mülk de yalan.
Var biraz da sen oyalan diyor Yunus Emre.
“Yapma” gibilerden söylüyor ama kinâyeli söylüyor. “Hadi git biraz da sen oyalan. Yalan ama dinlemiyorsun sözümü, hadi oyalan da sonunda anla, başını taştan taşa vur!” demek istiyor.
Malın ve mülkün, her şeyin yalan olduğunu, elde durmadığını, hatta mirasçının malı olduğunu insan anlayamıyor. Adam harcamıyor, harcamıyor, harcamıyor; biriktiriyor, biriktiriyor, biriktiriyor, yemiyor.
Kim yiyor?
Mirasçı.
Bir de artık malı çoksa bir adamın; “Ölse de şunun mirasını yesek.” diye ölümünü de istemiyorlar mı? İşin en kötü tarafı o. Bu adam hâlâ yaşıyor; “Bir ölse de şunun malını mülkünü çatır çatır yiyiversek.” diyorlar. Ve mirasçıların malınıkorumak için adam tir tir titriyor, uykuları kaçıyor. Sabah akşam onunla uğraşıyor. Yahu, bunu mirasçıya bırakıyorsun.
“Benim değil mi?”
Yemedikten sonra, içmedikten sonra, onunla sevabı kazanmadıktan sonra beklettikten sonra mirasçıya kalacak olduğu için onun, senin değil. Bekçisisin sen. Sana bekçiliğini yaptırıyor ondan sonra da o yiyecek.
“Peki, ben bunu nasıl kendi malım hâline getirebilirim?”
Sen bu parayı Allah yoluna, sevaplı işlere, sadaka-ı câriye yapmaya harcarsan o zaman senin olur. O zaman senin defterine yazılır. Şimdi senin defterine yazılmıyor, sana sorumluluğu var, hesap vereceksin. Nereden kazandın, nereye harcadın? Bu vazifeleri, malın yüklediği vazifeleri, zekâtı, sadakayı, fıtrı vesaireyi yaptın mı? Sorgusu suali sana, zevki sefası mirasçılara.
Ne yapacak insan?
Kazanmasını bildiği gibi hak yola harcamasını da bilecek. Hem de gençken, ihtiyarlamadan... Saçı sakalı ağarmadan, geç kalmadan, hem de malı seviyorken, içinde de mal sevgisi varken...
Tasaddak ve ente sahîhun şehîhun.
İçinde para sevgisi de var; vermek de istemiyorken verecek.
Öyle yapmasa ne olur?
“Tam ölüm döşeğine yattığı zaman” diyor, Peygamber Efendimiz, “O kimse der ki; ‘Falanca malım, falanca tarlam camiye verilsin. Filanca yerdeki evim, Kur’an kursuna verilsin. Falancasını filanca alsın, falancasını filanca alsın, o onun olsun, o onun olsun.’ Zaten onun!”
Öyle dese de onun, demese de onun. Öldü mü onun güzel taksimini giderler, dindarlarsa müftülere sorarlar. Kimisi de dini taksimi istemiyor.
Çünkü;
يُوص۪يكُمُ اللّٰهُ ف۪ٓي اَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِۚ
Yûsîkümu’llâhü fî evlâdiküm li’z-zekeri mislü hazzi’l-ünseyeyn. [4]
Erkeğin hissesi, kadının hissesinden bir kat fazla olduğundan, kadın kısmı hacı da olsa, hâcce de olsa diyor ki; “Ben medenî taksime göre, İsviçre medeni hukukuna göre paranın, malın mülkün taksimini isterim!”
Çünkü o zaman kendisine bir hisse daha fazla gelecek. Biliyor; çünkü medenî kanunda kadın-erkek eşitliğinden dolayı ötekisine iki misli vermek yok.
İslâm’da kadının bakımı, erkeğin olduğundan taksim öyle!
Yedirmek, içirmek, barındırmak, geçindirmek kimin vazifesi?
Erkeğin vazifesi. Kadın mecbur değil. O kadar mecbur değil ki doğurduğu çocuğu emzirmese koca o çocuğa emzirecek birisini bulmak zorunda. Çocuğun da nafakası erkeğe ait.
“Emzirmiyorum!” dedi, işi inada bindirdi. “Emzirmiyorum.” derse baba emzirmeye zorlayamaz, gidecek bir süt anne bulacak. Halime Hatun gibi, Beni Sa’d’dan mı bulur, nereden bulursa bulacak, emzirtecek. Başka çaresi yok.
Ondan dolayı “Hanımlar, hanım hanım olsun, geçim derdine düşmesin, erkekler ona bakmak zorunda olsun.” diye fazlayı erkeklere veriyor; “Sen buna bak.” diyor. Kadın da çalışmak zorunda olmadığından ona erkeğin hissesinin yarısı kadar veriyor. İslâm böyle! Allah’ın emri böyle!.
Yûsîkümu’llâh. “Allah böyle emrediyor, böyle tavsiye buyuruyor.” diyor.
Şimdi hacı hanım, hacca da gitmiş, hacı. Kocası ölünce “Ben şeriat taksimini istemem. Ben medenî kanuna göre taksim isterim.” diyor hapı yutuyor.
Ne hacılık kalır, ne dindarlık kalır. Allah’ın hükmüne razı olmamak çok kötü bir durum; razı olmuyor. Ben öyle kadınlar da biliyorum ki erkek kardeşi diyor ki;
Gel şu babamızdan kalan malı, eşit olarak bölüşelim.”
“Olmaz!” diyor. “Allah bana size verilenin yarısı kadar vermiş. Onun için ben yarım alacağım. Siz iki misli alacaksınız.”
“Ablacığım, etme, yedi tane çocuğun var. Fakirsin, bizim ihtiyacımız yok.”
“Olmaz!” diyor. “Ben Allah’ın taksimine razıyım.”
Öylelerini bilirim ben. Ama sonra onun çocukları ötekilerden daha zengin oldular, daha itibarlı oldular. Cenâb-ı Hakk mahrum bırakmıyor.
"Kadının birisi, bir çocuğu varken bir adamla evlenmiş. O adamın da üç tane kızı var. Bunun da kendi çocuğu sakat. Bu üç kızın babası, bu kadını ikinci hanımı olarak almış. Ondan sonra da bu kadın entrika ile, hile ile kocasının mallarının hepsini kızlar arasında eşit olarak, onların hakkını vererek değil de; hep kendi çocuğunun üstüne yazdırmış.
Ondan sonra çocuğu ölüvermiş. Bütün malları üstüne yazdırdığı ölüverince bütün mallar bu sefer üç çocuğa gelivermiş. Kendisi açıkta kalmış.” diye böyle şeyler de anlattılar. O nasıl oluyor, bilmem. Miras taksimini ben anlamam ama böyle yanlışlıklar yapılıyor. Hep Allah’ın rızasına uygun hareket etmeye çalışmak lazım. Şeytanın aldatmalarına kanmamak lazım.
Allah bize de dünyanın yalan olduğunu anlayıp, âhiretin hakikat olduğunu bilip, âhirete çalışmayı nasip eylesin. Rızasını kazanıp müttakîlerden olup huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin.
Sevdiği kulları ile beraber cennetine dâhil eylesin. O köşkleri, o ırmakları versin. Onlardan içirsin, o nimetlerle mütena’im eylesin. Cemalini göstersin, selamına erdirsin. Rıdvan-ı Ekber’ine vâsıl eylesin.
El-Fâtiha...
[1] 40/Mü’min, 60.
[2] 39/Zümer, 53.
[3] 51/Zâriyât
[4] 4/Nisâ, 11.