El-Hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben müberaken fîhi alâ külli hâlin ve fî külle hîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu ‘alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, Senedinâ ve mededinâ ve kurrati uyunina Muhammedini’l-Mustafâ. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi’ahû bi-ihsânin ilâ yevmi'l ceza.
Emmâ ba'dü:
أَحَبُّ الطَّعَامِ إِلَى اللهِ مَا كَثُرَتْ عَلَيْهِ الْأَيْدِي
Ehabbu’t-taâmi ila’llâhi mâ kesüret aleyhi’l-eydi.
Câbir b. Abdillah el-Ensârî radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş. Rivayet edenler İbn Hibban, Taberânî, İbn Abdilberr ve Tayâlisî; birçok kaynaklarda var.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Ehabbu’t-taâmi ila’llâhi. “Allah’a en sevimli gelen yemekler, ziyafetler, yemek yemeler, yedirmeler...” Ma kesüret aleyhi’l-eydi. “Ellerin çok uzandığı taamlardır, sofralardır.”
“Allah’ın en çok sevdiği sofra, yemeklere ellerin çok uzandığı, çok ellerin olduğu sofralardır.”
“Çok ellerin olduğu sofra” demek, “kalabalık” demek. Cenâb-ı Hak kalabalık sofraları seviyor, çok insanın çağırıldığı sofrayı seviyor. Zalimler de eskiden beri tek başlarına yerlermiş. Getiriliyor, tek başına yiyor. Ekele vahdehû diye böyle Allah’ın sevmediği mütekebbir tipler anlatılıyor. “Yanına geleni sokmaz, tek başına yer, şöyle yapar böyle yapar...” diye kibir alâmeti davranışlarını sayıp onların kötülüklerini beyan ediyor.
Bir de yemeklerde, Allah ziyafetlere sırf zenginlerin gelmesini sevmez. Fukarânın da çağrıldığı yemekleri sever. Zenginler birbirlerini çağırıyorlar. Sofranın üstünde her şey var. Zaten bu adamlar kendi sofralarında, evlerinde keyiflerine uygun her şeyi yerler. Artık çağırılan ev onların evinde olan olmayan en nâdide şeyleri arayıp bulur. Yenildiği zaman; “Beyefendi, Allah ömürler versin, çok güzel olmuş...” desinler diye olmadık masrafları yapar. Sülün etlerinden, nâdide Rus havyarından, daha başka pahalı, kimsenin el uzatamadığı neler varsa, yerler içerler. İçkilerin en muteberleri... Amma fukarâcık öbür tarafta ekmek bulamaz, ekmek bulursa katık bulamaz; yutkunur, zayıflar zavallı... Çoluk çocuğu gözü dışarıda, çarşı pazardan geçerken lokantalara iştahla bakarlar, camekândan yutkunurlar...
Allah fukarânın çağırıldığı sofraları seviyor. “Gel bakalım sen de...” O da ömründe hiç yemediği güzel yemekleri yesin. Bakalım sülün eti nasılmış. -Ben hiç yemedim sülün eti, neyin nesi... Ama elhamdülillah çok başka etler yedik de...- Sülün etinden vazgeçtik, adam karnını doyuramıyor, su bulamıyor. Gidiyorlar derenin kenarından, çamurlu sudan kaplarına doldurup getiriyorlar. Evlerinde de su yok. Hayvanlar zayıf. Süt yok...
Burada en bol şey, en ucuz meşrubat belki süt. Veriyorsun parayı, istediğin cinsten sütü alıyorsun. Süt de bütün gıdaların ilki ve en üstünü. İlk defa yavru doğduğu zaman annesinden süt emer. İçinde her şey var. Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle yarattığı meşrubat. Vücudun gelişmesi için her şey var. Bebek süt içiyor, süt içiyor, süt içiyor; maşâallah, nur topu gibi oluyor. Ondan sonra kırmızı yanaklı, pembe yanaklı, hop hop, tombul tombul kucaktan kucağa geziyor. Kısa zamanda emeklemeye başlıyor. Maşâallah, tay tay tay [yürüyor] derken ondan sonra büyüyüp gidiyor. Büyüdükten sonra sütü kesiyor mu?
“Hayır. Falanca tatlıya süt katarsan şöyle olur, filanca çorbaya süt katarsan böyle olur, filanca böreğin içine şu kadar süt katarsan gevrek olur...”
Her şeyin içinde süt var. Her şeyin içinde süt var Bol.
Et bol; tuğla gibi... Git çarşıya, al istediğin kadar... Beğenmezsen git 50 dolar ver, 30 dolar ver, bir kuzu al, kimsenin görmediği yerde kes, ondan sonra kazığı bir ucundan öbür ucuna geçir, ormanda ateşi yak, çevir, ye. Geriye kalanı da bırak, öteki mahluklar yesin. Bol, ucuz...
Bizim hanım diyor ki;
“Şimdi reva mı; veriyoruz 50-100 dolar, meyve fidanlarını alıyoruz, her birisi pahalı pahalı... 20 dolarlık kuzu geliyor, hepsinin yapraklarını yiyor. Akıl mantık alır mı bunu? Şu kuzuyu aşağı tarafa alın...”
Ben de çok seviyorum. Adını da yüntop koyduk. Yünleri çok oldu, kesilmedi; top gibi oldu. Yuvarlasan yukarıdan aşağıya kadar gidecek.
Balık bol, et bol, süt bol; bunlar ana gıdalar. Her türlü yiyecek var. Türkiye’de ise zavallılar neler çekiyor... Birinci cihan harbinde hatıralarını anlatırken Cevat Rıfat Atilhan, rahmetli, o “Ey Türk, düşmanını tanı!” diye böyle yazılar yazan emekli milis generali. Rütbesi o. Cevat Rıfat Atilhan. Masonların aleyhinde yazılar yazıyordu. Diyor ki;
“Portakalı aldım. Kabuğunu soydum. Trenin [camından] yere attım. Orada bir fakir, iki gözü âmâ kadın, kucağında çocuk duruyordu. El yordamıyla uzandı, gözleri görmüyor ama portakal kabuğunu buldu. Ağzına aldı, çiğnedi çiğnedi, kendisi yemedi, çocuğuna verdi.”
Demek ki portakalın kabuğuna bile muhtaç olmuşlar. Edirne muhasara edildiği zaman bizim zavallılar ağaçların kabuklarını yemişler. Kars’ta cihada giderken yollarda aç kalmışlar, öküzlerin bastığı yollardaki çamurlu izlerden suları içmişler. Otların her çeşidini yemişler.
Bir Mehmet Amca vardı, makamı âlâ olsun, nur içinde yatsın, Bayburtlu. “Bayburt’tan 33 kişi çıktık hocam. Ankara’ya geldiğimiz zaman üç kişi kaldık. Hepsi yollarda öldü. Aç, ekmek yok. Ben otların her çeşidini yedim. Türkiye’de biten [otların] her çeşidini bilirim. Hani kırıldığı zaman beyaz sütü çıkan otlar vardır, ‘zehirli’ derler, onları da yedim, ölmedim. Ot yemekten [ağızlarımız] yara oldu.” diyor.
Peki ot olmayan yerse; Suriye gibi, Mısır gibi?
Artık ört ki ölem... Neler çekmiş milletler...
Fukarâcıklara acımak lazım.
Burada adamlar işi çok güzel ayarlamışlar. Devlet bir kere parasını veriyor. Fakirin birisinin sadakasına ihtiyacını bırakmamışlar. Çünkü sadaka almak da onur kırıcı, dilenmek de onur kırıcı bir şey. “Madem benim milletimin ferdi, ben kendi adamımı doyururum, başkasına muhtaç etmem. Çalışmadığı zaman bile veririm.” diyor. Çok güzel. “Hastaysa bakarım.” diyor. Çok güzel. Bizim İslâm ülkelerinde bunların tarihin içinden oluşması lazım. Yapılmamış. Bunlar yapıyorlar.
Sabahleyin düşündüm: Bunlar Amerika’ya, Avustralya’ya, Afrika’ya, yeni kıtalara, yeni yerlere gittikleri zaman dinî gruplar “Dinimizi daha güzel uygulayayım.” diye gitmişler. İlk önce kiliselerini kurmuşlar, papazlarının etrafında ibadet ederek, İncil okuyarak, ilahi okuyarak öyle [yaşamışlar.] Elbette Allah kendisine hatalı da olsa dindar olup ibadet etmeye çalışanı, müslüman olup İslâm’ı yapmayıp da imana, İslâm’a aykırı her türlü haltı, günahı yiyen, Allah’ın gazabını çekecek her şeyi yapan insana yardım etmez. Buna yardım eder, ona yardım etmez elbette...
Benim rahmetli anacığım derdi ki;
“Evlâdım, sabah erken kalkın.”
Niye?
“Melekler rızıkları getirirlermiş, çocuklara verecekler; çocuklar ve büyükler uyuyorlarsa uyuyanların rızıklarını erken kalkan hıristiyan çocuklara verirlermiş.” derdi.
Biz de rızıklar o tarafa kaçmasın diye erken kalkardık. Öyle derdi... Ama annem çok kitap okurdu. Bildiği bir şey var ki ondan söylüyordu. Hakikaten kalkamazsa insan, ibadetini yapamazsa, günahlarda devam ederse onun elbette cezası birikir.
Allah bizi yolunda dâim eylesin.
أَحَبُّ شَيْءٍ إِلَى اللهِ الْغُرَبَاءُ الْفَرَّارُونَ بِدِينِهِمْ. يَبْعَثُهُمُ اللهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مَعَ عِيسَى بْنِ مَرْيَمَ.
Ehabbu şey’in ila’llâhi el-ğurabâu’l-ferrârûne bi-dînihim. Yeb’ashumu’llâhu yevme’l-kıyâmeti mea Îse’bni Meryem.
İbn Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet olunmuş. Hulvânî ve İbn Mâce isimli kaynaklarda mevcut olan bir hadîs-i şerîf.
Peygamber Efendimiz burada buyuruyor ki;
Ehabbu şey’in ila’llâhi. “Allah’a en sevimli olan şey, Allah’ın en çok sevdiği şey...” el-Ğurabâu. “Gurbete giden gariplerdir.”
“Kendi diyarlarını terk eden, gurbete giden gariplerdir.”
el-Ferrârûne bi-dînihim. “Dinlerini yapamadığı yerden firar edip gurbetlere gidenlerdir.”
Mesela Ashâb-ı Kehf ne yapmış?
Ashâb-ı Kehf zalim, putperest hükümdardan kaçmış, mağaraya saklanmışlar. “Biz puta tapmayız!” demişler. Ashâb-ı Kehf’in macerası ana hatlarıyla bu.
Bir insan veyahut bir takım insanlar, kabileler, milletler, topluluklar “Dinlerini daha iyi yaşayabilelim.” diye kendi diyarlarını bırakıp da dinleriyle firar ederlerse, o zalimlerin, putperestlerin, Allah’a ibadet etmeyenlerin, ibadet edenleri ateşler yakıp da hendeklere atanların, işkence yapanların diyarından dinlerini kurtarmak için, dinlerini yaşamak için başka yerlere gidenler Allah’ın en çok sevdiği insanlardır.
Avrupa’da işkence görmüş adam, kalkmış Amerika’ya gitmiş. Dinler için çeşitli savaşlar yapmışlar. Ben sandım ki yirminci yüzyılda bunlar bitiyor; hayır...
Almanya’da bir yerde aile toplantısı yaptık. Oranın ahâlisi Almanlar’ın ana mezhebinden, katoliklerden değilmiş. Hemen oraya, O bölge, orası galiba Doğu Almanya’dan geçmiş. Hemen oraya kendi adamlarından iskân etmişler, oranın çoğunluğunu hemen dağıtmışlar. Hayret ettim... Yirminci yüzyılda ne kadar mutaassıp; kendilerine karşı da, birbirlerine karşı da... Hayretler içinde kaldım.
Yeb’ashumu’llâhu yevme’l-kıyâmeti mea Îse’bni Meryem. “Dinlerini kurtarmak için kendi diyarlarını terk edip diyâr-ı gurbete çıkan, firar eden dindar toplulukları Allah kıyamet gününde Meryem’in oğlu İsa aleyhisselam ile beraber haşredecek.” diye Peygamber Efendimiz bildiriyor.
Bizim çilemiz de, Cenâb-ı Hak’ın takdiri, bitmiyor [zulümler...]
Bulgaristan’da… Bulgaristan’da köylere geliyorlardı, -Jivkov zamanında- masayı kuruyorlardı, askerler elinde silahlar;
“Gel bakayım buraya! Senin adın ne?”
“Abdullah.”
“Yok, senin adın Abdullah değil, Hıristos...”
Hristiyanlığa kayıt ve din değiştirme baskıları yapıyorlardı. Değiştirmek istemeyenleri şu tarafta takır takır öldürüyorlardı. Yirminci yüzyılda, yakın zamanda...
Yugoslavya’da Boşnaklar’a yapılanlar, Arnavutlar’a yapılanlar, Sancak’ta olanlar, Romanya’daki, Rusya’daki, Çeçenistan’daki [zulümlerin] haddi hesabı yok. Allah
Tabii fırsat bulurlarsa bir kısmı müslüman diyarı diye mesela Rusların Orta Asya istilasında Rusya’dakiler Afganistan’a inmişler, öyle kaçmışlar. Oradan Arabistan’a gelmişler. Balkanlar’dakiler Yugoslavya’nın muhtelif yerlerinden Türkiye’ye gelmişler, İslâm diyarı diye. Sonra Türkiye’de daha beter veya aynı durumla karşılaşmışlar.
Cenâb-ı Hak yardımcımız olsun.
أَحَبُّكُمْ إِلَى اللهِ أَحَاسِنُكُمْ أَخْلَاقًا، المُوَطَّؤُونَ أَكْنَافًا، الَّذِينَ يَأْلَفُونَ وَيُؤْلَفُونَ , وَإِنَّ أَبْغَضَكُمْ إِلَى اللهِ الـْمَشَّاؤُونَ بِالنَّمِيمَةِ، الْـمُلْتَمِسُونَ لَهُمْ الْعَثَرَاتِ، الْـمُفَرِّقُونَ بَيْنَ الْإِخْوَانِ.
Ehabbuküm ila’llâhi ehâsinüküm ahlâkan el-muvattaûne eknâfen ellezîne ye’lefûne ve yu’lefûne ve inne ebğadaküm ila’llâhi el-meşşâûne bi’n-nemîmeti el-mültemisûne lehümü’l-aserâti el-mufarrikûne beyne’l-ihvâni. Veyahut ehavan.
Enes radıyallahu anh’ten Hatîb-i Bağdâdî rahmetullâhi aleyh rivayet eylemiş ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
Ehabbuküm ila’llâhi. “Sizin Allah’a en sevimli, sevgili olanınız...”
Yani “Allah’ın en çok sevdiği kul” demek.
Ehâsinüküm ahlâkan. “Ahlâkça en güzel olanlarınızdır.”
Allahu Teâlâ hazretleri ahlâkı daha güzel olanı daha çok sever, daha güzel olanı daha çok sever...
el-Muvattaûne eknâfen. “Yanları yumuşak, yanları çiğnenmiş...”
Vataa, “basmak, çiğnemek” demek. “Ezik, yanları ezik, kenarları ezik” demek. Yani “sert değil” demek, “batmıyor” demek, “yumuşak, uyumlu” demek.
Ellezine ye’lefûne ve yu’lefûn. Uyumlu, yumuşak tavırlı, sert olmayan kimseler oldukları için, kasılmadıkları için Allah seviyor.
Ellezîne ye’lefûne ve yu’lefûne. “Bunlar o kimselerdir ki kendileri başkalarıyla tatlı tatlı arkadaşlık, ahbaplık yaparlar, geçinirler. Başkaları da bunları sever, başkaları da bunlarla rahatlıkla geçinir.”
“İyi insandır.” derler, severler. Hem kendisi başkalarına güzel, sokulgan, ahbaplık yapıyor, yumuşaklık gösteriyor, geçim gösteriyor ve geçiniyor; hem de başkaları çekinmezler, yanına gelirler, ülfet edebilirler. Mesela sert hareket eden insanın yanına kuş, hayvan gelmez, kaçar. Ama yumuşak oldu mu yanına kadar yanaşır. Bunlar da başkalarıyla iyi geçiniyorlar. Başkaları da tabii gelip bununla geçinebiliyor. Böyle toplum içinde yumuşak tavırlı, kenarları yumuşak, nereye olsa sığıyor, geçimli insanlar...
Ve inne ebğadaküm ila’llâhi. “Ve hiç şüphe yok ki Allah’a en sevimsiz olanınız, Allah’ın en çok kızdığı kullar da...”
“Sizin içinizde kimlerdir ey müslümanlar?”
el-Meşşâûne bi’n-nemîmeti. “Laf götürüp getirip koğuculuk, dedikoduculuk yapanlardır.”
Ali’nin sözünü Veli’ye, Veli’ninkini Ali’ye, Ahmed’inkini Hasan’a, Hasan’ınkini Hüseyin’e, laf taşıyıp; “O sana şöyle dedi, haberin var mı?” diye onun beriki aleyhindeki sözünü ona taşıyarak arayı bozanlar...
el-Mültemisûne lehümü’l-aserât. “‘İnsanların ayak kayması ve hatası nedir?’ diye boyuna onları aramaya, görmeye çalışanlar.”
“Ya falanca adam iyi görünüyor ama şunu ben bir kurcalayayım, bunun bir püf noktası vardır. Bakalım kusuru ne? Öyle o kadar da herhalde melek olmasa gerek... Hatalarını bulayım da, bir fâş edeyim de, ortaya çıkarayım da...”
Kusur arayıcılar, hata arayıcılar, ayak kayması, yanlışlıklar... Çünkü insan dosdoğru yürürken bazen ayağı kayıveriyor, sendeliyor. İyi insan da bazen hatalı işler yapabilir. “Hah! Hatasını gördüm! Tamam!..” Artık yerin dibine batıracak gibi onun aleyhinde konuşup dedikodusunu yapanlar...
el-Mufarrikûne beyne’l-ihvâni. “Kardeşlerin arasını ayıranlar.”
Beyne’l-ihvân daha doğru. Çünkü ehevân olsa beyne’l-ehaveyn derdi. Burada yanlış harekelemişler. Yani kesin olarak ihvan.
Kardeşlerin arasını arayanlar. el-Müferrikûne beyne’l-ihveyn derdi, ehaveyn derdi. Burada ihvan olduğu anlaşılıyor. Tamam.
Demek ki Allah güzel huyluları seviyor, yumuşak hallileri seviyor, başkalarıyla güzel tatlı tatlı uyumlu geçinen, başkalarının da gelip kendisini sevip geçinebildiği kimseleri seviyor. Allah’ın en sevmediği kullar da; laf taşıyıp arabozanlar, kusur arayanlar ve kardeşlerin aralarına düşmanlık sokup onları birbirlerinden uzaklaştıran, küstürenlerdir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
أَحِبَّ لِلنَّاسِ مَا تُحِبُّ لِنَفْسِكَ
Ehıbbe li’n-nâsi mâ tuhibbu li-nefsike.
Taberânî, Hâkim, İmam Buhârî, Esed el-Kâsrî’den, o da babasından, o da dedesinden rivayet etmiş bu hadîs-i şerîfi.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Ehıbbe li’n-nâsi mâ tuhibbu li-nefsike. “Sen kendi canın, kendi nefsin için, kendi şahsın için neyi istiyorsan, seviyorsan onu insanlar için de iste, temenni et.”
O da insan. Sen nasıl onu istiyorsan o da ister. Kendi canın için istediğini kardeşlerin, müslümanlar, insanlar için de iste.
Sen ne istiyorsun?
“Herkes benim aleyhimde konuşmasın.”
O zaman sen de başkalarının aleyhinde konuşma.
Sen ne istiyorsun?
“Arkadaşlar arasında bana sevgi saygı gösterilsin.”
O zaman sen de karşı tarafa sevgi saygı göster.
Başka ne istersin?
“Şunu isterim.”
Tamam. Aynı şeyi sen karşındakine yap.
Kendi canına neyi istiyorsan arkadaşını da canın gibi tutacaksın. Zaten alışmışız, dedelerimiz konuşmamızın içine güzel kelimeler sokmuşlar: “Nasılsın canım?” diyoruz.
Can ne demek?
“İnsanın hayatı” demek. Yani “hayatım gibi kıymetli” demiş oluyoruz.
“Yok canım” diyoruz; ama o zaman biraz da kızgın söylüyoruz. “Yok yahu! Yok canım!” Hem “canım” diyoruz hem de biraz [kızıyoruz.] Canımın asıl anlamını unutmuşuz; “hayatım” demek. “Sen benim canım gibi kıymetlisin.” demek aslında.
Kendimiz için istediğimizi kardeşlerimiz için de isteyeceğiz. “Benim evim olsun.” Kardeşinin de olsun. “Benim güzel işim, kazancım olsun.” Kardeşinin de olsun. “Benim güzel nâmım, şöhretim olsun.” Kardeşinin de olsun. Binâenaleyh, sana yapılan, yapılmasını istediğin muameleyi de sen başkasına yapacaksın ki insan o zaman iyi müslüman olur. Toplumda da geçim olur, hayır olur. Herkes kendisini düşünür de başkasına kendisinin istediği şeyleri yapmazsa o zaman kavga gürültü, hırıltı dırıltı oradan çıkıyor.
أَحِبُّوا الْفُقَرَاءَ، وَجَالِسُوهُمْ، وَأَحِبَّ الْعَرَبَ مِنْ قَلْبِكَ، وَلْيَرُدَّكَ عَنِ النَّاسِ مَا تَعْلَمُ مِنْ نَفْسِكَ
Ehıbbü’l-fukarâe ve câlisûhüm ve ehıbbe’l-arabe min kalbike ve’l-yerüddeke ani’n-nâsi mâ ta’lemu min nefsike.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten. Bu üçüncü, bu akşamın sonuncu hadîs-i şerîfi.
Efendimiz yine emir buyuruyor, tavsiye buyuruyor:
Ehıbbü’l-fukarâe. “Fakirleri seviniz.”
Biz ne yapıyoruz?
Belki bazımız seviyor. Ama bazımız da; “Aman bunun parası yok, pulu yok... Üstüne bak, başına bak... Evi zaten tenekeyle kaplı, damı akıyor... Aman aman! Onun yanına yaklaşma, onu yanına yaklaştırma!”
Öyle değil; “Fakirleri seviniz!”
Ve câlisûhüm. “Ve onların yanına oturunuz.”
“Onlara gidiniz, onlarla oturunuz.”
Ve câlisûhüm. “Onlarla oturunuz.” da diyor. Uzaktan uzağa değil. Sokulacaksın, oturacaksın, konuşacaksın; garibanların, fakirlerin hâlini anlayacaksın. Tabii konuştukça da kalbin yumuşar, hâlini görürsün, ihtiyacını görürsün, yardım edersin, sadaka verirsin, sevap kazanırsın. Dua eder; bir fakirin, bir garibanın duasından kurtulursun. Hem seveceğiz hem de onlarla oturacağız. Gideceğiz, ziyaret edeceğiz. Câlisûhüm, mücâlese yani “meclis kurmak” demek. Evine gideceğiz, onları çağıracağız, oturacağız. Yani onları dışlamayacağız.
Ve ehıbbe’l-arabe. Bu sefer muhatabına tekil olarak söylüyor Efendimiz: “Arap’ı sev.” Ehibbil arabe. Arap’ı sev. Min kalbike. “Ta gölünden, candan Arap’ı sev.” Ve’l-yerüddeke ani’n-nâsi mâ ta’lemu min nefsike. “Kendi hâlinden, Kendi hâlinin ne olduğu sen en iyi biliyorsun ya; kendi hâlini bilmen başkalarının kötülüklerini diline dolamaktan seni alıkoysun.”
Bir düşün bakalım. Sen onu tenkit edeceksin, onu diline dolayacaksın, onun aleyhinde konuşacaksın; ama sen melek mi sin? Senin kusurun yok mu?
“Benim daha çok kusurlarım var.”
Binâenaleyh, o kendi kusurlarını bilmen başkasına laf söylemekten, başkasını ayıplamaktan, başkasını kötülemekten seni korusun. “Bende o huyun daha fenası var, daha beterini yapıyorum. Ben onun kadar bile olamadım. O yine benden şu kadar iyi...” vesaire diyecek. Ve dedikodusunu yapmaktan, kötülemekten kendisini alıkoyacak. “Kendi hakkındaki bildiklerin insanlardan seni men etsin, alıkoysun, onlara tenkit yaptırtmasın.” diyor, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem.
Allahu Teâlâ hazretleri dilimizi tutup, ahlâkımızı güzelleştirip bu hadîs-i şerîflere uygun öğrendiklerimizi tatbik ederek yaşamayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Allah hepinizden razı olsun.
El-Fâtiha