Bismillâhirrahmânirrahîm.
El-hamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn. Senedinâ ve mededinâ ve üsvenite’l haseneti Muhammedini'l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn.
Emmâ ba’d.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş. Bu da Sehl İbn Sa’d es-Sâidî radıyallahu anh’ten.
إِنَّ لِكُلِّ شَيْءٍ سَنَامًا، وَإِنَّ سَنَامَ الْقُرْآنِ سُورَةُ الْبَقَرَةِ. مَنْ قَرَأَهَا فِي بَيْتِهِ لَيْلًا لَمْ يَدْخُلْهُ الشَيْطَانُ ثَلَاثَ لَيَالٍ، وَمَنْ قَرَأَهَا فِي بَيْتِهِ نَهَارًا لَمْ يَدْخُلْهُ الشَيْطَانُ ثَلَاثَةَ أَيَّامٍ
İnne likülli şey’in, senâmen ve inne senâme’l’Kur’âni sûretü’l-bakarati men kareehâ fî beytihî leylen lem yedhulhü’ş-şeytânü selâse leyâlin ve men kareehâ fî beytihî nehâren lem yedhülhü’ş-şeytânü selâsete eyyâm.
Bakara suresinin fazileti ile ilgili bir sahih rivayet.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Her şeyin bir tepesi vardır, en yüksek noktası vardır.”
Senâm; devenin hörgücüne derler. Sırtındaki hörgücü vardır ya devenin en yüksek yeri. “Tepe” demek, “yüksek yeri” demek. Her şeyin bir yüksek noktası vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in en yüksek yeri de Bakara sûresidir. Bakara sûresi; Fâtiha’dan sonra elif lâm mîm ile başlayan, sonunda da Amene’r-resûlü ile biten 286 âyetlik, iki buçuk cüzlük sûre. Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük sûresi. Bu Kur’ân-ı Kerîm’in zirvesi.
“Kim geceleyin evinde Bakara sûresini okursa...”
İki buçuk cüz; okuyan okur. Bizim Ömer Ziyâeddîn-i Dağıstânî hocamız rahmetullahi aleyh; altı küsur saatte, bir hatim indirirmiş. Hem Kur’ân-ı Kerîm hafızı hem de Buhârî Şerîf hâfızı; kale gibi sağlam hıfzı varmış.
Oğlu da Yusuf Ziya Binatlı, Bursa İlahiyat’ta bir ara dekanlık da yaptı. Hukukçu kendisi, televizyonlarda da açık öğretimde hocalık yaptı. Ama O, Ömer Ziyâeddîn Efendimiz’in oğlu. Ben âciz kardeşinizin vaazını dinlemeye gelirdi. Merdivenlerde bir kere karşılaştık. Büyük şöhretli adam. Yaşlı da. “Hocam biliyor musunuz ben sizin dervişinizim.” diyor. İltifat ediyor. “Ben sizin tarikatınızdanım, dervişinizim.” diyor. Allah makamını yüksek etsin.
Oğlu, öyle kuvvetli hafızmış ki, -babası altı buçuk saatte saatte hatim yapıyor- kendi ağzından duydum;
“Kur’ân-ı Kerîm’i tersine, geriye doğru okurum.” diyor.
Geriye doğru...
Bu ne demek?
Hadi bakalım Kul huvallahu ehad’ı geriye doğru oku. Lem yelid velem yüled velem yekün lehû küfüven ehad. Allahu’s-samed, ondan sonra kul huvallahu ehad. Belki Kul huvellahu’yü geriye okuruz da o; “Kur’an’ı geriye doğru okuyabilirim.” diyor. “O kadar kuvvetliyim.” diyor.
Babamla oturdular. Babama “ağabey” diyor, “hacı ağabey” diyor. Babam da ona “üstad” diyor Profesör ya. Eski insanların muhabbetlerinin tadına doyum olmuyor. Öyle tatlı, öyle güzel ki babam ona soruyor;
“Üstad” diyor, “Nasıl yapıyorsun? Ben de hafızım. Geriye doğru nasıl okuyorsun?”
Diyor ki;
“Hafız abi, sayfa gözümün önüne geliveriyor. Gözümü yumdum mu sayfanın resmi gözümün önüne gelir.”
Oradan okuyormuş demek. Vay kurnaz vay! Ama herkesin gözüne gelmiyor işte. Gözünün önüne geliveriyormuş da oradan bakarak okuyormuş ama hayalinden, maşaallah!
Hafızası çok kuvvetliymiş, çok. Küçük yaşta babasının yanında, tekkede hafız olmuş. Çok zarif bir insan, çok ârif. Derya gibi ilmi var, bilgisi var, çok zarif. Hatıraları da çok.
Hocamız Mehmed Zahid Kotku’yu anlatıyor. Tekkeye geldiği zaman biz ona; “Molla Mehmed” derdik, diyor. Küçükken, medrese talebesi iken. “Çok zayıftı, hepimiz ona acırdık.” diyor.
Halbuki Hocamız’ı son zamanlarda bilenler bilirler; onun böyle bir tatlı şişmanlığı vardı. Derdi ki; “Evde anne olmadığından, öksüz büyüdüğümden, kümese giderdim, ağzıma yumurtayı kırardım. Öyle yaptığımdan sonra böyle şişmanladım.” diye anlatırdı. En kolay beslenme şekli ama öyle olmuş.
Tekkenin aşçısı Hocamız’a acırmış. Pilav tepsisine pilavı koyarmış, güzel bir et parçasını da pilavların altına, pirinçlerin altına saklarmış. “Bu tepsiyi şöylece götür, şurasını Molla Mehmed’in, derviş Mehmed’in önüne koy.” diye mutfaktan pilavı taşıyan kimseye tembihlermiş.
Ondan sonra da mutfağın camından; “Vaziyet ne tarafa doğru gidiyor, ne oluyor?” diye, bakarlarmış. Kendisi anlatıyor. Tepsi Hocamız’ın önüne doğru konulurmuş. Şimdi merakla bakıyorlar.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Pilav yenmeye başlayınca ikinci üçüncü kaşıkta, kaşık ete değiyor. Ete değince Hocamız rahmetullahi aleyh eti şöyle yanındaki arkadaşının önüne itiverirmiş. Aşçı burada; “Hay Allah!” dermiş, “Ben eti onun için gönderdim. O yesin diye, gönderdim.” Onu kayırmak istiyor.
Çok edepli imiş. Şeyhin önünde bir otururmuş, kalkıp gidinceye kadar edebinden hiç kıpırdanmazmış. Çok iyi derviş. Demek ki çok iyi derviş, çok iyi şeyh oluyor. Bunları anlatırdı.
“Ezan okumaya çıktım.” diyor. O zaman Vilayet’in karşısında tekkemiz vardı. İstanbul Valiliği’nin karşısında, insan şöyle kapısına arkasını döner de Bâbıâli’ye baktığı zaman solda tekke vardı.. Tekkemiz, Gümüşhanevî hazretlerinin tekkesi. Orada minareye çıkmış, ezan okumaya başlamış. Şeyh Efendi oturduğu yerden camı açmış; “Sen akil bâliğ misin?” demiş.
“Evet, efendim.” demiş o da. “Oku öyle ise” demiş. Böyle güzel, tatlı hatıraları vardı, anlatırdı. Çok başka şeyleri de var ama hadisleri mi anlatacağız, hatıraları mı anlatacağız, işte araya biraz serpiştiriyoruz.
Bakara suresinin, iki buçuk cüz tuttuğunu söylemiştik.
“Kim bir gecede onu okursa...”
Ne olurmuş?
Lem yedhulhü’ş-şeytânü selâse leyâlin. “Üç gece, -o gece değil- üç gece o eve şeytan gelmez.”
Şeytan gelmeyince ne olur?
Karı koca kavga etmez, çocuklar huysuzluk etmez, evde huzursuzluk olmaz. Şeytanın olmadığı yerde şeytanlık olmaz, güzel şeyler olur. Şeytanın olduğu yerde tabaklar kırılır, sandalyeler masalar kırılır, camlar, çerçeveler iner. Ahlar vahlar, tokatlar şamarlar...Şeytanın geldiği yerde her şey olur.
“Üç gece şeytan oraya giremez.”
Bakara suresinin kuvvetine bak!
Ve-men kareehâ fî beytihî nehâren. “Bakara suresini kim gündüz okursa...” Lem yedhulhü’ş-şeytânü selâsete eyyâmin. “Üç gündüz o eve şeytan girmez.”
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hizmet için, çarpışmak için asker gönderiyormuş. Seçilenleri bir bir huzuruna çağırmış, sormuş.
“Sen kimsin, Kur’ân-ı Kerîm’den ne kadar biliyorsun, nereler ezberinde?”
Hepsine sormuş. Nihayet bir delikanlı gelmiş, yiğit. O da cihada gidenlerden birisi. Ona da aynı şekilde kim olduğunu ve Kur’ân-ı Kerîm’den ne kadar bildiğini sormuş. Bakın çok önemli bu! Bu hadîs-i şerîf çok önemli.
Her hadîs-i şerîf önemli de bundan mühim dersler çıkıyor.
O zât da demiş ki; “yâ Resûlallah! Kur’ân-ı Kerîm’den şurayı, şurayı, şurayı biliyorum. Bir de Bakara sûresini biliyorum.”
Peygamber Efendimiz bir daha sormuş; “Bakara sûresini biliyor musun?”
“Evet, ya Resûlallah, biliyorum.” demiş.
İzheb fe ente emîrühû. “Bu kafilenin, bu birliğin başkanı, komutanı sensin.” demiş.
Bakara sûre-i şerîfesi bu kadar önemli!
Suudlular’ın hoşuma giden bir haberini aldım. Bizim arkadaşlardan birisi orada ihtisas yapıyor. Mekke Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’nde ihtisas yapıyor. Her şey tamam, yazmış çizmiş bitirmiş, imtihanlarına girmiş. Mütehassıs unvanını vermiyorlar, doktor unvanını vermiyorlar.
Üniversitenin şartı neymiş?
Bir doktor Bakara sûresini ezberleyecekmiş. Bakara sûresini ezberlemezse doktor payesini, diplomasını vermiyorlar.
Aşkolsun ya, aşkolsun! Onu düşünen, o kararı uygulayanlara aşk olsun, helal olsun, Allah büyük sevap versin! Ne kadar güzel, ne güzel bir şart! Keşke bizim ilâhiyat fakültelerinde -hiç olmazsa Tefsir kürsüsünde- bir şeyler olmak isteyenlere bu şartı koşsalar.
Hâsılı Bakara sûresi çok önemli. Amene’r-resülü’yü de biliyorsunuz, elif lam’ı da biliyorsunuz. Arasını tamamlayıverin.. O kadar kolay.
Ebû Ümâme el-Bahilî radıyallahu anh’ten Taberânî rivayet etmiş; kitabına kaydetmiş.
إِنَّ لِكُلِّ أُمَّةٍ سِيَاحَةً، وَإِنَّ سِيَاحَةَ أُمَّتِي الْجِهَادُ فِي سَبِيلِ اللهِ، وَإِنَّ لِكُلِّ أُمَّةٍ رَهْبَانِيَّةً، وَرَهْبَانِيَّةُ أُمَّتِي الرِّبَاطُ فِي نُحُورِ الْعَدُوِّ.
İnne likülli ümmetin siyâhaten ve inne siyâhete ümmetî el-cihâdü fî sebîlillâh. Ve inne likülli ümmetin rehbâniyyeten ve rehbâniyyetü ümmetî, er-ribâtü fi nuhûri’l-adüv.
Her ümmetin kesb-i kemâlât etmek için, Allah rızasını kazanmak için bir seyahati vardır. Allah rızasını kazanmak için gezmesi vardır. Demek ki eski ümmetlerde de varmış.
Mesela burada diyor ki:
Sefer der vatan. Halvet der encümen.
Nakşiliğin kavâidi biraz incedir, farklıdır. Vatanında sefer hâlini yaşayacak. Vatanında sefer edecek. Nakşilikte böyle! Başka tarikatlara, “haydi bakalım gez” diye şeyh efendi dervişi gönderirlermiş. Onlarda dolaşırmış.
Mesela Yunus Emre bir dörtlüğünde diyor ki;
“Gezdim Urum ile Şam’ı.”
Urum; “Anadolu, Şam, Suriye, Irak, Ürdün.”
“Gezdim Urum ile Şam’ı.
Yukarı illeri kamu.”
Yukarı iller de Kırım filan. Kafkasya, Kırım... Her tarafı gezmiş mübarek.
“Çok aradım bulamadım.
Şöyle garip bencileyin.”
“Çok insan gördüm, çok gezdim ama benim kadar garibanını bulamadım.” diyor.
Çok aradım bulamadım, şöyle garip bencileyin.
Bencileyin, “benim gibi” demek. “Benim kadar garibanını bulamadım.” diyor. Ama oradan gezdiğini anlıyoruz. Yunus gezmiş. Gezmiş, pişmiş:
Kuru idik yaş olduk.
Ayak idik baş olduk.
Kanatlandık kuş olduk.
Uçtuk elhamdülillah.
Piştik elhamdülillah da var orada ama bu dörtlük değilmiş demek ki. Başka dörtlüğü söylemiş olduk.
Her ümmetin olgunlaşmak için, Allah rızasını kazanmak için, hizmet için bir gezinti vazifesi vardır.
Ve-inne seyâhate ümmeti el cihadı fî sebîlillâh. “Benim ümmetimin gezinti vazifesi, Allah yolunda cihad etmektir.
Sonra devam ediyor, devam buyuruyor:
Ve-inne li külli ümmetin rehbâniyyeten. “Her ümmetin de ruhbanlığı vardır, rahipliği vardır. Allah korkusundan ‘Haramlardan, günahlardan kaçınayım.’ diye bir köşeye çekilmesi, uzlet ve inzivası vardır.”
Onun için manastırlara çıkarlarmış, mağaralarda yaşarlarmış, eski kavimlerde buna benzer şeyleri duyuyoruz, orada ibadet ederlermiş, dünyaya dalmazlarmış, şehre gitmezlermiş.
Ve-rahbâniyyetü ümmetî. “Benim ümmetimin ruhbanlığı ise.” er-Ribâtü fi nuhûri’l-adüv. “Düşmanın ensesinde kalede beklemektir.”
Nahrühû, “boyun, ense” demek, Nuhûri’l-adüv. “Düşmanın enseleri, tam gözetlediği yer.”
Rıbat ne demek?
Murâbata demek. “Hudut kalesinde kendisini rapt edip orada bekleyip durup, ‘Düşman gelirse çarpışacağım.’ diye nöbetçilik yapmak.”
Daha savaş olmasa bile, sırf orada beklemek bile sevap; düşman gelirse çarpışacak. Düşman da onu gördüğü için oraya gelemez. Çünkü “Orada kale var, bekçiler var.” diye gelemez. Cihat olmadan bu bekçilik bile sevap.
İki göze cehennem ateşi değmeyecek: Bir, Allah korkusundan ağlayan kimsenin gözüne; bu kimse cehenneme girmeyecek. İki; “Rıbatlarda, hudutlarda, düşman gelmesin.” diye bekleyen insanın gözüne cehennem değmeyecek.
Hudutlarda beklemek, nöbetçilik çok sevap. İslâm âlemi; o sayede huzur içinde oluyor, o sayede orada kadınlar, çocuklar, emniyette oluyor. O sayede abidler ibadet ediyor. O sayede İslâm öğretiliyor, okutuluyor, yaşanıyor. Düşman geliverse düşman istila etti mi bunların hiçbirisi olmuyor. Çünkü düşman var.
Peygamber Efendimiz seyahatin yerine cihadı koymuş. Ruhbanlığın yerine de , hudut kalelerinde de bekçiliği ikâme etmiş. “Öyle yapın, öyle sevap alın” diye tavsiyede bulunmuş.
Ve sonuncu hadîs-i şerîf:
إِنَّ لِكُلِّ أُمَّةٍ فِتْنَةً، وَإِنَّ فِتْنَةَ أُمَّتِي الْـمَالُ
İnne li külli ümmetin fitneten ve inne fitnete ümmetî el-mâlü,
Her ümmetin bir imtihanı vardır. Maruz kaldığı bir imtihanı, bir şaşırtmacalı işi, fitnesi vardır. Öyle imtihan olmuşlardır. O bela, o musibet gelmiş, o derdi çekmişlerdir de oradan imtihan olmuşlardır.
“Benim ümmetimin fitnesi de maldır.”
Allah mal verir, bakar. O malı aldıktan sonra Müslümanlığını nasıl yapıyor? “Malla ilgili vazifelerini yapıyor mu, Allah yoluna sarf ediyor mu? diye şey bakar.
Mal tatlıdır, mal canın yongasıdır. Yonga, “parça” demek, “kenarından kopan parça” demek. Kimisi “Canımı al, malımı alma!” der, malı o kadar sever.
“Ya versene şuradan biraz.”
“Canımı al kardeşim, malımı alma!” der.
Malı o kadar sever. Mal canın yongası olmuyor o zaman, ta kendisi oluyor. Canından kıymetli oluyor. Vermez. Vermeyince de sevapları kaçırır, veballeri yüklenir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ . تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۙ . يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً ف۪ي جَنَّاتِ عَدْنٍۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۙ
Yâ eyyühe’llezîne âmenû. “Ey iman edenler!”
Hel edüllüküm alâ ticâretin tüncîküm min azâbin elîm. “Size, sizi feci bir azaptan kurtaracak bir ticaret öğreteyim mi, tavsiye edeyim mi?” diye, Allah-u Teâlâ hazretleri dikkatimizi çekmek için soruyor.
Sizi feci bir azaptan kurtaracak bir ticaret... Hem ticaret yapacaksınız, kazanacaksınız hem de feci azaptan kurtulacaksınız. “Kazançlı bir iş ister misiniz? Böyle bir şey.
“Cehennem azabından kurtulacaksınız ve ticaret yapıp kâr edeceksiniz. İster misiniz bunu?” diye soruyor. “Bunu öğreteyim mi?”
Ondan sonra da “öğret veya öğretme” diye cevaba hacet olmadan, o dikkat çekildiği için tabi Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan bir mü’min; “Aman bu neymiş, dur bakayım, ben bu işi yapayım.” diyecek.
Arkasından buyuruyor ki;
Tü’minûne billâh. “Allah’a inanırsınız.” Ve resûlihî. “Resûlü’ne inanırsınız.” Ve tücâhidûne fî sebîlihî. “Allah yolunda cihad edersiniz.” Bi-emvâliküm ve enfüsiküm. “Mallarınızla, canlarınızla.”
İşte ticaret.
Zâliküm hayrün leküm in küntüm ta’lemûn.
Kâr bunun neresinde?
Zâliküm hayrün leküm in küntüm ta’lemûn. “Bilirseniz bu sizin için çok daha hayırlıdır.”
Sen bunun kıymetini ilk başta anlayamadın galiba ama bu çok daha hayırlıdır.
Neden?
Yağfir leküm zünûbeküm. “-Böyle yaparsanız- Allah günahlarınızı mağfiret eder.” Ve yüdhılküm cennâtin tecrî min tahtihe’l-enhâr. “Aşağılarından cennet ırmaklarının -şırıl şırıl bal ırmakları, süt ırmakları, cennet ırmaklarının- aktığı, tertemiz suların aktığı, cennet şaraplarının aktığı, şırıl şırıl akan cennetlere sizi Allah sokar. ‘Buyurun, cennete girin kullarım.’ diye, sizi cennetlik yapar.” Ve mesâkaine tayyibeten fî cennâti adn. “Adn cennetlerinde güzel köşkler ihsan eder.”
İşte kâr burada! İşte İslâm bu!
“Ben şu anda gördüğümü isterim!”
Sen şu anda gördüğünü istersen ehl-i dünya olarak al sana mal mülk, bağ bahçe; onu istersen iste. Ama asıl İslâm bu. Âhireti istiyorsan, köşkler istiyorsan, Allah’ın mağfiret etmesini istiyorsan, cennet ırmaklarına sahip olmak istiyorsan o zaman bu ticareti tercih edeceksin.
Başka âyet-i kerîmede Tevbe sûresinde Rabbimiz buyuruyor ki;
اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ
İnna’llahe’şterâ mine’l-mü’minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi enne lehümü’l-cenneh.
İnna’llâhe’şterâ mine’l-mü’minîne. “Allah-u Teâlâ hazretleri satın aldı, müşteri oldu. Allah celle celâlüh mü’mine talip oldu. Mü’minin müşterisi oldu.”
İşterâ. “Satın aldı.” Mine’l-mü’minîn. “Mü’minlerden.” Emvâlehüm. “Mallarını.” Ve enfüsehüm. “Canlarını.”
Mukabili ne oluyor?
Bi-enne lehümü’l-cenneh. “Mukabilinde onlara cenneti vermek şartı ile mükâfâtı cennet olmak üzere...”
“Malınıza müşteriyim, canınıza müşteriyim. Malınızı, canınızı verin, cenneti vereyim.”
Tevbe sûresinde öyle anlatılıyor:
İnna’llahe’şterâ mine’l-mü’minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi enne lehümü’l-cenneh.
Cenâb-ı Hakk’ın böyle hikmetli ifadeleri var. Çünkü insanoğlu menfaatini bilir, ticaretini bilir. Onun anladığı dilden, ona kârını zararını anlatmak için bu ifadeleri kullanıyor:
“Ticaretçi misin, tüccar mısın, menfaatini düşünen bir insan mısın? Asıl menfaat bu.” diyor.
İnanırsan böyle.
“İnanmıyorum!”
İnanmazsan sen bilirsin. Al sana dünya. İşte Firavunların dünyası, Nemrutların dünyası, kâfirlerin dünyası, işte mal sahipleri, mülk sahipleri...Öyle yapanlar da var, inanmayanlar da var; onları da görüyoruz. Herkes görüyor, herkes biliyor; tarih ortada. Tarih hiç olmasa günlük hayatımızda her gün görüyoruz. İşte git kabristana, bir dolaş bak, sen orada dolaşırken birkaç tane insanı getirirler, gömerler. Mutlaka görürsün. Ağlarlar, sızlarlar ama “Evimizde üç gün daha dursun.” demezler.
“Babamızdan ayrılmak zor olacak; üç gün daha bizim evde dursun.” demezler. Hemen, bir an evvel kabre koyarlar, iki gün ağlarlar, üçüncü gün unuturlar, dünyaya dalarlar.
Ne evlattan, ne kadından, ne eş- dosttan fayda olur.
اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّق۪ينَۜ۟
el-Ehıllâü yevmeizin ba’duhüm li ba’din adüvvün ille’l-muttakîn.
Samimi dostlar birbirlerine düşman olacak.
يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ اَخ۪يهِۙ ﴿34﴾ وَاُمِّهِ وَاَب۪يهِۙ ﴿35﴾ وَصَاحِبَتِه۪ وَبَن۪يهِۜ ﴿36﴾ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْن۪يهِۜ
Yevme yefirrü’l-mer’ü min ahîhi ve ümmihî ve ebîhi ve sâhibetihî ve benîhi li külli’mriin minhüm yevmeizin şe’nün yuğnîhi.
Herkes o gün kardeşinden kaçacak, ana babasından kaçacak, karısından evlatlarından kaçacak.
Ne oldu bunun analık, evlatlık, kardeşlik bağları? Karılık, kocalık, babalık bağları ne oldu?
فَاِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ
Fe izâ nüfiha fi’s-sûri fe lâ ensâbe beynehüm. “Sûra üfürüldüğü zaman insanların arasında akrabalık bağları bitecek.”
Onlar dünyada idi. Herkes “nefsî, nefsî” diyecek. Kendi nefsinin, canının telaşına düşecek.
Onun için evlat babadan davacı olabilecek. Kardeş, kardeşten davacı olabilecek. Karı kocadan davacı olabilecek; ahbaplık bitti!
İlle’l-müttekîn. “Müttakî kulların ahbaplığı müstesna! Onların ahbaplığı devam edecek.”
Onlar kardeşlerini arayacaklar; kayıracaklar, kollayacaklar, şefaat edecekler. İsteyecekler; “Yâ Rabbi! Benim kardeşim ne oldu?” diyecekler.
Öyle zart zurt insanların değil de Allah’tan korkan, müttakî kulların ahbaplığı, sevgisi devam edecek. Onların her şeyi hâlis olduğundan ahbaplığı ölümle bitmeyecek, devam edecek.
Allah-u Teâlâ hazretleri bizi müttakîler zümresine ilhak eylesin. Müttakî kullarından eylesin. Mânevî hakikatleri ayan beyan görmeyi nasip etsin. Aldanmamayı nasip etsin. Çünkü aldatıcıdır, dünya aldatıcıdır.
Demin neyi söylüyorduk?
Dünya boyanır, allanır pullanır, delikanlıları aldatır. Delikanlı onu genç sanır, yanına gider, “Yahu, sen uzaktan çok güzel görünüyordun.” der. Bir de bakar ki; beli kambur, acûze, dişleri dökülmüş, yüzündeki boyanın hepsi gösteriş; vefa da göstermez. Zaten bin tane kocadan boşanmış bir karı.
Bu dünya kimlerle muhabbetleşti de kimlere vefasızlıklar gösterdi; sayıya sığar mı? Hepsini aldatmış; hiçbirine de yar olmamış. Boyanmış, aldatmış; hiçbirine yar olmamış.
Bu fâni dünyaya aldanmamayı, onun acûze olduğunu bilmeyi Allah bize nasip etsin.
Mecuduristi aht ez cihanı söz nihat kin acuze aruse hezar dâmâdest.
“Bu cihandan bir vefa bekleme. Bu dünya, bin damatlı acûzedir.” diyor şair.
Bin damatlı, bir tane değil ki sana yâr olmaz ki!. Bin de orada kesretten kinâye; milyon, milyar... Herkes dünya dünya diyor ama hiçbirisine de yâr olmuyor, fâni dünya, boş dünya, yalan dünya.
Yunus Emre;
“Bilirim seni, yalan dünyasın.”diyor. Aşk olsun, ne güzel söylüyor, yalan olduğunu ne güzel anlamış.
Allah bize de dünyanın yalan olduğunu anlayıp âhiretin hakikat olduğunu bilip âhirete çalışmayı nasip eylesin. Rızasını kazanıp müttakîlerden olup huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin. Sevdiği kulları ile beraber cennetine dâhil eylesin. O köşkleri, o ırmakları versin. Onlardan içirsin, o nimetlerle mütena’im eylesin. Cemalini göstersin, selamına erdirsin. Rıdvan-ı Ekber’ine vâsıl eylesin.
El-Fâtiha...