Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn. Hamden kesîren, tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmid-dîn.
Emmâ ba’d:
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Sözlerin en doğrusu, Allah’ın kelamıdır. Kur’ân-ı Kerîm’dir. Onu okuyup, öğrenip, ezberleyip, mânasını anlayıp, mucibince ömür sürmemiz lazım. O; âlemleri yaratan Allah’ın kelamıdır, emirleridir, yasaklarıdır.
Beşer sözlerinin en kıymetlisi de; hiç şüphesiz Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sözleridir. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem; Allah’ın Resûlü’dür, Hâteme’n-nebbiyyîn’dir.
Peygamber Efendimiz peygamberlerin hâtemidir, sonuncusudur. Allah’ın habîbidir.
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰى اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙۜ
Ve-mâ yentıku ani’l-hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ.[1]
“Boşuna konuşmaz; söyledikleri Allah’ın vahyidir, ilhamıdır.” diye Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edilmiştir.
Onun için sohbetlerimizde temel konu olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini okuyoruz ki; hem en doğru sözleri konuşmuş olalım, hem de dinimizi öğrenmiş olalım. Çünkü Peygamber Efendimiz bize dinimizi öğretmek için gönderilmiş bir muallim-i âlâdır; en yüksek mürebbîdir, muallimdir.
Bu maksatla yanımızda gezdirdiğimiz hadis kitaplarından Râmûzü’l-ehâdîs isimli kitabın bir sayfasını yolda gelirken kur’a ile çektik. Çıkmış olan sayfanın birinci hadîs-i şerîfinden itibaren okumaya başlıyoruz:
نَارُكُمْ هٰذِهِ الَّتِي يُوقِدُ بَنُو آدَمَ: جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءًا مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ. قِيلَ: يَا رَسُولَ اللهِ، إِنْ كَانَتْ لَكَافِيَةً!. قَالَ: فَإِنَّهَا فُضِّلَتْ عَلَيْهَا بِتِسْعَةٍ وَسِتِّينَ جُزْءًا، كُلُّهُنَّ مِثْلُ حَرِّهَا
Nârüküm hâzihi’lletî yûkıdü benû Âdem cüz’ün min seb’îne cüz’en min nâri cehennem. Kîle: Yâ Resûlallah! İn kânet lekâfiyeh? Kâle: Fe-innehâ fuddılet aleyhâ bi-tis’atin ve sittîne cüz’en küllühünne misli harrihâ.[2]
Bu hadîs-i şerîf, Ebû Hüreyre isimli, çok hadis rivayet eden, Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini dinlemeye, yazmaya, ezberlemeye çok özel gayret gösteren, meraklı bir sahabinin; hatta Peygamber Efendimiz’in mescidinde yatıp kalkan Ashâb-ı Suffe’den olan Ebû Hüreyre radıyallahu anh’in rivayet ettiği bir hadîs-i şerîftir. Ashabın birçok ferdi kendi işleri için hurma bahçelerine, çarşıya pazara gittiği halde, O Resûlullah Efendimiz’in yanından ayrılmamış, hadîs-i şerîfleri çok duymuş, dinlemiş ve nakletmiştir. En çok hadis rivayet eden sahabe arasındadır.
O'nun rivayet ettiği bu hadîs-i şerîf de, meşhur hadis kitapları olan Buhârî’de, Müslim’de, Tirmizî’de, Ahmed b. Hanbel’de ve İmam Mâlik’te vardır.
Biliyorsunuz İmam Buhârî ile Müslim; hadis ilminde en yüksek itibara mazhar olmuş olan kitapları yazmış kişilerdir. Tirmizî de; hâkezâ altı meşhur hadis kitabından birisinin müellifidir. Ahmed b. Hanbel ise; biliyorsunuz Hanbelî mezhebinin imamıdır, önderidir. İmam Mâlik hazretleri de; Mâlikî mezhebinin önderidir.
Demek ki iki mezheb imamının, önderinin, kurucusunun -en meşhur, en yüksek seviyeli hadis aliminin- bir de İmam Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf okumuş oluyoruz.
Bunlar önemli! Çünkü büyüklerimiz Peygamber Efendimiz’den rivayet edilen hadîs-i şerîflerin rivayetinin hangi yollardan geldiğini çok sıkı şekilde takip etmiş, çok iyi irdelemiş, sağlamlaştırmışlardır. Bu, önemli bir husustur.
Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki:
Nârüküm hâzîhî. “Şu sizin ateşiniz var ya.” Elletî yûkıdü benû Âdem. “İnsanoğlunun tutuşturup yaktığı ateş. Şu dünyada kullandığımız ateş var ya.” Cüz’ün min seb’îne cüz’en min nâri cehennem. “Cehenennemin ateşinin yetmiş bölüğünden bir bölüktür. Cehennem ateşi bundan yetmiş misli daha şiddetli bir ateştir.” Kîle: Yâ Resûlallah! İn kânet lekâfiyeh. “Sahabe-i kirâm dediler ki ‘Cehennem ateşi, şu bizim bildiğimiz dünyadaki ateş gibi bile olsa yeterdi.’”
Harıl harıl yandığı zaman sobadaki ateşleri düşünün. Cayır cayır fırınların içini düşünün! O bile olsaydı kâfi idi.
Kâle: Fe-innehâ fuddılet aleyhâ bi-tis’atin ve sittîne cüz’en. “Evet, kâfî idi belki ama cehennemin ateşi bundan altmış dokuz misli daha fazlalaştırılmıştır.” Küllühünne misli harrihâ. “Her birisi bu dünyadaki ateşin misli gibidir.”
Yine bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, Allah-u Teâlâ hazretleri cenneti yarattığı zaman, Cebrâil aleyhisselam’a emir buyurmuş ki;
“Yâ Cebrâil! Cenneti yarattım, git cenneti bir gör bakalım!”
Cebrâil aleyhisselam cenneti görüp geldiği zaman, Allah-u Teâlâ hazretleri sormuş:
“Ey Cebrâil! Cenneti nasıl buldun?”
O da demiş ki:
“Yâ Rabbi! Cenneti o kadar güzel yaratmışsın ki o kadar nimetler var; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin aklına hayaline gelmeyen öyle güzellikler, öyle lezzetler, o kadar hoş şeyler var ki cennetin adını duyan, methini duyan, vasfını duyan insanlar, buraya gelmek için cenneti elde etmek için her türlü fedakârlığı göze alırlar. Her şeyi yaparlar, her çareye başvururlar, cennete girmek için çalışırlar. Çünkü çok güzel bir yer. Duyan burayı görmeye, buraya girmeye çok gayret eder ve girer.”
Onun üzerine Allah-u Teâlâ hazretleri emir buyurmuş, cennetin etrafı ve yolu insanların hoşlanmayacağı şeylerle çepeçevre kuşatılmış, cennet onların arkasında bırakılmış.
İnsanın hoşuna gitmeyen şeyler nedir?
Yorgunluklardır, sıkıntılardır, üzüntülerdir, korkulardır. İnsan bunlardan hoşlanmaz; korktuğu şeyin, sevmediği şeyin yanına yanaşmaz.
Mesela ibadetler; namaz olsun, oruç olsun, zekât olsun, hac olsun, sıkıntılı çalışmalardır. İnsan hacca gitmek için büyük paralar ayırıyor, büyük zahmetlere giriyor. Hacda da çok kalabalık olduğu için itiş kakış, sıkıntı, izdiham oluyor. Hatta bazen ezilenler, ölenler oluyor.
Zekât vermek; insanın kazandığı paradan ayırıp da kırkta birini vermesi kolay değil, herkes yapamıyor. Para vermek biraz fedakârlık istiyor.
Ramazan’da oruç tutmak herkese kolay gelmiyor. Sabahtan akşama kadar aç kalmak, zor geliyor.
Allah yolunda kendisini, ailesini, yurdunu, milletini korumak için savaşmak gerekebiliyor; o da tatlı, hoş bir şey değil. Çünkü korku var, yaralanmak tehlikesi var, ölmek ihtimali var; hoş olmayan şeyler. Aklen düşündüğünüz zaman yapılması gereken güzel şeyler belki ama hoş değil.
Allah-u Teâlâ hazretleri cennetin etrafını, önünü ve yolunu böyle hoşa gitmeyecek şeylerle çevreletmiş.
Sonra;
“Yâ Cebrâil! Cennete bir daha git, bak bakalım çevresi nasıl, kendisi nasıl?”
Cebrâil aleyhisselam geldiği zaman, ikinci görüşünden sonra demiş ki;
“Yâ Rabbi, eyvah! Böyle nefse hoş gelmeyecek şeylerden dolayı, herkes hoşlanmadığı şeye yanaşmak istemediğinden, oraya gelemeyecek. Sanırım ki hiç kimse cennete giremez! O hoşa gitmeyecek şeyleri kaç kişi göze alabilir.”
Onun üzerine cehennemi yaratmış. Cebrâil aleyhisselam’ın cehennemi görmesini istemiş. O da gitmiş bakmış ki cehennem müthiş bir yer. Alevler, çeşit çeşit korkunç şeyler; katranlar kaynıyor, zakkumlar, dumanlar....Tariflere sığmayacak kadar korkunç bir yer.
Bakmış, gelmiş.
Allah-u Teâlâ hazretleri:
“Yâ Cebrâil! Cehennemi nasıl buldun?” diye sorunca;
“Yâ Rabbi! En kötü yer, tasavvur edilebilecek yerlerin en kötüsü. İnsanlar bunu duyarsa bunun korkusundan tir tir titrerler, hiç günah işlemezler, buraya asla düşmezler. Buraya gelmemek için tedbir alırlar, ihtiyat ederler, cehenneme düşmezler.”
Onun üzerine, Allah-u Teâlâ hazretleri tekrar emir buyurmuş, cehennemin etrafı da nefse tatlı gelecek lezzetli şeylerle donatılmış.
Cebrâil aleyhisselam’a:
“Yâ Cebrâil! Bir daha cehennemi ve çevresini gör!” diye emir buyurmuş.
Cebrâil aleyhisselam gitmiş, gelmiş:
“Eyvah yâ Rabbi! O cazibeli, o zevkli, keyifli şeyler dolayısıyla herkes ‘O şeyleri alayım, yapayım.’ derken, korkarım ki herkes cehenneme düşer.” buyurmuş.
Sahih hadîs-i şerîflerde böylece bildiriliyor ki;
حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ
Huffeti’l-cennetü bi’l-mekârihi ve huffeti’n-nâru bi’ş-şehevât.
“Cennetin etrafı nefse hoş gelmeyecek şeylerle çevrilidir, cennetin etrafı da nefsin hoşuna gidecek şeylerle çevrilidir.”
Bu anlatılan şey, bir gerçektir. İnsanın cenneti kazanması için görev yapması gerekiyor, fedakârlık yapması gerekiyor, Allah’ın emirlerini tutması gerekiyor. Bu da herkesin hoşuna gitmiyor.
Cehenneme giden yol da, şeytanın çağırdığı şeyler de hep zevkli keyifli, şehvetli, istekli, arzulu şeyler ama onlar da sonuç itibariyle insanı cehenneme düşürebiliyor.
Mesela zevkli keyifli nedir?
Tembellik.
Tembellik yapıp başkasının parasıyla puluyla, beleşten, bedavadan haksız kazançla geçinmek. Birçok insan bunu yapıyor, rüşvet alıyor, hırsızlık yapıyor, gasp ediyor, zulmediyor. Parayı alnının teriyle kazanmıyor da, böyle zalim yollarla alıyor.
İçki var; para vererek meyhanelerde vs. yerlerde zevkle, keyifle içiyorlar. Kumar var; “heyecanlı bir oyun” diye adam her şeyini ortaya koyuyor, kumar oynuyor. Daha başka çeşitli şeyler var.
Akıllı olan bir insan, hakîm olan, bilge olan, filozof olan, düşünen bir insan yaptığı bir işin önünde düşünür, aklını kullanır, tefekkür eder.
“Ben bu işi yapayım mı, yapmayayım mı?” diye düşünür.
Sonucu güzel olacaksa, güzel bir kazanç elde edilecekse, o iş yapılır. Ama sonuç felâket olacaksa akıllı insan o işten kaçınır, kendisini tutar.
Mesela kavga edecek; sonuç ya karakolda, ya hapishanede, ya hastanede, ya kabirde bitecek; aklını kullanır, kavgaya yanaşmaz.
Allah insanoğluna cehennemden korunmak ve cenneti bulmak, cenneti kazanmak için “akıl” diye bir nimet vermiştir.
Allah-u Teâlâ hazretleri, hadîs-i kudsîde;
“Yarattığım şeylerin içinde akıldan daha kıymetli bir şey yaratmadım.” buyuruyor.
O halde bilge bir insan olarak, hakîm bir insan olarak, yaptığı her işi yerli yerinde yapan, düşünceli, tedbirli bir insan olarak insanın aklını kullanması lazım.
Çoğumuz aklımızı kullanıyoruz. Sabahleyin erken kalkmak zor gelse de, çalışmak bizi terletse de erken kalkıyoruz, zahmetlere katlanıyoruz, iş yerlerine gidiyoruz, terleye terleye işleri yapıyoruz ama maaşımızı alıyoruz, yevmiyemizi alıyoruz, yaşıyoruz. Geçiniyoruz. Geçinmek için o sıkıntıları göze alıyoruz. Bu bir fedakârlıktır, akıl kullanmaktır.
“Boş ver, gitme, yatakta yat!”
İyi, hoş, yatakta yatmak güzel ama akşam çoluk çocuk ne yiyecek? Bir iki günlük yiyecek bulsak para bittikten sonra ne yiyecek?
Akıl neyi gerektiriyor?
Çalışmayı gerektiriyor; yapıyoruz.
Öğrenci için bir tarafta top oynamak, sinemaya gitmek var, ama bir tarafta da derslerini çalışırsa sınıfı geçmek, başarmak var; o zahmete katlanıyor.
Demek ki insanlar, zaten dünya hayatında da zahmetli bazı işleri yapıyorlar; keyifli bazı işleri de canları istese bile “Bunu yapmamak lazım.” diye yapmıyorlar.
Tabi bu aklı daha iyi bir şekilde kullanıp insanın cenneti kazanması lazım, cehenneme düşmeyecek şekilde kendisini kollaması lazım.
Cehennemin çok şiddetli, dayanılmaz bir azap yeri olduğu bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor. Bir tanesi de olsa, dünyadaki ateş gibi bir ateş de olsa, yine insanı azaplandırmak, yakmak ve feryat ettirmek için, yaptığı günahlara bin pişman etmek için yeterdi. Ama bunun yetmiş kat daha fazlası olması, azabının şiddetli olduğunu gösteriyor.
Allah-u Teâlâ hazretleri cümlemizi cehennemine düşmeyen, cennetine giren, rızasına eren sevdiği kullardan eylesin.
İlk hadîs-i şerîf bu çıktı.
Asıl şey, hayatta bütün dikkat edeceğimiz şey budur. Cenneti kazanmak, cehenneme düşmemek.
Cennet de Allah’ın rızasını kazanınca elde edildiği için büyüklerimiz demişlerdir ki;
الهى انت مقصودى ورضاك مطلوبى
İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî. “Yâ Rabbi! Benim amacım sensin, ben senin rızanı kazanmak istiyorum!”
En akıllıca iş, her yaptığı işi Allah’ın rızasına uygun yapmaktır; kolay bir şey. Aklımızı kullanacağız, her yaptığımız işi Allah’ın rızasına uygun olarak yapacağız. Sözümüzü Allah’ın rızasına uygun söyleyeceğiz, davranışımızı Allah’ın rızasına uygun yönde seçeceğiz, tercihimizi Allah’ın rızasını kazanmak için yapacağız.
Basit bir şey, Müslümanlık bir bakıma çok kolay bir şey; her işte Allah’ın rızasını düşünmek.
İkinci hadîs-i şerîf:
نَجَا أَوَّلُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ بِالْيَقِينِ وَالزُّهْدِ، وَيَهْلِكُ آخِرُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ بِالْبُخْلِ وَالْأَمَلِ.
Necâ evvelü hâzihi’l-ümmeti bi’l-yakîni ve’z-zühdi ve yehlikü âhiri hâzihi’l-ümmeti, bi’l-buhli ve’l-emel.
Hatîb-i Bağdâdî ve İbn Ebi’d-Dünyâ’nın rivayet ettiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar ki:
“Bu ümmetin evveli yakîn ve zühd ile necat bulacak ve bu ümmetin âhiri de cimrilik ve tûl-i emelle helâk olacak!”[3]
Biliyorsunuz ümmet kelimesinin birçok mânası var. Yaygın olan mânası, “bir grup insan topluluğu” demek.
Biz âhir zaman ümmetiyiz. Peygamber Efendimiz’in, peygamber olmasından sonra dünyada yaşayan insanların hepsi âhir zaman ümmetidir, âhir zaman peygamberinin ümmetidir:
Amerikalılar, Almanlar, İsveçliler, Yahudiler, Yunanlılar, Ermeniler, Brezilyalılar, Güney Afrikalılar, Avustralyalılar, Filipinliler, Polinezyalılar.
Her yerin insanı, Peygamber Efendimiz’in peygamberliği başladıktan sonra kıyamete kadar olan zamanda yaşayacak olan insanların hepsi, Peygamber Efendimiz’in ümmetidir.
Bu ümmet iki bölüktür:
1. Ümmet-i da’vet
2. Ümmet-i icâbet
Ümmet-i da’vet; “Peygamber Efendimiz’in kendilerini müslüman olmaya davet etmiş olduğu, muhatap almış olduğu, Peygamber Efendimiz’in davetine muhatap olan insanlardır.”
“Eğer Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini kabul ederse, Kur’ân-ı Kerîm’e inanırsa, Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah derse, o da davete icabet etmiş olur, ümmet-i icabet olur.”
Peygamber Efendimiz’in peygamberliği devresinde gelmiş, Peygamber Efendimiz’e inanmış, icabet etmiş.
İcabet etmek, “yapılan bir daveti kabul edip gelmek” demek.
Ötekiler gelmemiş. Gelmemiş ama belki gelebilir, ölünceye kadar vakit var; bilmiyoruz ki.
Mesela; Amerika’da bir senatör müslüman olmuş. Fransa’da bir filozof, bir hakîm müslüman olmuş. Japonya’da bir alim müslüman olmuş.
Çin’de iki yüz milyon müslüman olduğunu duymuş muydunuz?
Çin’den gelen bir arkadaşa rakamı tekrar tekrar sordum, o kendisi söyledi. Çin’de Çin kökenli iki yüz milyon müslüman varmış.
“Uygurlu filan mı, Türk kökenli mi?” dedik.
“Hayır, Çin ırkından iki yüz milyon müslüman var.” dedi.
Çin, dünyanın en kalabalık ülkesi. Böylece müslümanı en çok olan ülke sıfatını da kazanmış oluyor. Her ne kadar Endonezya’da da iki yüz milyon kadar müslüman varsa da, Çin’de bu kadar rakamı bilmiyordum.
Çin’den gelen bir arkadaş, Kurban bayramından önce Danimarka’da beni ziyaret etti, Çin’in bir şehrinde okul açmışlar; o söyledi.
Demek ki Çin’deki bir insan da bakarsınız, oradaki müslümanların çalışmasıyla müslüman olur. Bakarsınız İsveç’teki bir insan da müslüman olur. Ümmet-i da’vettir, icabet ederse, ümmet-i icâbet olur. İcabet etmezse, Peygamber Efendimiz’i kabul etmezse, Allah’ın gönderdiği âhir zaman peygamberine inanmamış olur, sorumlu olur.
Şimdi bu ümmet, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğe başladığı zamandan şu ana kadar ve kıyamete kadar bütün müslümanlar Ümmet-i Muhammed’dir.
Peygamberliğini kabul etmişse müslüman olmuştur. Kabul etmemişse malesef vazifesini yapmamış demektir. Fakat biz sadece davet edenleri düşünsek bile "eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasulüh" deyip müslüman olanları düşünsek bile şu an da dünyada bir hayli kalabalıktır elhamdülillah.
Dünya da 1,5 milyar kadar müslüman var. Dünyanın en kalabalık inanç grubu durumunda bulunuyoruz elhamdülillah.
Bu ümmetin evveli, Peygamber Efendimiz’in ashabıdır, onun zamanında müslüman olmuş insanlardır. Onlar bu ümmetin en şereflisidir. Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde böyle sınıflandırmış.
"En şereflisi, Peygamber Efendimiz’i gören insanlardır."
Peygamber Efendimiz’i gören insanlara “ashab” veya “sahabe” denilir. Bir tane olursa sahabi denir, kadın olursa sahabiye denir.
Onlar ümmetin en yüksekleridir.
Sahabenin en yükseği de dört halifedir. Faziletleri hilâfet sırasına göredir:
Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn.
Ondan sonra Aşere-i Mübeşşere’den altı kişidir, cennetle müjdelenmişlerdir.
Ondan sonra Bedir harbine katılanlardır, onların methi hakkında çok hadîs-i şerîfler var.
Böylece sıralanır gider…
Ashabtan sonra tâbiîn gelir. Ashabtan sonra gelen nesil. “Ashâbı görmüş ama Resûlullah’a yetişememiş nesil.”
Ondan sonra tebe-i tâbiîn denilen; “tabiîni görebilmiş insanlar” gelir.
خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِي
Hayru’l-kurûni karnî. “En hayırlı devre, benim devremdir.”
ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثّمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ
Sümme’llezîne yelûnehüm, sümme’llezîne yelûnehüm. “Sonra ondan sonraki nesil, sonra ondan sonraki nesil.” diye bu sıralamayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz söylemiştir.
Bu ümmetin evveli ashabtır, tâbiîndir, tebe-i tâbiîndir. (Allahu alem ilk devirlerin insanlarıdır.)
Necâ evvelü hâzihi’l-ümmeh. “Bunlar cehenneme düşmekten, azap görmekten kurtulacaklar, cennete girecekler, bahtiyar olacaklar.”
Ne ile kurtulacaklar?
Bi’l-yakîni ve’z-zühdü. “İki güzel sıfat ile cennetlik olacaklar, cehennemden kurtulacaklar: Birisi yakîn, ikincisi zühd.”
Yakîn, Türkçe’deki “yakın” kelimesine benziyor ama karıştırmamak lazım Türkçe’deki yakın, “uzak olmayan” demektir, onun Arapça’daki karşılığı karîb’dir. Bu yakîn, “şeksiz şüphesiz, pürüzsüz sâfî inanç” demektir. Yakîn sahibi insanlara mûkınîn derler.
Bakara sûresi’nin başındaki ilk âyetlerde geçiyor:
وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Ve bi’l-âhiretihüm yûkınûn. [4]
“Onlar âhirete şeksiz şüphesiz inanırlar.” diye geçiyor.
“Ben o adamı yakînen tanıyorum.” diye bir tabir vardır. “Şeksiz şüphesiz tanıyorum, hiç tereddütsüz tanıyorum, o adam iyi adamdır, o adam hakkındaki kanaatimde bir eksiklik yok.” demektir. Yoksa “O benim akrabam!” demek değil, “O benim yakınımda oturuyor.” demek değil.
Bu ümmetin evveli; çok kuvvetli imanlı insanlardır. Sahabe-i kirâmın her birisi yıldızlar gibiydi, çok mübarek insanlardı, imanları çok kuvvetliydi. O mübarek insanlar birkaç devre yetişti, sonra gelen insanlar dünyaya daldılar, günahlara daha çok bulaştılar.
Onlar yakîn ile kurtulacaklar; şeksiz şüphesiz, pürüzsüz, sâfî, tertemiz, sağlam imanları olduğu için cennete girecekler; bir.
Ve’z-zühd.
İkincisi; zühd ile.
Zühd, “dünyaya rağbet etmemek” demek. Zühd sahibi insana zâhid denir. “Âhireti hedef alıp, âhiretin makamlarını, derecelerini, mükâfatlarını düşünüp, dünyaya aldırmayan, dünyayı sevmeyen kimse” demektir. Dünya gözünde değil, gönlünde değil. Mühim değil âhiret; yeter ki âhireti iyi olsun.
Âhiretini kazanmak için dünyayı verir, hayır yapar, sadaka verir, gözü toktur, haramdan bir menfaat gelse “İstemem.” der. Amacı dünyalık değildir, âhireti düşünür. Âhireti düşündüğü için günahlara yanaşmaz, para hırsına kapılıp da haramları, günahları işlemez.
“Âhirette makamım iyi olsun, Allah beni sevsin, azaplandırmasın, cennetine soksun!” diye dünyanın haram olan, yasak olan taraflarına yanaşmıyor, iltifat etmiyor.
Onları sevmiyor, “Onları alacağım.” diye hırs beslemiyor. İşte zâhid bu. O devrin insanları böyle idi.
Hatta Amr İbnü’l-Âs radıyallahu anh, ordusuyla Mısır’ı fethetmeye gittiği zaman, şimdiki Kahire’nin göbeğinde Fustat şehri vardı. Fustat şehrinin surları vardı, onu muhasara etti. Kaledekiler kapıları kapattılar, savunma durumuna geçtiler.
Amr İbnü’l-Âs onlara;
“Siz yanlış bir şey yapıyorsunuz. Biz sizin tanıdığınız, size gelmiş başka düşmanlar gibi değiliz. Benim ordumdaki insanların hepsi şehit olmayı hedef edinmiş; ‘Ölsem de cennete girsem!’ diye ölmeyi arzu eden insanlar. Ama sizler, hepiniz, yaşamayı arzu ediyorsunuz. ‘Ne yapıp edip canımı kurtarırım, acaba nasıl daha çok yaşarım?’ diye düşünüyorsunuz. Siz bizi tanımıyorsunuz, bizimle baş edemezsiniz. Teslim olun, şartları konuşalım, bize tâbi olun!” diye haber gönderdi.
O devrin insanları öyle idi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, onları savaşa gönderdiği zaman, savaştan geri dönmeyi ummazlardı. “Canımız sağ kalır, döneriz de daha yaşarız.” diye düşünmezlerdi, şehit olmaya giderlerdi. Uğurlayanlar da onların bir daha döneceğini beklemezlerdi.
Mûte savaşında, sancaktarlar şehit oldu. Peygamber Efendimiz onların şehit olduğunu minberden söyledi:
“Şimdi Zeyd b. Hârise şehit oldu, sonra sancağı Câfer b. Ebî Tâlib aldı. O da şehit oldu. Sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da şehit oldu.” diye haber verdi.
Hatta Câfer b. Ebî Tâlib Efendimiz için; “Onun cennette uçtuğunu görüyorum.” diye söylediği için lakabı “Tayyar” oldu.
Onlar Medine’ye geldikleri zaman savaşmışlardı, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Düşmanla karşılaştıkları zaman düşman ordusu çok kalabalıktı. kendileri çok azdı.
Komutanlar;
“Biz bu kadar kalabalık bir düşmanla çarpışamayız, geri çekilelim!” dediler.
Bazıları da dedi ki;
“Çarpışıp yenmek için buraya gelmedik. Resûlullah bizi buraya ‘Çarpışın.’ diye gönderdi, ölürsek şehit oluruz; gayemiz yenmek ve zafer değil!” dediler.
Çarpışmaya girdiler, kahramanca çarpıştılar çarpıştılar; yenişme durumu olmadı ama bir zafer de kazanılamadı. Geride sağ kalanlar Medine’ye gelince, Medine’nin ahalisi gelenlerin yüzüne bakmadı.
Resûlullah Efendimiz onlara iltifat edinceye kadar; “Öteki kardeşleriniz öldü de, siz niye geriye döndünüz?” diye onlara iltifat etmediler
Onların mantıkları böyleydi, başka türlü çalışıyordu, bizim gibi çalışmıyordu; değişik düşünüyorlardı. Onlar çok kuvvetli iman sahibiydi ve dünyaya metelik vermiyorlardı.
Ebû Zerr-i Gıfârî hazretlerine dört bin altın verilmiş, bir gecede dağıtmış. O yanında para biriktirmeyi sevmezdi, hemen dağıtırdı.
Halbuki şimdi hepimizin cebinde, kesesinde, kasasında ne kadar para vardır. Ertesi güne bırakmamış.
Onlar;
ييم جديد رزق جديد
Yevmün cedîd, rızkun cedîd. “Yeni bir gün, yeni bir rızık” - Allah gönderir - derlerdi.
Kadının birisi, “iyi bir derviş, iyi bir zâhid” diye bir sûfî ile evlenmiş. Evlendikleri zaman bakmış ki dolapta yiyecekler var.
“Ben de seni zâhid sanmıştım, derviş sanmıştım. Senin tevekkülün tam değilmiş, dolabında yemekler dolu!” diye memnun olmadığını beyan etmiş.
O devrin insanları böyle.
Demek ki; dünyaya meyletmiyorlar, zâhid insanlar, ibadete gayretli insanlar, yakîn sahibi, kuvvetli iman sahibi insanlar...
Hz. Ömer zamanında Sâsânilerle çarpışan ordunun bir ferdi, savaş alanında bir torba mücevher buldu. Götürdü, komutana teslim etti. Onlar öyle para pul sahibi olmayı düşünmezlerdi.
Peygamber Efendimiz;
“Bu ümmetin evveli, bu kuvvetli imanları ve bu müstağnî, gözü tok halleri, âhirete rağbet edip de dünyaya aldırmamaları dolayısıyla cehennemden kurtulacaklar, necat bulacaklar, cennete girecekler.” diyor.
Bu iki haslet, iki güzel sıfattır:
Yakîn, “kuvvetli, tereddütsüz iman.” Zühd, “dünyaya aldırmamak.”
“Sen böyle yapıyorsun ama işinden atılırsın!
“Ne yapayım, Allah’ın emrini tutuyorum. ‘Cuma namazı kılın!’ dedi, kılıyorum. ‘Namazlarını kaçırma!’ dedi; vaktinde kılıyorum. Allah bu işi vermezse başka yerden verir, bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.”
Mesela bu, gözü tokluk, iman.
Böyle olması lazım.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada ve ahirette iyiliklere mazhar eylesin. Yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle kahrına gazabına uğramadan büyük musibetlere, fitnelere, belalara düçar kalmadan lütfuyla keremiyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Tevfîkini her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde şükredilecek şeylere şükretmeyi nasip eylesin. Sabredilecek hususlarda da edebimizi muhafaza edip takdire rıza gösterip, çünkü rıza en yüksek makamdır. Sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ ve Habîbihi’l-müctebâ ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.
[1] 53/Necm, 3-4.
[2] Buhârî, "Bedü'l-halk", 10, r. 3265; Müslim, "Cennet", r. 30; Tirmizî, "Sifetü cehennem", 7, r. 2589; Dârimî, "Rikâk", 120, r. 2889; Muvatta', "Cehennem", r. 1; Ahmed b. Hanbel, II, 244, r. 7327; Ma'mer, el-Câmi', XI, 423, r. 20897; İbn Hibbân, Sahîh, XVI, 503, r. 7462; Beyhakî, el-Ba's, I, 284, r. 497; Taberânî, Müsnedü'ş-şâmiyyîn, I, 92, r. 134; 97, r. 143; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, XIV, 520, r. 39474; İbnü'l-Mübârek, ez-Zühd ve'r-rekâik, II, 88; Râmûz, 451, r. 1.
[3] İbn Ebi'd-Dünyâ, el-Yakîn , I, 32, r. 3; İbn Ebi'd-Dünyâ, Kısarü'l-emel, I, 36, r. 20; Deylemî, el-Firdevs, IV, 289, r. 6853; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, III, 449, r. 7388, Râmûz, 451, r. 2.
[4] 2/Bakara, 4.