Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi’l âlemîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirin Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.
Emmâ ba’d:
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Namazda okuduğumuz İnsan sûresi;
هَلْ اَتٰى عَلَى الْاِنْسَانِ ح۪ينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْـًٔا مَذْكُورًا
Hel etâ ale’l onsâni hînün mine’d-dehri lem yekün şey’en mezkûrâ.[1]
Kur’ân-ı Kerîm’in 76. sûresinin 27. âyetinde Allah-u Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَٓاءَهُمْ يَوْمًا ثَق۪يلًا
İnne hâulâ-i yuhibbûne’l âcilete ve yezerûne ve râehüm yevmen sekîlâ.[2]
“Hiç şüphe yok ki...”
Hâulâ-i; Arapça’da “onlar” demek. ‘Onlar’dan maksat, yaratılan insanlar.
İnne hâulâ-i yuhibbûne’l âcilete. “Onlar âcil âlemi, âcil hayatı seviyorlar.” Ve-yezerûne ve-râehüm yevmen sekîlâ. “Ağır bir günü, çetin bir günü arkalarına atıyorlar.” Arkalarında bırakıyorlar, sırt çeviriyorlar, bakmıyorlar, aldırmıyorlar, ihmal ediyor”
Âcil; acele kökünden bir kelime. Onun da müennesi 'âcilete'
“Âcile yi seviyorlar, acele olanı seviyorlar.”
Acele olan ne?
Âcil olan hayat; şu an da içinde bulundukları hayat. Yani dünyayı seviyorlar.
Dünya da nispeten, ikisi mukayese edildiği zaman, “bize yakın olan hayat” demek. İki hayat var: Bir, âhiret hayatı. Âhiret, “sonraki” demek. Sonraki hayat. Hayat kelimesi söylenmiyor, sadece 'sonraki ' söyleniyor. Âhiret; sonra ki, dünya; yakındaki. Yani sonraki hayat-yakındaki hayat... Bu yaşadığımız hayat çeşitli isimlerle isimlendirilmiş; birisi de âcile, şu anda içinde bulunduğumuz, âcil olan, yaşadığımız hayat.
İnsanların çoğu içinde bulundukları bu hayatın süsüne, ziynetine aldanırlar, olaylara kapılırlar, yaşayıp giderler. Çünkü herkes; “Hayat bir mücadeledir.” diyor. Doğru, hakikaten bir mücadeledir. “Çalışmazsan ekmek yok.” diyorlar. Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruyor ki:
وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ . وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۖ
Ve-en leyse li’l-insâni illâ mâ seâ. “İnsanoğlu neye sa’y u gayret ederse o vardır, onun eline geçecek olan odur." Çalışmadığı şeyi elde etmez, çalışması lazım.”[3]
Ve-enne sa’yehû sevfe yurâ. “Sa’y u gayretinin sonucu elbette ona gösterilecektir, sonunda görülecektir.”[4]
Çalışan kazanır. Çalışmayan tembelliğinin, çalışmamasının, ihmalinin cezasını çeker. İnsanoğlu -biraz da doğal, tabiî bir şey- bu hayatı öne alıyor ve bu hayatı iyi geçirmeye özen gösteriyor, bu hayatı seviyor. Bu hayattan ayrılmayı da istemiyor. Çünkü ölüm onun için korkunç bir olay ve ölümden sonrası, öteki hayat meçhul. Öbür hayat meçhul olduğu için, bilinmediği için, kendisi bilmediği için, şu anda görülmediği için, ileride olacak olduğu için onu tasavvur edemiyor, lâyıkıyla anlayamıyor ve bütün gücünü, kuvvetini, gayretini bu dünya hayatında bir sonuca ulaşmaya sarf ediyor. Küçükten itibaren çocuklarımızı da “hayata hazırlayalım” derken öyle yetiştiriyoruz. Okullarda da bunlar söyleniyor. Zaten okul dediğimiz, tahsil dediğimiz olay da; hayatın yarısını, hayatın öbür yarısında başarılı geçirelim diye tahsile harcıyoruz, yarısı tahsilde geçiyor.
"Neden tahsil yapıyorsun?"
"Öbür yarısında tahsilli olayım da başarılı olayım diye."
Hayat zaten şu anda devam ediyor. Şimdiden başarılı olmak lazım. Aslında hemen başlamak lazım.
Küçükten başlamak lazım; bir taraftan tahsil, bir taraftan çalışma olması lazım. Doğrusu, akla-mantığa uygun olanı bu. Çocuklar iyi çalışsın diye, oyun oynasınlar diye iş yapmaları ihmal ediliyor. Ondan sonra da çocuk oyuna alışıyor, büyüdükten sonra çalışmaya yanaşmıyor.
Hâsılı, bu dünya hayatını iyi sürmek için donatılmışız. Gözümüz var, görüyoruz; kulağımız var, duyuyoruz; sıcağı soğuğu hissediyoruz; soğuk olduğu zaman büzülüyoruz, ateşin yanına yaklaşıyoruz, sıcak olduğu zaman su içiyoruz, yakayı bağrı açıyor, yelpazeleniyoruz vesaire... Hep bu hayatımızla ilgili.
Ama Allah-u Teâlâ hazretleri ilk insanı yarattığı zamandan itibaren, ilk insan da bunu biliyor. Bu hayat asıl hayat değil! Öldükten sonra ki âhiret hayatı var. Asıl hayat var! Öteki hayat var, sonraki hayat var, ukbâ var. Dünyadan sonra ukbâ var. Evvelki hayattan sonra âhiret var, “sonraki hayat” var.
Âcileden sonra acile, “tecilli, sonradan gelecek olan, arkada olan hayat” var. Bu ikinci hayat en önemli husus. İşte bu ileride olacağından insanlar kavrayamaz diye; Allah-u Teâlâ hazretleri bastıra bastıra, peygamberler göndere göndere insanlara bildirmiş:
“Ey insanoğlu! Şu anda bir hayatta yaşıyorsunuz ama bu tek hayat değil! Bundan sonra ikinci bir hayat var, asıl hayat var. Bu muvakkat, belli bir zaman için, kısa...Ötekisi sonsuz, devamlı... Buraya geldiniz, gideceksiniz. Burası bir geçit yeri, kalıcı bir yer değil; arkasında ölüm var. Bir kapıdan çıkıp, sahneden geçip öbür taraftan gitmek gibi... Bir köprü gibi, köprüden geçmek gibi... Bir anlık muvakkat bir şey. Allah böyle kurmuş, böyle buyurmuş, bu nizamı böyle istemiş. İnsanlar dünyaya gelecekler; sorumluluk var, serbestlik var. Serbestliğini sorumluluğunun ışığında doğru kullanacak. Kötü şey de yapabilir, iyi şey de yapabilir. Kötü şeyleri yapmayacak, iyi şeyleri yapacak, imtihanı kazanacak. Ahirette ebedî hayat var. Allah-u Teâlâ hazretleri böyle murad eylemiş, böyle dilemiş, meşiet-i ilâhî böyle tahakkuk etmiş. Bu imtihan var, olacak.”
Zaten İnsan sûresinin başında da buyuruluyor ki;
نَبْتَل۪يهِ فَجَعَلْنَاهُ سَم۪يعًا بَص۪يرًا
Nebtelîhi. “İmtihan ederiz. İmtihan etmek için yarattık.” Fe-cealnâhu semîan basîrâ.[5] “Bir de insanoğlunu çok iyi görücü, çok iyi işitici yarattık; öğütleri işitsinler, gerçekleri görsünler.”
Kulak niçin?
Öğütleri duysun diye.
Tabii kulak her sesi duysun diye; ama insanın kulağı öğütleri duyarsa kendisine fayda verir. Öğütleri duymazsa “Bir kulağından girip bir kulağından çıkıyor.” diyoruz. Aslında öyle değil ama... Kulaktan her giren bir yere gidiyor da insan ihmal ediyor; yoksa öbür kulaktan çıkmıyor. Bu kulaktan gelen öbür kulaktan çıkmıyor. Aslında hepsi beyne gidiyor. Ama dinlerse dinliyor, dinlemezse dinlemiyor. Görürse gerçekleri görüyor, ona göre hareket ediyor; görmezse görmüyor. Serbest. Allah da serbest bırakmış. “Yapamazsın, dur! İlle şöyle yapacaksın!” dese öyle yapacak tabii. Âlemlerin Rabbi öyle yapmasını istediği zaman, öyle irade buyurduğu zaman insan irâde-i ezeliyyesine uyacak. Başka bir şeyi yok ki, insanoğlunun bir gücü kuvveti yok ki... İnsanoğlu yaratık, yani pilli bir oyuncak gibi... Pili olmazsa ne yapacak? Allah güç kuvvet vermese ne yapacak?
Âyetlerin sonunda şimdi gelecek burada...
وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ
Ve-mâ teşâûne illâ en yeşâ’allah.[6] “Allah dilemezse siz dileyemezsiniz ki!” diyor.
Biz bir şey diliyoruz, istiyoruz; ama içeriden gelen istek ve dilek de bir yerden doğuyor. Doğmazsa, istek gelmezse yapamazsın, aklına gelmez. “Hay Allah ya, ben bugün şunu yapacaktım, hiç aklıma gelmedi, unuttum!” İşte bak, unutursan yapamazsın. Hatırlatan Allah. İsteten Allah. Yoksa insan isteyemez. Biz niye imanı istiyoruz, Allah yolunda gitmek istiyoruz; ötekisi niye aynı şekilde istemiyor?
Bu istekleri veren de Allah.
İstekler çünkü insanın içinden bir yerden geliyor, insan içinin derinliklerini bilmiyor. İçimizin bir şeyini bilmiyoruz ki... “Aklıma geldi, yaptım.” “Keyfime göre yaptım.” Ama herkesin keyfi başka türlü oluyor. Kimisi de Mekke-i Mükerreme’ye gidip orada yaşamayı arzu ediyor, Medine-i Münevvere’ye gidip Peygamber Efendimiz’in şehrinde "âhir ömrümde şöyle bir ibadet ve taat ile geceleri uyanık, gündüzleri Kur’an okuyarak, ibadet ederek şöyle bir güzel ömür geçireyim...” diye onu istiyor. Bazıları da onu istemiyor. Yani herkesin bir başka türlü isteği var.
Allah-u Teâlâ hazretleri serbest bırakmış. İnsanlar bu dünyaya gelmişler, bu dünyayı seviyorlar. İşlerine yarayan şeyleri seviyorlar. Mesela; güzel yiyecekleri seviyor; kuzu kebabı hoşuna gidiyor, yiyince karnı doyduğu için. Sıcak bir günde soğuk bir su içtiği zaman hoşuna gidiyor; çünkü ihtiyacını görüyor, ihtiyacı bittiği için. Kendisine yarayan şeyleri sevmiş. Onlar güzel ötekiler fena. Bazı şeyleri seviyor, bazı şeyleri sevmiyor. Esas itibariyle bu dünya hayatını tercih etmiş ve bu dünya hayatı için çalışıyor.
Bir insan dünya hayatına imtihan için geldiğine göre âhiretini kurtarmak için daha çok çalışması lazım. Hayır, tamamını dünya hayatını geçirmek için harcıyor, âhireti için bir şey harcamıyor. Halbuki; âhiret sonsuz olduğuna göre âhirete çalışması lazım, dünya fâni olduğuna göre dünyayı bırakması lazım. Tersini yapıyor, sonsuz olan âhireti ihmal ediyor ve fâni olan, kısa olan bu dünyayı tercih ediyor, ona koşturuyor.
يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَٓاءَهُمْ يَوْمًا ثَق۪يلًا .
Yuhibbûne’l-âcilete. “Bu âcil hayatı, bu dünya hayatını seviyorlar.”
Ve-yezerûne ve râehüm yevmen sekîlâ.[7] “Ağır, çetin bir günü arkalarına terk ediyorlar." Sırt çeviriyorlar, ihmal ediyorlar, bakmıyorlar.
Niçin çetin bir gün?
Çünkü Allah-u Teâlâ hazretleri çetin bir hesaba tâbi tutacak. Bir kere hesap çetin! Zerre kadar hayır işleyen hayrının karşılığını görecek. Zerre kadar şer işleyen şerrinin cezasını çekecek.
Zerre; bir toz parçası, havada uçuşan toz parçası demek.
نَحْنُ خَلَقْنَاهُمْ وَشَدَدْنَٓا اَسْرَهُمْۚ
Nehnu halaknâhum ve şedednâ esrahum.[8]
Allahu Teâlâ hazretleri; “İnsanları Biz yarattık.” buyuruyor.
Niye “Biz” diye buyuruyor?
Çünkü Arapça’da azamet ifadesi böyledir. Türkçe’de azamet ifadesi: “Ben yaptım. Ben emrettim.” diyedir. Arapça’da “Biz” buyurur Allah-u Teâlâ hazretleri. Vâhid olduğunu, ehad olduğunu, tek olduğunu, şerîki olmadığını söylüyor ama, yine “Biz” diyor. O “Ben Azîmüşşân yarattım.” demek.
Nehnu halaknâhum. “İnsanları Ben Azîmüşşân yarattım.” Ve-şedednâ esrahum. “Varlıklarını, yaratılışlarını, bedenlerini de sapasağlam, şiddetli, iyice yerli yerinde kuvvetli yaptım.”
İnsanoğlunun yaratılışı/yapısı hakikaten öyle sağlam ki...
Biz Hocamız rahmetullâhi aleyh ile 40-50 kişi bir akşam sohbetinde bir evde misafir bulunuyorduk. Kapıya haberci birisi geldi. Yeğenimin annesinin kardeşini, dayısını sordu;
“Falanca nerede?”
O oradaydı, hemen kalktı, rahmetli...
“Ne var? Benim.” dedi.
“Yeğenin düşmüş, hastanede.”
Onun yeğeni benim de yeğenim. O dayısı, ben de amcasıyım. Hemen izin istedik, onun arabasına atladık, çıktık yola...
Nereden düşmüş?
Evden. Evin bir katı 6,5. Ön taraftaki camdan düştüyse 6,5 kat. Çünkü birinci katın kapısına dahi 6-7 merdivenle çıkılıyor. Sokak bayır, ilginç bir sokak. Apartmanın giriş kapısına bile 6-7 merdivenle çıkılıyor, orası yarım kat. Kendisi de altıncı katta. Öbür taraf yedi kattan daha fazla veya 7,5 kat. Arka taraf bir de arkaya meyilli, deniz manzaralı... Önden düştüyse bir felaket, arkadan düştüyse iki felaket. Ön taraf beton, arka taraf beton. Yukarıdan mı düşmüş? Hani kapısından düşer, merdivenden düşer.
Yok, yukarıdaki kattan düşmüş. Çok fena olduk.
Hastaneye gittik. “Evet, bize böyle bir hasta getirdiler ama bizde gerekli müdahele imkânı olmadığı için başka yere gönderdik.” Oraya gittik, oradan “Başka yere gönderdik.” dediler. Çünkü gece yarısı... Bir başka hastaneye gittik, izini süre süre bulduk. Hastanenin ana kapıları kapalı. Gecenin yarısı, ortada kimse yok. Acil servis, kimse yok. Kapılarda nöbetçi filan yok. Girdik, yürüdük. Tarif ettiler; “Gideceksin...” Hastane koridorları karanlık. En alt katta yürüdük, köşeyi döndük. Uzun bir koridor... “İşte orada, masanın üstünde.” dediler. Baktık, büyükçe bir masanın üstünde çocuğu bırakmışlar. Yanında kimse yok; doktor yok, hemşire yok, ışık yok. Çocuğu oraya koymuşlar.
Nereden düştü?
Altıncı kattan.
Çarşafa koymuşlar, getirmişler, kırığı döküğü ayrı kalmasın diye, oraya koymuşlar. Uzaktan biz bir çarşafa konulmuş paket görünce çok fena olduk, aklım bir geldi gitti. Korka korka yanına gittik. “Herhalde bir kemik torbası yığını bunlar.” dedik. Ne kan var, ne bir şey... Yanaştık masaya; baktık, çocuk duruyor. “Baba!” dedi. Ağabeyim de, babası da gitti, eğilince; “Baba!” dedi. Çocuk meğer ürkmüş; susuyor, pusuyormuş. “Hiçbir şey yok baba.” dedi.
Ertesi gün o çocuk evde fıldır fıldır koşturuyordu. “Yapma evlâdım, daha dün düştün...” Koşturuyordu... Yedinci kat.
Ve-şedednâ esrahum. Şu yaratılışa bak! Şu kemikler bu kaslarla çevrilmiş, bu kaslar deri ile paketlenmiş. Sivri yerlerinin uçları sertleştirilmiş, tırnaklar var. Parmaklarda bu tırnaklar olmasa bu parmaklar ne olur, kim bilir. Bu ayak bu sağlamlıkta olmasa yürüyünce ne olur, kim bilir. Altı da sertleşiyor. Tabanın derisi sağlam bir deri, yürüdükçe daha da sağlamlaşıyor. Ayakkabı giydikçe inceliyor. Kullanmadıkça inceliyor, kullandıkça daha da sağlamlaşıyor.
Bir yeri kesiliyor, kapanıyor. Vücut kendi kendisini tamir ediyor, derliyor, toparlıyor. Beyin kafatasının içinde; kafasına tokmakla vuruyorsun, adam ölmüyor. Güm güm vuruyorsun Öyle sağlam yere konulmuş ki...
Gözler dışarı görmesi için dışarıda fakat korunsun diye alnın içinde, çukurda. Yukarıdan gelen sular gözün içerisine girmesin diye çit koymuşlar; sular buradan aşağıya akıyor, içeriye girmiyor. İçeride olduğu için doğrudan doğruya bir darbe, gözün kendisine gelmiyor. Gözün ayrıca kapağı var. Kapak otomatik, kendinden komutalı, uzaktan komutalı değil; karşıdan bir şey gelirken kendisi kapanıyor.
فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ
Tebâreka’llâhu ahsenü’l-hâlikîn.[9]
Şu yaratılışa bak! Bir gözün yaratılışı insana yeter. Uyanmak için, imana gelmek için gözün yaratılışı yeter! Bir göz kendi kendine kapanıyor. Senin uğraşmana lüzum yok, otomatik ayarlı, kapanıyor. Bir sinek gördü mü, bir şey gördü mü hemen kapanıyor. İkide bir de bir kapanıyor bir açılıyor, bir kapanıyor bir açılıyor. Göz çok hassas; böyle yapmakla onun üstünü ıslatıyormuş. Islanmazsa acımaya başlarmış. Saniyede kaç defa, dakikada kaç defa göz bir kapanıyor, bir açılıyor, cilalıyor, perdahlıyor; öyle görüyoruz.
İnsanın vücudu bir âlem... Sana oturayım, bir saat, iki saat, üç saat böbreği anlatayım. Bir saat, iki saat, üç saat, beş saat gözü anlatayım, kulağı anlatayım... Ben doktor değilim ama merak ediyorum, anlatayım; tadına doyum olmaz.
Ve-şedednâ esrahum. “İnsanları biz yarattık ve yaratılışını, bedenini sapasağlam, tahkimatlı, teşkilatlı, şiddetli kuvvetli yaptık.”
وَاِذَا شِئْنَا بَدَّلْنَٓا اَمْثَالَهُمْ تَبْد۪يلًا
Ve-izâ şi’nâ beddelnâ emsâlehüm tebdîlâ.[10] “Ama dilediğimiz zaman kendisini emsâli ile değiştiririz.”
Bu herif gider, bu yaratık gider, başkası gelir. Ne olacak, Allah’ın kulları sonsuz; biri gider, biri gelir...
Beddelnâ emsâlehüm tebdîlâ. “Dilersek onlara benzer bedellerini getiririz.”
“Bunu götürürüz, yok ederiz.”
Ya da bu beden gider ama âhirette tekrar diriltilir. Aynen her çeşit yaratmaya kâdir.
بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Bi-külli halkin alîm.[11]
“Allah her türlü yaratmayı biliyor.”
Bu bedeni de tekrar diriltmeye kâdir.
بَلٰى قَادِر۪ينَ عَلٰٓى اَنْ نُسَوِّيَ بَنَانَهُ
Belâ kâdirîne alâ en nüsevviye benâneh.[12]
“Parmaklarını aynen tekrar yaratmaya kâdiriz, kâdirim.” diyor Allah-u Teâlâ hazretleri.
“Biz yarattık. Kuvvetli, teşkilatlı, sağlam yarattık dilediğimiz zaman değiştiririz; başkasını getiririz veya öldükten sonra tekrar diriltiriz.”
إِنَّ هَذِهِ تَذْكِرَةٌ فَمَنْ شَٓاءَ اتَّخَذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلًا
İnne hâzihî tezkiratün. “Bizim bu indirdiğimiz âyetler birer hatırlatmadır.”
“Ey insanoğlu! Âhiret hayatı var. Bu dünya hayatı fâni. Seni yaratan Rabbine kulluk et. Dilerse seni mahveder, kahreder başka bir mü’min kavim getirir. Dilerse kafirleri helâk eder; Âd kavmi, Semûd kavmi, Firavun kavminin helâk olduğu gibi dilerse helâk eder; iyi insanlar getirir. Dilerse seni yok eder, yerine başkasını getirir. Dilerse seni öldürür, yok eder, dağıtır, sonra yine seni yaratır, yine aynen yaratır. Her şeye kâdir. Bu bir hatırlatmadır. Bak, hatırlatmadan, öğütten nasibini al, aklını başına topla, Rabbine kulluk et.”
Fe-men şâe’t-tehaze ilâ rabbihî sebîlâ.[13]
"Artık kim dilerse Rabbine doğru bir yol tutturur, Mevlâsının rızasını kazanmaya gider.”
“Dileyen bu öğüdü alır, Rabbini bilir, Rabbine güzel kulluk etmeye yönelir; iyi kul olur, Rabbine ulaşır.”
Ondan sonra da Rabbine ulaşır, Mevlasına kavuşur. Çünkü arayan mevlasını bulur. İyi kul olan evliyâ olur; günahlara dalan, öğütlerden öğüt almayan da belasını bulur.
وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًاۗ
Ve-mâ teşâûne illâ en yeşâ’allah.
“Ama sizler Rabbiniz dilemedikçe dileyemezsiniz, Rabbiniz izin verirse dilersiniz.”
İnna’llâhe kâne alîmen hakîmâ.[14]
“Hiç şüphe yok ki Allah her şeyi bilicidir, her şeyi hikmetle yapıcıdır. Hikmet sahibidir; her şeyi yerli yerince yapıcıdır.”
Burada Allahu Teâlâ hazretlerinin her işinin hikmetli olması ne demek?
Yerli yerince olması; akla, mantığa, maslahata uygun olması ve sağlam olması demek. Allah-u Teâlâ hazretlerinin yaptığı her şey yerli yerindedir. O kul mü’min, o kul kâfir. Ona imanı verdiren Allah, onu küfürde bırakan Allah ama işi hikmetli. Sebebi hikmeti vardır: onun edebi vardır, ondandır. Ötekisinin edepsizliği vardır, ondandır. Kullar kendi yaptıklarının cezasını çekecekler.
“Biz kullara zulmedici değiliz.”
وَمَٓا اَنَا۬ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ
Ve-mâ ene bi-zallâmin li’l-abîd.[15]
“Ben kullarıma zulmedici değilim.” diyor Allah-u Teâlâ hazretleri.
Onlar kendilerine ediyorlar. Kulun cennete gitmesi, ufak da olsa gayretinden. Allah, [kul] gayretli oldu mu, sınıfı geçirttiriyor, iyi niyetli oldu mu sınıfı geçirttiriyor. Yoksa cenneti satın alacak kadar çok başarılı olduğundan değil de, lütfu ile keremiyle cennete sokuyor.
[16]يُدْخِلُ مَنْ يَشَٓاءُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ وَالظَّالِم۪ينَ اَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا
Yudhilu men yeşâu fî rahmetihî. “Dilediğini rahmetine dahil eder, rahmeti deryasına daldırır, rahmetine erdirir.” Ve’z-zâlimîne eaddelehüm azâben elîmâ. “Zalimlere gelince; zalimlere de elim, feci bir azap hazırlamıştır.”
Arapça'da zalim ne demek?
Zalim, “zulmeden” demek.
Zulüm ne demek?
“Adalet etmeyen, doğru hareket etmeyen, yapması gereken işi yapması gerektiği gibi yapmayan” demek.
Onun için, Arapça’da başkasına karşı adaletsizlik edene de zalim derler, günah işleyene de zalim denir.
Adam zalim...
ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ
Zâlimun li-nefsihî.[17]
"Nefsine zalim." Yani kendi nefsine zulmetmiş.
Neden?
Adaletli, hakkaniyetli, doğru dürüst davranmamış.
Allah-u Teâlâ hazretleri bize lütfeylesin. Duaları kabul edicidir. Dua ediyoruz, diliyoruz, yalvarıyoruz, yakarıyoruz; bizi rahmetine erdirdiği kullarından eylesin. Bizi şeytana uyan, fâni dünyayı sevip, fâni dünyaya kapılıp âhireti unutan kişilerden değil, âhireti unutmayan, fâni dünyaya kapılmayan kullarından eylesin. Vazifelerini yapan kullarından eylesin. Rızasını kazanan sevdiği kulu hâline gelmeyi nasip eylesin. İçimize mârifetullahı, muhabbetullahı ihsan eylesin. Hüsnü hâtime nasip eylesin. Bu dünyadan ayrılış, vedalaşma güzel bir şekilde olsun. Sevdiği bir kul hâlinde, o hâle ulaşmışken, mü’min-i kâmil olarak, eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlühû diyerek âhirete imanla göçenlerden eylesin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin. Rıdvân-ı ekberine cümlemizi vâsıl eylesin.
Bi-hürmeti ismihi’l-a’zâm ve bi-hürmeti nebiyyihi’l-ekrem ve bi-hürmeti esrâr-ı sûreti’l-Fâtiha.
[1] 76/İnsan, 1.
[2] 76/İnsan, 27.
[3] 53/Necm, 39.
[4] 53/Necm, 40.
[5] 76/İnsan, 2.
[6] 76/İnsan, 30.
[7] 76/İnsan, 27.
[8] 76/İnsan, 28.
[9] 23/Mü’minûn, 14.
[10] 76/İnsan, 28.
[11] 36/Yâsîn, 69.
[12] 75/Kıyâme, 4.
[13] 76/İnsan, 29.
[14] 76/İnsan, 30.
[15] 50/Kâf, 29.
[16] 76/İnsan, 31.
[17] 18/Kehf, 35.