El-Hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben müberaken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinil evveline ve’l-âhirîne ve imâmi’l-muttakîn ve eşrefî’l-mürselîn Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihi ve sahbihî ve mentebiahû bi-ihsânin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ.
Emmâ ba’dü fe kâle Resûlullâhi sallallahu aleyhi ve sellem:
قَلْبُ الْـمُؤْمِنِ حُلْوٌ، يُحِبُّ الْحَلَاوَةَ
Kalbü’l-mü’mini hulvün yuhibbü’l-halâvete.
Kalp; Arapça’da iki mânaya geliyor:
Bir yürek demek.
Kayıkçını küreği tıp tıp atar yüreği
Yürek, et parçası.
Bir de gönül mânasına geliyor.
Gönül nerede?
Vallahi bilmem! Gönül, tarifi zor bir şey, insanın iç âlemi! Ama “şurada burada” denilmez. Belki o yüreğin olduğu yerle, ilgisi de var. Ama gönlün, mânası yürek demek değil. Birisi et parçası birisi de insanın iç âlemi.
“Gönlüm kırıldı.”
Üzüldüm, demek.
“Gönlüm, seni çok sevdi.”
Demek ki sevme kabiliyeti var.
“Mü’minin kalbi, gönlü tatlıdır.”
Mü’minin içi tatlıdır. Kestiğin zaman bakarsın, içi tatlı. Çilek renginde bir meyve var; ince kabuklu, dışı solgun kırmızı. Dışarıdan bakıyorsun; “Bu bayatlamış, manavda durmuş, herhalde tatlı değil…” diyorsun. İncecik kabuk soyuluyor. Altından sedef gibi pırıl pırıl sulu meyve çıkıyor: Liçi. O benim hoşuma gidiyor. Dışı mütevazı, ben onu dervişlere benzetiyorum: dışı mütevazı, içi tatlı!
“Mü’min tatlıdır, tatlılığı sever.”
Mü’min hoş adamdır. Mü’min insan; tatlı insandır, sevimli insandır, tadına doyum olmaz. İyi mü’minin; tadına doyum olmaz, arkadaşlığına, yolculuğuna, komşuluğuna, ortaklığına doyum olmaz. Mü’min tatlıdır; tadına doyamazsın, bayılırsın, ayrılmak istemezsin.
Bir kere düşünüverin: O mübarek evliyâullah büyüklerimiz, birbirlerini nasıl sevmişler, nasıl sevdirmişler; o dervişler, o mübarekler, nasıl edeple… Kapıdan girişleri bir edep, oturmaları bir edep, konuşmaları, ayakta durmaları, hizmetleri bir edep, bin bir türlü hizmet… Ne güzel dünya imiş!
Geçtiğimiz yirminci asrın, en büyük hunharlığı nedir?
Bu güzel medeniyeti, bu mânevî medeniyeti, tahrip etmeye çalışmalarıdır, yok etmeleridir!
Osmanlı medeniyeti, tasavvuf medeniyeti; bu tasavvuf medeniyetini yıkmaları yok mu?
Bu insanların, birbirleriyle tatlı tatlı geçinmeleri, birbirlerine tatlı tatlı kardeşlikleri, birbirlerine tatlı tatlı muhabbetleri, hediyeleri, birbirlerinin yollarına can vermeleri... Bu güzel duyguların bu dünyadan silinmesi, en büyük felakettir, en büyük çevre kirliliğidir. En kötü durumdur!
Maalesef bu güzelim medeniyet; kitaplarda kaldı gibi, neredeyse yok oldu gibi! İnşaallah biz canlandırırız. Bakarsın tohumlar buralarda yeşerir. İnsanlar, bir insanlık görsünler, arkadaşlık vefa, dostluk, kardeşlik, fedakârlık görsünler. Burada, yeryüzünde gezen kanatsız meleklerden müteşekkil, bir toplum inşaallah olur. Dedikodusuz, gıybetsiz, yalansız dolansız, safî, halis, muhlis bir toplum…
Her şey güzel, her şey tatlı; kurt kuzuyla ahbap, arkadaş; gelin kaynanayla dost; karı koca muhabbetli, birbirlerini şu kadarcık incitmemişler…
İhvanımızdan birisi öldü de hanımı öyle diyor: 60-70 yıl ne kadar evlilik, sürmüşlerse sürmüşler, “Birbirimizi şu kadar incitmedik!” diyor.
Evlilikte incitmemek olur mu?
Evlilik kavgalı gürültülü, fırtınalı, bağırmalı çağırmalı, oluyor. Çok şeyler duyuyoruz. Belki kendimiz de yapıyoruz. Herkes kendisinin, hâlini biliyor.
“Kazaklık” demişiz, bir huy beğenmişiz ama hangi kitap yazıyor? Hadis kitaplarında mı yazıyor, tefsir kitaplarında mı yazıyor, fıkıh kitaplarında mı yazıyor?!..
Bir kazaklıktır tutturmuşuz, erkek adam kazak adam diye, tutturmuşuz öyle gidiyoruz ama acaba Peygamber-i Zîşan’ımızın adabı nasıldı?
Peygamber Efendimiz acaba nasıl yaşadı, evinde nasıl yaptı? Aile yaşantısı, aile fertlerine karşı muamelesi nasıldı?..
Bunu arayıp sorup; “Ben böyle yapayım, bunu gaye edinip, bunu yapmaya çalışayım…”
60-70 yıl yaşayıp da şu kadar birbirini incitmemek ne kadar güzel bir şey, ne tatlı şey!
Bilin ki; belki kelimelerimle anlatamıyorum, belki gördüklerimi size anlatmak istesem sabahlar olur, haftalar geçer. Bilin ki; çok yüksek, çok zarif, çok ince bir ruh medeniyeti vardı. Ruhsal medenîlik vardı, ruh dünyası zengin insanların kurduğu bir medeniyet vardı. Her şey güzeldi.
İnşaallah bir yerde bu güzel nadide çiçek açar. İnşaallah bu güzel fidan büyür, inşaallah tekrar o nadide çiçeklerini verir. İnşaallah belki olur, Cenâb-ı Hak nasip etsin. Ama çok güzel bir medeniyet! Her şeyi ile, iç âlemi tatlı insanların birbirleriyle tatlı geçimleri, sabırları, hizmetleri, fedakârlıkları, ikramları, ihlâsları, gözyaşları; şairane, âşıkane, sadıkane, halisane, muhlisane iç dünyaları…
Şiirlerini okuyun:
İbrahim Hakkı Erzurumî hazretleri Mârifetnamesi’ni okuyun, kullandığı kelimelere, anlattığı konulara bakın! Eşrefoğlu Rûmî Müzekki’n-nüfûs isimli eserini okuyun!
Müzekki’n-nüfûs ne demek?
“Nefisleri tertemiz eden kitap, demek. İnsanın içini pırıl pırıl tertemiz yapan, kitap” demek. Bir okuyun, neler neler var görün!
İnce, çok ince ayar, mücevheratçılık gibi ince ayar bir irfan medeniyeti. Mü’min işte öyle tatlıdır; işte ona âşığız, ona hasretiz onu anlatıyoruz. Mü’min öyle tatlıdır, tatlılığı sever.
Güzel bir hareket, tatlı bir hareket, bir davranış şekli, bir gülücük, bir sözcük gönülleri fetheder. Ahlâk harika, âdâb eşsiz, emsalsiz, usul erkân son derece güzel! Şimdi insanlar usul erkân bilmiyor.
Büyüklere nasıl davranılır, küçüklere nasıl davranılır, eşitlere nasıl davranılır, nasıl oturulur nasıl kalkılır?..
[Mehmed Zahid Kotku] rahmetullâhi aleyh Hocamız’ın zamanında video olsaydı da Hocamız’ın dervişliğini tesbit edebilseydik. O eski mübareklerin hayatlarını kaleme alabilseydik.
Osmanlı medeniyeti nedir?
Serâpâ bir tasavvuf medeniyetidir: Usul, erkân, edep! Evliyâ Çelebi Seyahatname’sini okursanız satır satır ifadelerine, Osmanlı’ya hayran kalırsınız. Osmanlı’nın saraylarına bakın, konaklarına bakın, çinilerine, şadırvanlarına, sibyan mektebine, çeşmesine, haznesine, hanına hamamına bakın; her şeyi güzeldir. Her cami yapılırken, yanına bir de hamam yapmışlar, şarıl şarıl suları akar. Gir yıkan kardeşim. Hepsinin yanında hamamları vardır. Hepsinin avlusunda şadırvanları vardır. Hele Bursa camilerinin içinde, şırıl şırıl sular akar.
Bir su medeniyeti, bir ses medeniyeti, bir ışık medeniyeti, bir renk medeniyeti, bir zevk medeniyeti, bir edep medeniyeti!.
Ben şimdi bakıyorum da İznik çinisi yapamıyorlar, on beş-on altıncı yüzyıldaki İznik çinisini yapamıyorlar. Süleymaniye Camii’nin; çinisinin renklerini, yirminci yüzyılda bulamıyorlar. Öyle bir eser ortaya koyamıyorlar. Süleymaniye Camii yapılırken, Haliç’in suları çıkıncaya kadar temelleri aşağı kazılmış. Yaptığı işlerin sağlamlığına bakın! Taşı kıpırdamamış, duvarı çatlamamış. Ne tedbirler almışlar.
Mü’min tatlıdır, tatlılığı sever. Mü’minin her işi tatlıdır, güzeldir, hoştur, sevimlidir, beğenilir!
İkinci Hadis-i şerif:
قَلْبٌ لَيْسَ فِيهِ شَيْءٌ مِنَ الْحِكْمَةِ كَبَيْتٍ خَرِبٍ. فَتَعَلَّمُوا وَعَلِّمُوا، وَتَفَقَّهُوا وَلَا تَمُوتُوا جُهَّالًا، فَإِنَّ اللهَ لَا يَعْذُرُ عَلَى الْجَهْلِ
Kalbün leyse fî hi şey’ün mine’l-hikmeti ke beytin harib. Fe teallemû ve allimû ve tefekkahû ve lâ temûtû cühâlâ fe innallâhe lâ ya’zuru ale’l-cehl.
Hadîs-i şerîf İbn Ömer radıyallahu anhümâ’dan.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
Kalbün leyse fî hi şey’ün mine’l-hikmeti. “Bir gönül ki; hikmet namına, içinde hiçbir şey yok!”
Hikmet ne demek?
“Bilgelik, engin olgunluk” demek.
ke beytin haribin. “Kalbinde, hikmetten hiçbir şey olmayan, bir gönül, yıkık harap bir eve benzer!”
Hikmet olacak, mü’minin gönlünde hikmet olacak!
Hikmet nedir, sadece bilgi midir? Hayır,
Sağlam bilgiye dayanan -zaten sağlam olan şeye muhkem derler, hikmet oradan geliyor- sağlam düşünce, sağlam zevk, sağlam duygu demek hikmet. Çok önemli!
Çünkü; herkesin fikri sağlam değildir. Kısaca; “Eşek hoşaftan ne anlar?!” demişler. Güzelliği anlamak için, insan olmak lazım, insan-ı kâmil olmak lazım.
“İçinde, hikmet olmayan bir gönül; harap bir ev gibidir!”
Binâenaleyh, o hâlde demek;
Fe teallemû. “Bilgi öğrenin, bilginizi artırın, hikmetinizi çoğaltın!”
Tabi öğreneceksiniz, düşüneceksiniz, uygulayacaksınız; iç âleminizde bu hazineler, mücevherat çoğalacak. İç âleminiz hazine olacak, iç dünyanız hazine gibi olacak!
Teallemû. “Öğrenin, okuyun!”
Hadisler var, âyetler var, büyüklerin güzel sözleri var, kitaplar var; her birisi hazine gibi kitaplar var, kütüphanelerde duruyor.
Ve allimû. “Öğretin, çoluğunuza çocuğunuza, hanımınıza, komşunuza, arkadaşınıza, küçüklere, gençlere öğretin!”
Hem öğrenin, hem öğretin!”
Ve tefekkahû. “Dininizin inceliklerini de farkları da kafanıza iyice yerleştirin; fakih olun, dinin inceliklerini bilin!”
Tefakkahû. “Dinin inceliklerini öğrenin!”
Öğrenmezse, hadisleri okumazsa, hangisinin yaptığının doğru olduğunu bilmez ki!
Pabuçları giyerken, giymeye hangisinden başlayacağız?
“Sağ ayağından.”
Çıkarırken?
“Sol.”
Buyur, bunu okumasaydık, bilir miydik?
Bilmezdik, okuyacaksın ki bileceksin! Dinin inceliği.
Medine-i Münevvere’de, emekli paşayı ziyarete gittik, general. Dindar; kale gibi, başlı başına fethedilemez bir kale! İhtiyar, eski devrin adamı! Güzel koku ikram etti ben [sağ elimi] uzattım:
“O değil, sol!” dedi.
Ben “Sağ el!” dedim.
“Yok, sol!” dedi.
Sonradan, Peygamber Efendimiz’in hadisine, rastladım: Peygamber Efendimiz güzel kokuyu sol avucuna koyarmış, oradan alıp bıyıklarına, kaşlarına oradan sürermiş. Burası dağıtım merkezi! Sola almıyor, solu dağıtım merkezi yapıyor; yine sağla dağıtıyor. Bu, okumadan bilinmiyor. Ben sağ elimi uzattım; adamcağız ikaz etti, düzeltti. Öldüyse, rahmet eylesin, yaşıyorsa ömür versin, derecesi yüksek olsun.
Tefakkahû. “Fakih olun, dinin inceliklerini öğrenin, cahil kalmayın!”
İnsan, her gün bir iki sayfa okusa öğrense çoluk çocuğuna öğretse; “Bak evladım, şöyle yap canım, bunun sevabı çok…” filan dese çoluk çocuk yavaş yavaş öğrenir. Zaten anne-baba nasıl yoldan giderse, çocuklar da o yoldan gider, onları takip ederler. Çocukların yamukluğu, annesinin-babasının yamukluğundandır. Anne-baba doğru gitse, çocuklar da doğru olur. Annesi-babası, fiilen gözle görülen numune olsa, çocuk oradan gördüğünü yapar.
Bir de sokağa çıkartırsan, yaramaz çocuklarla karşılaşırsa, yaramaz çocuklarda bir başka bir şey gördü mü hemen onu yapar. Çünkü, gördüğünü yapar: “Aman evladım o yanlıştır!..” diye artık onu anlatıncaya kadar, bir hâl olursun.
Çünkü kötü arkadaş felakettir! Bir çocuk parkına götür, bir küfür öğrensin, akşam misafir geldiği zaman, o sunturlu küfürü çocuk söyler. Kötü olduğunu bilmez ki! Duymuştur, bilmediği kelime olduğundan papağan gibi kapmıştır, kulağına yerleştirmiştir, mânasını bilmez. Anne-baba, ev halkı kıpkırmızı kesilir. O küfrü, çocuk parkından almıştır, mânasını da bilmez.
Anne-baba; çocuğa en çok tesiri olandır ama çoluk çocuktan, arkadaşlardan, oradan buradan da alır. Daima iyi arkadaş bulup, iyilerle olmak lazım!
İlim öğrenin ve öğretin ve dinin inceliklerini de kavrayın, fakih olun, dinin inceliklerini bilen insanlar olun!
Ve lâ temûtû cühâlâ. “Cahil herifler olarak ölmeyin!” diyor, Peygamber Efendimiz.
Fe innallâhe lâ ya’zuru ale’l-cehl. “Çünkü, Allahu Teâlâ hazretleri cahilliği, mazeret saymaz, mazeret olarak kabul etmez!”
“Bilmiyordum yâ Rabbi!..”
“Bilseydin! Niye okumadın, niye öğrenmedin? Peygamber gönderdim, Kur’an-ı Kerim’i indirdim, niye onları okumadın?!..”
Kur’ân-ı Kerîm’de yazıyor. Kur’ân-ı Kerîm’in Fâtiha”sını okusa, insana yeter.
Kur’ân-ı Kerîm okumaz!
Türkiye’de; Kur’ân-ı Kerîm’i bilmemek, hiç ayıp sayılmıyor! Çok ayıp, ayıpların en büyüğü! Herkes ayıplı olduğu için kimse kimseyi ayıplamıyor!
“Kardeşim, sen Kur’ân-ı Kerîm’i bilmiyor musun? Aman ne kadar ayıp…” demiyor. Herkes hayatından memnun!
Allah bizleri ıslah eylesin.
Allah celle celâlüh cahilleri mazur saymıyor. “Öğrenin!” diyor.
Bir Hadis-i şerif daha okuyacağım,üç olsun diye;
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
قِيَامُ الـْمَرْءِ مَعَ أَخِيهِ الـْمُسْلِمِ أَفْضَلُ مِنِ اعْتِكَافِ سُنَّةٍ فِي الـْمَسْجِدِ
Kıyâmü’l-mer’i mea ehîhi’l-müslimi efdalü min i’tikâfi senetin fi’l-mescidi.
Enes radıyallahu anh’ten rivayet olunmuş ki, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
Kıyâmü’l-mer’i mea ehîhi’l-müslimi efdalü min i’tikâfi senetin fi’l-mescidi. “Bir kişinin; din kardeşinin işini görmek için, onunla beraber bulunması, onun yanında yürümesi, gitmesi; işini görecek, işi var.Yardımcı olmak için, onunla beraber, işini görmeye kalkışması, sıkıntısı var, çözümleyemediği bir sorunu var, onun yanında beraber duruşu; mescitte bir sene itikâfa girmekten, daha hayırlıdır!”Bir sene.
İtikâfı, hepiniz bilirsiniz. Ramazan’ın son on gününde, bayağı fedakârlık oluyor değil mi?
Evinden ayrılıyorsun, camiye geliyorsun; yastık, yorgan, yatak konforu azalıyor, bir de caminin düzenine uymak icap ediyor. Uyku azalıyor. İstediğin zaman uyuyamıyorsun, istediğini yiyemiyorsun; bir de oruç var. Ondan sonra bir de gece kalkıp, ibadet edeceksin, bir de şu zikirleri çekeceksin, şu kadar Kur’an okuyacaksın…
Bayağı ağırca, bir vazife.Çokta tatlı, bittiği zaman tatlı oluyor, yaparken meşakkatli ama sonuçta insan, çok memnun oluyor. Ama on gün. Biraz fazla olsun diye istiyoruz kabadayılıktan; “Daha da olsaydı, doyamadık…” filan ama daha fazla olsa; vaziyet nasıl olur bilmem! Motorun kapağı çatlar, fazla tazyike gelemez, conta yakarız.
Bir müslüman kardeşinin işini görüvermek; bir sene mescitte, itikâf etmekten hayırlıymış!
Burada oluyor, devlet dairesinde işi oluyor, İngilizce bilmiyor. Belediyede işi oluyor, gidecek, konuşmasını, takip etmesini bilmiyor.
Aman kardeşim, geliver götürüver. “Gel.” diyor arabasına alıyor, götürüyor.
Bir müslüman kardeşinin, işini görmek için, yanında bulunmak; bir sene mescidde itikâftan efdal, daha faziletli!
Neden?
Mü’minin mü’mini sevmesine Allah çok mükâfat veriyor,ondan.
“Sabahleyin ne okuduk?”
“Hadis okuduk”
“Tabi,ben de biliyorum,hadis okuduk.”
“Bunun içinde ne var?”
“Yazı var,”
“Ne yazıyor?”
“Onu da sen bil”
Sabahleyin okuduk ki;
“Bir Müslüman, bir müslüman kardeşini, hastayken ziyaret ederse Allah, o ziyaret eden kardeşe yetmiş bin melek görevlendirirmiş. Günün hangi saatinde, ziyaretine gitmişse; akşam oluncaya kadar o melekler ona salât u selâm getirip, dua ederlermiş. Gece ziyaretine gitmişse evinde; gecenin hangi saatinde gitmişse, sabah oluncaya kadar,, yetmiş bin tane melek ağız birliğiyle o kimseye salât u selâm edip o ziyaret eden mü’min için, Allah’a dua ediveriyorlar!” diye hadis okumuştuk.
Neden?
Mü’minin mü’mini sevmesi sevap, hastayken ziyaret etmesi vazife ve sevap ve işini görüvermesi, gönlünü hoş etmesi, duasını alıvermesi de sevap!
Mü’minin gönlünü yapmak, “Allah razı olsun.” demek sevap, işini görüvermek sevap! Cenab-ı Hak ne türlü ödüller koymuş ki; mü’minler mü’minleri sevsin diye, ama yine de sevmiyor.
Eğitimimiz çok zayıf! Sınıfta kalmışız, sınıfta kalmışız, sınıfta kalmışız, belge almışız, atılmışız satılmışız; çok kusurlarımız var! Çevremiz çok bozuk! Günahlar çok, şeytanlar ortada oynuyor. Öyle bir tehlikeli ortamdayız ki!
Nereye kaçacağız?
Şeytandan kaçacak, üç tane yer var:
1. Mescid: Buraya kaçacağız. Buraya getirmemek için şeytan, size kırk tane mâni çıkartır. Yemeği yersiniz gözünüz mahmurlaşır: “Evde kılayım, şimdi yatıyım da ondan sonra kılayım…” Buraya getirmemek için şeytan, bastırıyor. Dikkat, tuşa geliyorsunuz! Mescide giren temizlenir, kurtulur.
2. Zikrullah: Zikrullah yapan, zikrullahı seven, zikrullaha devam eden kurtulur. Zikrullah, kurtarır.
3. Kur’ân-ı Kerîm: Kur’ân-ı Kerîm’e sarılan kurtulur. Bunları sırayla söylemiyorum. Üç tane sayıyorum. Önceliklilik, bakımından söylemiyorum.
Yoksa dışarıda şeytanlar dolaşıyorlar. Besmelesiz, evinize girdiğiniz zaman, sizinle giriyor. Besmelesiz yemeğe başladığınız zaman, sizinle yiyor. Besmelesiz bir iş yaptığınız zaman, aynen o işleri yapıyor.
Allah bize yardımcı olsun, affetsin. Tevfîkini refîk eylesin. Her işimizi, rızasına uygun yapmaya muvaffak eylesin. Allah hepinizden razı olsun.
el-Fâtiha.