El-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mubâreken fîh. Alâ kulli hâlin fî kulli hîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn ve eşrefu’l-murselîn ve imâmu’l-muttekîn seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve usvetinâ’l-haseneti muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi’ahû bi ihsânin ecma’îne’t-tayyibîne’t-tâhirîn.
Emmâ ba’d.
Çok değerli kardeşlerim, Allah’a, rabbimize, alemlerin rabbine, sonsuz hamdü senalar olsun. Sayılamayacak kadar çok nimetleriyle bizleri taltif ediyor, nimetlendiriyor. Çok şükürler olsun, sayısız hamdü senalar olsun.
Sözlerin en güzeli olan, insanoğlu sözleri arasında en güzeli olan, Allah’ın kelamından sonra en çok okumamız, izzetle hürmet göstermemiz gereken hadîs-i şerîflerden bir demet, bir miktar okuyup size izah etmek istiyorum. Sözümüz; O’nun sözüyle şereflensin. Sohbetimiz O’nun hadîs-i şerîfleriyle kıymetlensin diye, Allahu Teâlâ hazretleri büyük sevaplar ihsan eylesin.
Enes radıyallahu anh’dan, İbnül Neccar rivayet eylemiş rahmetullah aleyh, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem buyurmuş ki;
“İnne lillahi azze ve celle ibaden yuzallü bihim amili bela, yuhyihim fi afiyetin ve yümitühüm fi afiyetin ve yüdhıluhumül cennete fi afiyet”
Sadaka rasûlü’llâh, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
Daha önce hadîs-i şerîflerin bir kısmını bilip bir kısmını bilmemek manzarayı tamamlamıyor. Yani çok okumak lazım, çok her yönüyle bilmek lazım. Belaların, musibetlerin Allah’ın sevgili kullarına çok geldiğini biliyoruz. En çok şiddetli belalar peygamberlere gelmiş diye, Peygamber efendimiz bu hadîs-i şerîfte bunun istisnasını da buyurmuş, diyor ki;
Aziz ve pek celil olan Cenâb-ı Mevla’nın öyle kulları vardır ki, inne lillahi azze ve celle ibaden, öyle kulları da vardır ki, yudannu bihim anil bela, Allah onları beladan korur, esirger, belayı onlara uğratmaz. Böyle kulları da vardır, Allah’ın. Yuhuhim fi afiyetin, afiyet içinde yaşatır. Ve yumutihum fi afiyetin, afiyet içinde canını alır, öldürür. Fi yulhimul cennete fi afiyetin, afiyet içinde de cennetine dahil eder.
Demek ki, belki biz onlardan mıyız, böyle bu kadar izzetler, nimetler, koltuklar, salonlar, yemekler, tatlılar ile korkuyordum yani onları yedikçe, bu güzel yerlerde oturdukça, korkuyordum. Bu bana bir teselli gibi geldi yani. Cenâb-ı Hakk’ın lütfu demek ki; bazı kulları zayıf olduğundan onları da öyle afiyetle yaşatıp, afiyetle cennete sokuyor. Biz de onu istiyoruz zaten, Ya Rabbi! Bize hem dünyada hem ahrette her konuda, hem dünyevi konularda hem dini konularda afiyet ihsan eyle diye dua ederiz. “Allâhumme innâ nes’eluke’l-afve ve’l-âfiyete fî’d-dîni ve’d-dunyâ ve’l-âhire” diye, o duayı da öğreten Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz.
Elhamdülillah şimdi ki içinde bulunduğumuz nimetler de Rabbimizin ikramı bir afiyet. Allahu Teâlâ Hazretleri afiyetinizi daim etsin. Güzel ibadetler yapmayı nasip etsin afiyet içinde de cennetine dahil eylesin.
Diğer bir hadîs-i şerîf;
“İnne lillahi Teâlâ melaiketen seyyahine fil ardı yubeldiruni min ümmeti essela”
Abdurrezzak Ahmet İbni Hanbel Nesei Tebarani, Hakim, İbni Hubban, Hulvani gibi kaynaklar, Abdullah İbni Mesut radıyallahu anh’dan, rivayet etmişler. Bu da bizim halimize, tânımıza, icraatımıza bir müjde; sizlere bir müjde yani Elhamdülillah bu açılan sayfada.
Allahu Teâlâ Hazretlerinin, bazı melekleri vardır. “İnne lillahi Teâlâ melaiketen” yüce Allah’ın, müteâli Allah’ın, bazı melekleri vardır. “seyyahim” hareket halinde, seyahat halindedirler, gezerler, gezgin melekleri vardır. “Fil ardı” yeryüzünde, şu bizim dünyamızda gezen, gezgin, oradan oraya hemen giden melekleri vardır. “yubellibuni” bunlar bana tebliğ ederler, bildirirler, iletirler, getirirler “min ümmeti” benim ümmetimden “esselam” selamı getirirler.
Aziz ve muhterem kardeşlerim,
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimize, bir kimse salatü selam getirirse; Allah’ın işte böyle melekleri, o selamları alırlar, Resûlullah sallallahu aleyhi vessellem Efendimize getirirler, tebliğ ederler. Falancanın evladı falanca, falanca yerden Ya Resûlullah sana selam söyledi buyur, diye getirirler ve peygamber Efendimiz salât-u selamı alır. Ben ziyaret ederken, önünden geçerken, şebeke-i saadetenin önünden, türbe-i saadetinin önünden geçerken, huzuruna çok çıkmaya yüzüm yok ama, yarabbi diyorum, askerler böyle resmi geçitte geçerler bende nefer olarak öyle geçmiş olayım diyorum. İçimden de şöyle geçiyor ki; Ya Resûlullah biz seni ziyaret ediyoruz, sen ziyaret edilensin, biz de ziyaretçileriz. Her ziyaret edilenin, ziyaret edene malum ikramı vardır. Bu da ziyaret edilen kimsenin, cömertliğiyle mütenasiptir. Yani çok zenginse ikramı da misafire şanlı olur, o kadar olur. O kadar fazla olur. Resûlullah Efendimiz de “ekremun halkı” halkın en cömertidir. Her sıfatı en yücedir, en güzeldir. Peygamber Efendimiz cömertliği de en büyük cömertliktir. Öyle cömertlik ki, hudut tanımayan, deniz gibi, derya gibi, güneş gibi, rüzgar gibi, öyle cömertliği vardır. İsteyene verir, isteyeni boş çevirmez, istemeyene de verir. Hatta verdiği zaman; ya Resûlullah ihtiyacım yok diyene dahi, başka muhtaçlara verseniz, muhtaç kardeşlerimize verseniz diye böyle söyleyenlere de demiş ki; ey delikanlı sen istemeden, Allah sana bir şey verirse al, onu. İstemeyene de veriyor. Verdiği zaman da doyurucu şekilde veriyor.
Bedevinin birisi Peygamber Efendimizin yanına gelirken, zekât koyunlarının yanından geçiyormuş, güzel bir sürü, kalabalık koyunlar, o da bu işin mütehassısı yani bedevi; koyun, deve, hayvan besler otlatır çölde bilir bir bakışta bilir. Sürünün içinde, en güzelini seçer.
Rahmetli bir komşumuz vardı, Ankara’da ihvanımızdan, bir sürüye gittik kurban bayramında, işte kaça dedi sordu falan, seç bakalım dedi. Adam tabi sürüdeki seçmeye göre, fiyatı ona göre söyleyecek. Şöyle sürünün içini gezdi gözünü gezdirdi, gitti bir tanesini sırtından bir yakaladı, adamın sanki can damarını tutmuş gibi, adam dedi ki; ya en güzelini seçtin, yani uzman olan bilir tabi. Ben de bir koyun almıştım bir keresinde kasaba kestirdim. Dedi;” hocam, bu zayıf hayvanı nerden buldun”. Aramakla kolay bulunmazmış meğerse ben de onu bulmuşum ama ben de baktım böyle boynuzluydu, boylu posluydu anlamadığım için, güzel diye aldım ama kasap öyle dedi, bu kadar zayıfını nereden buldun, aramakla bulunmaz dedi.
Şimdi bedevi bakmış ;sürü çok güzel, aman ya Resûlullah ne kadar güzel sürü demiş, Peygamber Efendimiz de çok mu beğendin demiş. Çok beğendim ya Resûlullah . Peki , al öyleyse demiş. Hepsini mi ya Resûlullah?
Hepsini al. Hepsini birden almış. Sürüsünün hepsini birden vermiş Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem, hepsini birden almış. Sabah fakir çıktığı kabilesine, akşam koyun sürüsü ile dönmüş, zengin olarak dönmüş. Tabi herkes şaşırmış, bu ne böyle?
Demiş ki; Muhammed sallallahu aleyhi vessellem fakirlikten korkmayan bir insanın cömertliğiyle veriyor, öyle veriyor. Resûlullah efendimiz böyle cömert olduğuna göre, biz de ziyaretçisi olduğumuza göre artık varın kıyas edin, burayı ziyaret etmenin şanını, güzelliğini, şerefini, kıymetini.
Allahu Teâlâ hazretleri edebe riayet edip; rızasını, sevgisini kazanmayı nasip etsin. Yoksa buraya gelmenin kazançları, sabahlara kadar saymakla bitmez.
Evet, salât-u selâmı Peygamber Efendimize çok edelim, melekler de sizin salât-u selamlarınızı getirecekler. O gözünüzün önünden gitmesin. Bu hadîs-i şerîf kulağınızda, zihninizde kalsın. Salât-u selâmı çok eyleyin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesselleme. Günde yüz salât-u selâm getirenin; Allahu Teâlâ Hazretleri yüz ihtiyacını giderir, yüz hacetini reva eder,görür. Yetmiş tanesi ahirete ait ihtiyaçlardır, onları giderir. Otuz tanesi de dünyaya, dünyalık hacetlerini de görür. Dünyası da ahreti de kârlı ve çok hoş olur.
Üsâme B. Zeyd radıyallahu anh’den; yine kıymetli hadîs alimlerinin rivayet ettiği, Buhari’nin Müslim’in, Ebu Davut’un, Neseî’inin, İbnî Mâce’nin, Ahmet İbni Hanbel ki bunlar hep sahih hadîs kitaplarının isimleri, yazarlarının isimleridir.
Efendimiz buyurmuş ki;
İnne lillahi mâ ehaze, velehu mâ agta ve külli şeyin indehu bi ecelin müsemma femurha fel tasbir, vel tahtesib”
Buyuruyor ki, Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem; aldığı şey de Allah’ındır, verdiği şey de Allah’ındır. Kuluna bir şey veriyorsan; Allah veriyor, Allah’tandır. Kulundan bir şey alıyorsa; Allah alıyor, kendisinindir alır. Verir alır, kendisinindir alır.
“Ve külli şey’in indehû bi ecelin müsemma” her şey onun huzurunda, Allahu Teâlâ Hazretlerinin katında. Her şey belirli bir tayin edilmiş zamanlıdır, fanidir. Bir kısa müddetlidir, ecellidir. Onun için her yaşayan da ölecek demek istiyor. Çünkü, bunu bir vefat üzerine söylemiş.
“Fenurhâ” ona emret, o kadına emret, “fel tasbir” çocuğunun vefatına sabretsin, “vel tahtesib” sevabını Allah’tan beklesin. Kerimeyi muhteremesi, kendi öz kızı Zeynep radıyallahu anh’ın, çocuğu çok hastalanmış, ağırlaşmış, dedesi olduğu için, Peygamberimiz olduğundan, her şeyimiz olduğundan, haber göndermiş, çocuk çok rahatsız ölmek üzere diye, Efendimiz torunu için böyle buyurmuş. Veren Allah, bu çocuğu veren Allah, alan da Allah. Genç yaşta bazen küçük çocukta ölür. Ölen çocuklar; ahirette, mahşer yerinde, annelerine şerbet ikram edecekler. O susuz yerde, herkesin dudaklarının çatladığı, kuruduğu yerde, yalnız anne babalarına verecekler. Başkası istediği zaman, biz annemize vermekle vazifeliyiz diyecekler, ona verecekler. Veren de Allah’tır, alan da Allah’tır. Her şeyin bir müddeti vardır, ömrü vardır, her şey böyle tayin edilmiş müddet içindedir. Ona emredin, söyleyin ona, yani benim emrimi ona tebliğ edin, kızıma söyleyin yani sabretsin, kaderin bu yazgısına, yazısına sabretsin “vel tahtesib” ecrini, sevabını da Allah’tan beklesin.
Evet, bir padişah, bir zamanlar bir rüya görmüş de meraklanmış, demiş ki bu rüyanın acaba tabiri ne? Bir insan çağırmışlar, rüyayı anlatmışlar, -rüyanın ne olduğunu yazmıyor benim okuduğum kitap da- rüyayı anlatmışlar. Dinleyenin yüzü kıpkırmızı olmuş, ne oldu demiş, bozarmış, kızarmış ne oldu?
Demiş, sultanım maalesef rüya gösteriyor ki, işaret ediyor ki, sen demiş annenin vefatını göreceksin, babanın vefatını göreceksin, hanımının vefatını göreceksin, çocuğunun vefatını göreceksin, torununun vefatını göreceksin deyince, celallenmiş hükümdar bağırmış, bu adamı, uğursuz ağızlı adamı, kötü tevil eden, yoran adamı, atın benim huzurumdan kovalamış. Demiş bana, doğru düzgün alim, arîf bir zat getirin. Aramışlar böyle hakikaten böyle arîf , gün görmüş, ehli dil, ehli hal bir kimse bulmuşlar şehirden getirmişler. Demişler ki, sultanımız böyle bir rüya görmüş, tabir et bakalım rüyayı. Gülmüş o arif olan zat gülmüş, demiş padişahım müjdeler olsun; -aynı rüya, aynı rüyaya- padişahım demiş müjdeler olsun, siz demiş annenizden, babanızdan da çok yaşayacaksınız bu tabi demiş, hanımınızdan da çok yaşayacaksınız, oğlunuzdan, çocuğunuzdan da çok yaşayacaksınız, hatta torununuzdan da çok yaşayacaksınız. E aynı şey, birincisi de aynı şeyi söyledi. Yani hayat bu, ne yapsak, gülerek de söylesek, ağlayarak da söylesek, bir gün olacak bir şey.
Bunların hepsi Cenâb-ı Hakkın yazgısı olduğundan, kadere rıza da arîflerin işi. Yani imanı kuvvetli insanların işi olduğundan, güzel şeyler de herkes gülmesini bilir de böyle bir şey de olduğu zaman sabredecek “vel tahtesib” ecrini sevabını, Allah’tan gelecek diye öyle hesap etsin, sevabını Allah’tan beklesin.
İhtisab ne demek? Sevabını Allah’tan ummak, beklemek, hesaplamak; Allah bana sevabını verir diye şey yapmak.
Mesela, Cuma günü diyor Peygamber Efendimiz; kim inanarak, imanen ve hesabını, sevabını Allah’tan bekleyerek, ihtisaben yıkanırsa yedi günlük günahı af olur. Geriye doğru, üç gün de ziyadesiyle, on günlük günahı af olur.
“meni tesebe yevmel cumati imanen vehtisare” inanarak, sevabını Allah’tan bekleyerek, bak ihtisaben orada da geçiyor. On günlük günahı af olur. Hatta kendisi de ailesi de, hatta su çok pahalı olsa bile, bir çömlek, bir maşraba su, bilmem kaç altın olsa bile, eskiler bu sevapları kaçırmazlarmış.
Ve diğer bir hadîsi şerife geçiyorum.
“İnne lillahi teale meleken yunadi indekulli salatin yabeni adem kumu ilânirakimülleti ev kattemuha ala enfisiküm fe etfehu’a bisselah”
Bu da Tealisi ve diğer kaynaklarca yazılmış. Enes radıyallahu anh’dan, bir hadîsi şerif.
“İnne lillahi Teâlâ meleken” Allahu Teâlâ Hazretlerinin, ulu, yüce Allahu Teâlâ Hazretlerinin, bir meleği vardır ki; vazifesi neymiş bu meleğin,
“yunadi inde külli salatin” her namaz vakti geldiği zaman, her farz namaz vakit geldiği zaman ;Allah’ın bu vazifeli meleği seslenir, nida eder. “Yunadi” nida eder, yani tellal gibi yüksek sesle bağırır. Ama biz duymuyoruz. Bağırır ki, Peygamber Efendimiz bildiriyor, belki duyan duyuyordur da. Ne der? Ya beni adem, ey ademin oğulları, Adem aleyhisselam’dan türeyen insanlar, ey ademin oğulları
“kumu ila niraniküm” ateşlerinize kalkın bakalım, cehennemlerinize, ateşlerinize tutuşturduğunuz ateşlerinize kalkın bakalım,
“ev kattumuha ala enfüsekûm” kendi aleyhinize, kendinizi yakmak için tutuşturduğunuz ateşlere kalkın bakalım, “fe atfe uha bisselah” namaz kılıp da onları söndürün bakalım, dermiş o melek. Her namaz vaktinde o melek böyle seslenirmiş, bütün müminlere.
Demek ki insanlar; dünya hayatındaki sözlerinde, hareketlerinde, alışverişlerinde, ticaretlerinde neler yapıyorlarsa, kendilerini yakacak ateşler tutuşturuyorlar.
“İla nirani kümülleti ev kattumuha ala enfüsekum” kendi nefislerinizi yakmak için, kendinizin tutuşturduğunuz ateşlerin başına, koşun gidin bakalım, namaz kılıp onu söndürün dermiş.
Demek ki biz insanoğulları, Adem atamızın evlatları, eğer kötü işler yaparsak Allah’ın yasakladığı işleri yaparsak; kendimizi yakacak ateşleri, kendimiz yakmış oluyoruz, kendimiz tutuşturmuş oluyoruz. E onda yanacak, bunun sönmesi nasıl oluyor, namaz kılmakla oluyor. Her namaz vaktinde, bu vazifeli melek böyle seslenirmiş.
Şimdiye kadar duymamıştınız ama, ben de melek de değilim ama, şimdi hepiniz duydunuz.
Demek ki ,ezan okunduğu zaman, namaz vakti girdiğinde ezan duyulmayan yer de bile olsak, kırda, bayırda, yaylada, tarlada, bağda bahçede, denizde nerede olursak olalım bunu hatırlayacağız. Kendi kendimize, kendimizi yakacak ateşleri, işlediğimiz suçlarla kendimiz tutuşturuyoruz, odunları kendimiz topluyoruz, ateşi kendimiz yakıyoruz, bu ateş yanarsa kendimiz yanacağız. Yanmaya devam ederse, bu ateşe kendimiz atılacağız, kendimiz yanacağız. Namaz kılınca bu ateş sönüyor.
Evet, namaz dinin direğidir. İslam, namazla kaimdir. Namazı muntazam kılan, dinini ayakta tutmuş olur. Namazı ihmal eden, terk eden dinini yerlere sermiş olur. Çadırın direğini kırmış olur, çadırı yere sermiş olur.
Namaz çok önemlidir. Onun için bu namazları böyle kılmak lazım, günde beş vakit namaz kılmak, evinin önünden pırıl pırıl, billur gibi suyu; şırıl şırıl akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan insan, gibi olur. Yani namaz günahları siler. Yani namaz, insanı yakacak ateşleri söndürür. Onun için, namazın kadrini kıymetini bilelim.
Elhamdülillah burada görüyorsunuz Allah’ın ne kadar aşık kulları var, ne kadar gayretli kulları var. Nasıl halkın hepsi, ne güzel bir belde ki, hepsi geliyorlar namazlara ezan vakti oldu mu dükkanlar kapanıyor, herkes camilere geliyor. Namazı aceleye getirmeden kılıyorlar, ondan sonra işlerine gidiyorlar.
Bizim Müslüman olarak hayatımızın, günlük hayatımızın, en önemli çalışmalarından birisi, bu namazdır. Bu namaz kılındığı zaman ne mutlu bize, kılınmadığı zaman çok büyük tehlike; ateş bacayı sarar, yangın konağı yakar kül eder.
Onun için, Allah gafil kardeşlerimizi, gaflet uykusundan uyandırsın. O gafil kardeşlerimizin kimisi bizim kardeşlerimizdir, kimisi çocuklarımızdır, kimisi dayılar amcalardır, kimisi mahalleden komşulardır nice -aslında bi namazdır ama biz beynamaz diyoruz- nice namazsız Müslüman’ım diyen, ben de Müslüman’ım diyen ama namazı kılmayan insan vardır. Onlar ateşlerini söndürmüyorlar. Ateşleri günden güne, her vakit ateşleri kendi aleyhlerine, kendilerini yakmak için tutuşturulmuş olan ateşler cayır cayır, harıl harıl, İbrahim aleyhisselam’ı içine attıkları ateşi düşünün; yanına yanaşamamışlar da mancınıkla savurmuşlar İbrahim aleyhisselam’ı ateşin ortasına, cayır cayır ateşler yanıyor. Bu sahneyi de gözünüzün önünden ayırmayın.
Çoluk çocuğunuzu namazlı yetiştirin. Çocuğunuzun bazı şeyleri çok sevmesi lazım, Kuran’ı çok sevmesi lazım, küçükten bunu nasıl yapacaksanız, şekerle mi, çikolatayla mı, cikletle mi, parayla mı, nasıl yapacaksınız.
Allah rahmet eylesin, bir ihvanımızdan bir hoca vardı. Ben dedi, Kur’an-ı Kerîm’i ezberledim hafız oldum, her sayfası için babam bana bir lira verirdi dedi. O zaman bir lira artık şimdinin ne kadar parasıysa bilmiyorum. Bir liraya sayfasını bir liradan ezberledim öyle şey yaptım. Aşk olsun o babaya, parayı vermiş çocuğunu hafız yetiştirmiş. Allah nur içinde yatırsın, ruhunu şad eylesin, mekanını cennet eylesin. Çocuğunu hafız yapmış.
Kur’an’ı sevdireceksiniz, Resûlullah Efendimiz sevdireceksiniz. Resûlullah sallalahu aleyhi vessellem Efendimizi çocuk sevecek. Nasıl sevdirirseniz? Tabi kuru lafla olmaz, önce siz seveceksiniz ki, çocuğa Resûlullah sevgisini, aşılayabilesiniz.
Burada eski kitapları okudum da şu bizim namaz kıldığımız Peygamber Efendimizin mescidinde, yatsı namazından sonra cami kapanacağı zaman oturanlara, ağalar gelirmiş, vazifeli görevliler gelirlermiş yanına, hadi efendi kalk artık kapıları kapatacağız falan diye bağırmak yok, gelirlermiş; la ilahe illallah derlermiş. O da la ilahe illallah dermiş, anlarmış kalkarmış. Yavaş konuşurlarmış,
“la terfa’u esfatakum in fevka savtin nebiyyi”
Diye, hali hayatında yüksek sesle konuşmamak emrediliyor Kur’an-ı Kerîm’de ama onlar Peygamber Efendimizin mescidinde o kadar edebe riayet ederlermiş.
Çocuğunuz sevecek, Resûlullah Efendimiz çok sevecek, nasıl sevdirirseniz, onun çarelerini arayacaksınız, hediyeye gark edeceksiniz, öğreteceksiniz, anlatacaksınız, meziyetlerini bildireceksiniz. Resûlullah Efendimizi, canından çok sevecek. Kur’an-ı Kerîm’i, canından çok sevecek. Namazı sevecek. Namazı bir angarya görmeyecek. Namazı Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmak, müminin miracı olarak görecek, cemaati sevecek, cemaatten kaçmayacak.
İnşallah camileri mamur ederiz, imar ederiz, memnu, dopdolu ederiz inşallah. İnşallah buradaki aşk ve şevk orada da artarak devam eder.
Allahu Teâlâ Hazretleri bize buralara gelmeyi nasip etti. Bu mübarek mescidi, Peygamber Efendimizin türbeyi saadetini ziyarete nasip etti, salât-u selâmlar getirmeyi nasip etti, burada namaz kılmalar nasip etti. Bu yerin kadrini kıymetini bilip, zamanımızı güzel değerlendirmeyi nasip etsin.
Biliyorsunuz bu şehrin eskiden adı yesrib imiş, peltek “s” ile “yesrib” ve bu şehrin ne zaman kurulduğuna dair tarih kitapları çeşitli şeyler söylüyorlar. Bazı rivayetlere göre Nuh aleyhisselam’ın bilmem kaç nesil sonra evlatlarından, torunlarından birileri kurmuş, bu şehri ve şehri kuran kişinin adı Yesrib olduğundan öylece isimlendirilmiş şehir deniliyor.
Bu rivayetler arasında benim dikkatimi çeken bir rivayet var onu söylemek istiyorum. Musa aleyhisselam’da ashabıyla hacca gelirken ki, onlar da biliyorlardı, Kabe-i Müşerrefe’nin kıymetini, o mevkiinin mukaddesliğini, çünkü çok öncelerden beri orası Cenâb-ı Hakk’ın mübarek kıldığı bir yer. Bu diyara gelince, kendi kitaplarında, kendi peygamberleri tarafından evsafı hangi şehirde oturacağı, hangi şehre hicret edeceği neler yapacağı bildirilen, ahir zaman peygamberinin hicret edeceği yer burası diye, alametleri benziyor diye bazıları buraya oradan yerleşmişler. Yahudi kabilelerinin olması burada ondan dolayı. Yani gelecek olan ahir zaman peygamberinin hicret edeceği şehir burası diye anladıklarından buraya yerleşmişler, mübarek yer diye ve Peygamber Efendimizin gelişini bekleyip durmuşlar. Etraftaki Arap kabilelerine, bunu daima söylemişler. Demişler ki, yakında, alametleri belirdi, zaman döndü dolaştı; ahir zaman peygamberi gelecek, biz o geldiği zaman putları kıracağız, şirki, küfrü imha edeceğiz demişler. O peygamberi beklemişler.
Ama Cenâb-ı Hakk’ın hikmeti, cilveyi Rabbani, kaderin cilvesi, imtihanın cilvesi, Cenâb-ı Hak, o müşrib dedikleri, küçümsedikleri insanlara imanı nasip etmiş de kendi evlatlarını bilir gibi, Muhammedi Mustafa’nın hak peygamber olduğunu bilen insanlar imandan mahrum kalmışlar, mahrum yaşamışlar.
Buradan anlıyoruz ki, aziz ve muhterem kardeşlerim, her şeyimiz Cenâb-ı Hakkın lütfuna bağlıdır. Edebe riayet etmemiz lazım, edepli kul olmamız lazım, edebe çok dikkat etmememiz lazım, sözümüze, hareketimizi hatta niyetimize, düşüncemize çok dikkat etmemiz lazım ki, Cenâb-ı Hakka çok yalvarmamız lazım ki, Cenâb-ı Hak bizi edepsizliklerimizden dolayı cezalandırmasın, mahrum etmesin.
“bi edep mahrun geşt ez lütfu rab” diyor şair, edepsiz Rabbı’nın lütfundan mahrum kalır. İnsanın Cenâb-ı Hakkın rahmetinden, lütfundan mahrum kalmasının sebebi nedir? Edepsizlik, tek kelime, mahrumiyetin sebebi nedir?
Edepsizlik.
Nailiyetin, nimete ermenin, lütfa ermenin sebebi nedir?
Edebe riayet.
Onun için hepimiz konuşmamızda, oturmamızda, her şeyimizde son derece edebe riayet edelim. Camide, bir yere otururken, dua ederken, insanlarla konuşurken, alışveriş yaparken, şurada yatarken, kalkarken, şurada yemek yerken bilelim ki, Cenâb-ı Hak; her yerde hazır ve nazırdır, hepsini görüyor.
Geçen gün oturdum, yanımdan birisi selamün aleyküm dedi genç, aleyküm selam dedim. Fe eynallah dedi, Allah nerede dedi bana? hemen, yekten. Benim de şöyle bir düşündüm buna ne cevap vereyim diye, dedim ki;
“Ve hüve me'aküm eyne ma küntüm” nerede olursanız olun Allah sizin yanınızda.
“Vallahu bima tağmelune basir” ne yapıyorsanız görüyor.
“Ve-iżâ seeleke 'ibâdî 'annî fe-innî karîb” kulum benden dua edip, bir şey isterse ben ona yakınım diyor. Yakın, uzak değil, yakın, yanımızda her şeyi görüyor.
İmanın en faziletlisi nedir?
Nerede olursan ol, Allah’ın senin yanında olduğunun idrakini kafanda taşıma.
Allah beni görüyor. O zaman Allah’ın huzurunda insan, huzurda bulunmanın edebini takınır. Edebini takınırsa lütuflara nail olur. Edepsizlik yaparsa, mahrum olur.
Peygamber Efendimizin ashabı, fütuhat için bir yere gitmişler, demişler ki, Müslüman olun, olmayacağız ne olacak? O zaman İslam’ın hakimiyetini kabul edin, cizye verin. Müslümanlar idareci olacak, siz de Müslümanların emrinde olacaksınız vergi vereceksiniz. Onu da yapmayacağız, ne olacak? O zaman, sizinle savaşırız demişler. Çünkü Peygamber Efendimiz, cihadla emredildi. Onlar da o emri yerine getiriyorlar.
La ilahe illallah’ı yayacaklar, herkes bilecek. Gidebildikleri yere kadar gittiler. Atlas Okyanusu’nda durdular. Atlas Okyanusu’nun ötesine geçebilecek vasıtaları olsaydı, Amerika’ya da giderlerdi ve Amerika’ya Kristof Kolomb’dan önce gitmişler zaten, tarih kitaplarında bulduk kayıtları var. Beş asır önce gitmişler. Beş asır önce oraya da gitmişler. Ama Atlas Okyanusu’na devesini sürmüş Ukbe b. Nâfi demiş ki;
“Ya Rabbi! Devem buraya kadar gidiyor, öteye gidemiyor, derin deniz öbür tarafı, beni affet demiş senin dinini buraya kadar yaydım.”
Cebeli Tarık Boğazı’ndan geçmişler. Tarık İbni Ziyad gemileri yaktırmış. Demiş, “bak geriye dönmeyi düşünmeyin, yaktırıyorum gemileri.” Cayır cayır Müslümanlar kendi gemilerini emretmiş yakmışlar. Bak burada da bir şey çıkıyor, komutan yakın diyor. Yakın deyince, canım niye yakacağız da bilmem ne de olur mu da o gemi bize lazım olmaz mı da, bu ne biçim komutan da böyle emir verilir mi? Gemileri yakın demiş. Cayır cayır Müslümanlar kendi gemilerini yakmışlar. Ondan sonra da demiş ki, hadi bakalım düşmanla çarpışmaya, yani geriye gidip de kurtulacağım diye bir şey yok. Düşmanı yeneceksiniz, başka çare yok demiş. Onlar öyle çalışmışlar.
Allah, hepimize İslâm'ı doğru anlamayı, nasip etsin. Peygamber Efendimiz'i tam tanımayı nasip etsin. İmanımızı tam kâmil iman eylesin.
el-Fâtiha.