Elhamdülillâhi Rabbi’lâlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fî-hi kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve-li-azîmu sultânih. Es-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ ve senedinâ ve tac-i ruûsinâ ve tabîb-i kulûbinâ Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi’ahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’tâhirîn.
Emmâ ba’d.
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Sabah namazı önemli bir namazdır. Yatsı ve sabah namazı daha büyük bir fedakârlık göstererek kılınan namaz olduğu için cemaate giderek bu namazlara riayet edenlere, camilere giderek eda edenlere çok büyük sevap verilir. Peygamber Efendimiz münafıkların bu iki namaza takat getiremediğini beyan ediyor. Çünkü uykusundan fedakârlık yapamaz, zahmete giremez. Bir münafığın göz boyamak için, gündüz camiye gelivermesi kolaydır ama sabahleyin yatağını, yorganını bırakıp namaza gelmek onlara zor oluyormuş.
Bu namazların sevabı büyüktür. Allah kabul eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bizim rehberimizdir, önderimizdir, serverimiz, muallimizdir, mürebbimizdir, örneğimizdir. İslâm dini Allah-u Teâlâ hazretlerinin bize gönderdiği talimattır. Hayat-ı dünyayı yaşamanın reçetesidir, talimatıdır. Bu hayat-ı dünya böyle yaşanmalı, demektir. Bir talimnamedir, yönergedir. Onun için müslüman dünya yaşantısını, hayatını kendine özgü, kendine has, mahsus bir şekilde sürdürür.
Müslümanın kendine kendine has bir yaşam tarzı vardır. Yaşamını tasarlama, planlama özelliği vardır. Kendisinin özel düşünme âlemi, zihniyeti vardır. Müslüman; müslümanca düşünür, müslüamnca yaşar, müslümanca davranır. Müslüman, müslümanca davranış üretir. Müslüman, müslüman olmayanı taklit etmez. Müslüman, insanlığın önün geçer, onları Cenâb-ı Hakk’ın yoluna sevk eder. Sevk edicidir, yol göstericidir, yönlendiricidir. Başkasının yönüne, sözüne uymaz. Çünkü kendisinin özel, değer âlemi, değerler dünyası vardır. Kendisinin özel değerlendirmeleri vardır.
Bizim için hayat; zevkimizin, nefsimizin, keyfimizin istediği şeyleri yapabilmek değildir. Hayatta amacımız bu değildir!
Bizim hayattaki amacımız; Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için de; zahmete girmektir, masrafa girmektir, fedekarlık yapmaktır. Almak değil; vermektir. Menfaat kazanmak değil; menfaatlerinden feragat etmektir. Bu maddeci dünyacıların düşünce tarzına tamamen aykırıdır. Biz buradan ayrılıyoruz. Onlar için hayat tamamen bizim düşündüğümüzün karşısında başka türlü sürdürülmelidir. Onların amaçları başkadır. Onlar gününü gün etmek ister, zevkini yaşamak isterler. Çalışırken de zevkini yaşayacağı parayı kazanmak için çalışır. Onun için çılgınca eğlenir, onun için her yoldan kazanmaya kendi kendine ruhsat verir. Nasıl kazanırsan kazan...Başkalarının gözyaşı pahasına, başkalarının feryâd u figânı üzerine bile bina edilse başkalarının sömürülmesi, öldürülmesi pahasına bile olsa kazanmayı düşünür. Fabrikasının ürünleri satılsın diye iki milleti harbe sokar. İlaçları satılsın bir ülkede diye hastalık mikrobu yayar. Çünkü amacı kazançtır. Sorumluluk duygusu yoktur. "Birgün bu yaptıklarımın suçlu olarak ellerim kelepçeli esir gibi bağlı olarak hesabını vereceğim" diye düşünmez! Bizde daima o hesabı düşünürüz.
İslâm’ın ana düşüncesinde, temelinde; âhiretteki hesap vardır, din günü vardır. Biz Cenâb-ı Mevlâ’nın huzuruna varacağımızı ve herkesin dünyadaki icraatına göre karşılık bulacağını biliriz.
Yevmü’d-dîn, “karşılığın verildiği gün” demektir. The day of religion, “Dinin günü” mânasına değildir. Din, “karşılık” demektir. Onun için Arapça’da;
Kemâ tedînû tüdân. “Ne yaparsan onun karşılığını bulursun, ne ekersen onu biçersin!” denilir.
Din, kelimesinden dâne-yedînü fiili.
Biz, daima ettiğimizin karşılığını bulacağımızı bildiğimiz için iyi işler yapmaya çalışıyoruz. Bizim için başkalarının bizim iyiliğimizi bilmesi, anlaması, takdir etmesi önemli değildir. "Allah bilsin yeter" deriz. Dedelerimiz; “İyilik yapıp da denize at, balık bilmese de Hâlık bilir.” diye söylemiştir. Denize at kimse bilmesin. İyiliği yap, denize at; gark olsun gitsin. Ama “Cenâb-ı Hak bilir! diye düşünürüz.
Bir şeye şahit, bir delil getirmek gerektiği zaman; “Cenâb-ı Allah biliyor ki… Vallahi, Allah şahidimiz olsun, Allah biliyor ki…”deriz. Allah’ın bizim her yaptığımızı bildiğini, bizi her an gördüğünü ve her zaman bizimle olduğunu düşünürüz. Sorumluluk duygusuyla hareket ederiz.
İyiliğimizi saklarız. Çünkü gösterişin; dünyevî, maddeci bir davranış, ahlâk olduğunu biliriz. Sömürü aracı olduğunu biliriz. Gösterişin sonucunda insanlarda alkış ve menfaat toplanacağı için gösterişin aksine hareket ederiz. Hatta gösterişsizliği düstur ediniriz. Hatta yaptığımız iyi icraatı söylememeyi, saklamayı esas alırız.
“Kaç defa haca gittin hacı efendi?” dersin. Boynunu büker; “Bilmiyorum ki Cenâb-ı Hak kabul etti mi?..” der. Sayısını söylemez.
“Bu gün oruçlu musun?” dersin; hık mık der, Allah kabul etsin der. “Oruç tuttum.” dememeye çalışır.
İyiliklerini saklar.
İyi bir müslüman, hakiki bir müslüman cevherdir. Emsali bulunmaz bir mücevherdir. İyi bir müslüman, İslâm’ı hazmetmiş olan, Allah’a inanmış bir müslüman iksirdir, iksir-i âzamdır. Hangi maddeyi içine soksan altın yapan bir madde varmış; iksir derlermiş. Müslüman öyledir. Neyi tutsa altın eder. Hakiki müslüman; müslüman olabilmiş insan, mü’min-i kâmil olmuş insan, her davranışı Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun olarak, müslümanca yapabilmiş insan ahlâkını müslümanlaştırılmış, nefs-i emmâresini müslüman edebilmiş insan. Yoksa nefis içerde aynı nefsanî, şehevanî zihniyetle çalışmaya devam ediyorsa o zaman ürünler sakat çıkar.
Kötü insanların faaliyetlerinden kötü ürünler çıkar. Mikropların üremesinden, bakterilerin faaliyetlerin tahammür olur, fermantasyon olur. Kötülerin icadından kötü şeyler olur. Kötü demirden iyi kılıç yapılmaz. Cevherin güzel olması lazım, has olması, safîleşmesi lazım. Onun için biz her şeyimizi Allah rızası için yapmak azmindeyiz, kararındayız ve yolundayız. Onun için her işte; “Cenâb-ı Hak bu konuda ne buyurmuş?” diye düşünmek, aramak, bulmak, bilmek zorundayız. Cenâb-ı Hakk’ın isteğini, hükmünü bilmek zorundayız. Hükmünü bilince de onu uygulamak durumundayız. Peygamber Efendimiz ne tavsiye etmiş, nasıl yapmış; onu öğrenmek ve onu uygulamak durumundayız. Onun için İslâm ilimle yaşar. İlim, İslâm’ın hayatıdır.
َلْعِلْمُ حَيَاةُ الْاِسْلَامِ
El- ilmü hayâtü’l-islâm. “İlim; İslâm’ın hayatıdır, canıdır.” [1]
Hayat ne demek?
Can.
Can gittiği zaman ne olur? Canlı bir varlığın canı gittiği zaman ne olur?..
Ölür.
İlim gittiği zaman İslâm ne olur?
Ölür! Ruhsuz bir ceset gibi olur!
Ermeni’nin birisi, yakını öldüğü zaman ağlamış:
“Niye ağlıyorsun?” demişler.
“Hayretteyim, az önce konuşuyordu. Bu adama ne oldu? Aynı kalp damar, aynı kol bacak, aynı kas kemik… Az önce aramızdaydı. Şimdi yok! Bu ne müthiş bir olay!..” demiş.
Hayat müthiş bir olaydır. Hayatın bitmesi de müthiş bir hadisedir, insanı heyecanlandıran bir hadisedir.
İslâm’ın hayatı cahillikle, ilimsizlikle gider. İslâm, İslâm’ı bilmeyen müntesipleri yüzünden çok şaibe altında kalır. İslâmı bilmeyen müslümanlar yüzünden İslâm’a çok sözler söylenir, İslâm çok töhmet altında kalır. Hâlbuki İslâm ayıplardan müberradır. Her ne kadar ayıp varsa müslümanlardadır. Sakat müslümanlardadır. Müslümanlığı anlayamamış insanlardadır. Anlayamadığı hâlde “Ben müslümanım.” diye ortaya çıkmış insanlardadır.
Onun için bu zaman müslümanları, Müslümanlığını biraz saklamalıdır ki İslâm’a töhmet olmasın. Aman “Ben müslümanım.” falan diye söylemeyin. Çünkü; “Müslümanlar hep böyle kusurlu mudur, derbeder midir, cahil midir, perişan mıdır, hep böyle şaşkın mıdır, acayip midir?!..” demesinler.
Güzel müslüman ol ki “ben müslümanım.” dediğin zaman başkaları da; “Ben de müslüman olmalıyım. Yahu İslâm ne kadar güzelmiş! Ben de müslüman olayım…” desin.
Benim bir doktor tanıdığım vardı, Ankara’da Hacettepe’de profesör. Amerika’da tahsil görmüş.
“Benim Amerikalı hocam, beni sevdiğinden neredeyse beni görüp müslüman olacaktı!” demişti.
Belki de bu çalışkan olduğundan dürüst, temiz, saygılı olduğundan öyle demiş idi. Belki de müslüman olmuştur. “Sizin yolunuz hak yol, ben de müslüman oluyorum.” demiştir.
Allah bize İslâm’ı tam anlamayı, tam uygulamayı nasip etsin.
Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun hareket etmek için Cenâb-ı Hakk’ı daima düşünmek lazımdır. Cenâb-ı Hakk’ı hatırdan çıkarmamak lazımdır.
Unutmanın Arapça’daki karşılığı nedir?
Nisyan.
Nisyan; unutma.
Nesiye-yensâ, nâsi, mensî…
Nâsî, unutan. Mensî, unutulmuş.
Nisyan: Unutma. Nesiye: Unuttu. Yensâ: Unutur.
Unutmanın karşıtı nedir?
Zekere.
Zekere-yezkürü-zikren, zâkiren, mezkûren…
Zâkir; zikreden, mezkûr; zikredilen.
Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek demek ne demek?
Unutmanın karşılığı, Cenâb-ı Hakk’ı hatırında tutmak demek.
İnanmamış insan çok tehlikelidir. İnsanlık için, dünya için, doğa için, sulh için, selamet için, her şey için tehlikelidir.
Emperyalizmin, sömürücülüğün, yayılmacılığın, başka insanları zorla kullanmanın, zenginlikleri sömürmenin tarihini okursanız korkunç rakamlarla korkunç katliamları görürsünüz! Türkiye’de büyük bir zelzele faciası olmuştur. 17 bin kişi - daha fazla veya daha az- ölmüştür.
17 bin kişi ne demek?!..
Çanakkale Harbi’nde 500.00 yetişmiş Osmanlı efendisi şehit olmuştur!
Avusturalya’da bir İngiliz bana “Nerelisiniz?” diye sordu. “Çanakkaleli’yim. Hani siz Gelibolu'ya Gallipoli diyorsunuz ya oralıyım." dedim.
Bana; “Siz benim dedemi öldürdünüz!” dedi. Ama gülerek söylüyor. Ben de ona:
“Dedenin Gelibolu’da işi ne idi?!.. Burası Avusturalya, dedenin Gelibolu’da işi ne idi?!..” dedim.
“Siz haklısınız. Bizi İngilizler kandırdı!” dedi.
Ben o zaman Avusturalyalılar’ın kendilerini İngilizler’den de biraz farklı hissettiklerini görünce şaşırdım. “Bizi İngilizler kandırdı!” diyor.
Mehmet Akif’in;
"Eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer
Kimi Hindû kimi yamyam kimi bilmem ne belâ" dediği gibi hepsini toparladılar getirdiler.
Bunların içinde müslümanlar da varmış. Nihayet bizimkiler anlamışlar ki; karşıda kendileri ile çarpışanların bir kısmı müslüman. Siperlerde ezan okumuşlar da karşı taraf o zaman yöneticilerine;
“Bizi müslümanlarla mı çarpıştırıyorsunuz?!” demişler.
Bakın cahilliğe! Cahillik olduğu zaman müslüman müslümanı kullanılarak öldürebiliyor. Kandırılarak öldürülebiliyor.
500 bin şehit!
Çanakkale harbine katılmış olan bir gazi bana Çanakkale'de anlattı.
"Biz Canakkale'de harpteyiz. Galatasaray Lisesi’nin son sınıf öğrencileri de 'bizde savaşa katılalım demişler' Neşeli bir topluluk halinde; güle oynaya, cıvıl cıvıl, lisenin son sınıf öğrencileri geldiler. Savaşa gelmişler ama güle oynaya, neşeli, geziye gider gibi...Ondan sonra savaş bir başladı, çocuklar ağlamaya başladı. Savaş çok korkunç, zor bir durum. İşin vahametini, o zamana kadar anlayamamışlar, bombalar patlamaya, yaralananlar yere düşmeye başlayınca ağlamaya başladılar." dedi. O sınıftan geriye hiçbirisi geri dönmemiş.
Galatasaray lisesinin albümünde o sınıf "hepsi sehit" diye yazılmış.
İstiklal Harbi’ndeki şehitlerimizi, Balkanlar’daki şehitlerimizi nasıl anlayabiliriz?!.. Buyurun Kodova'ya bakın! Buyurun Bosna Savaşı’na bakın! Buyurun toplu mezarlara bakın! Buyurun Bulgarların, Jivkov zamanında yaptıkları katliamları düşünün! Buyurun Kafkasya'da, Çeçenistan'da olanları düşünün.
Bunun sorumluluğu bize aittir. Sorumlusu biziz, cezayı ondan çekiyoruz.
Yedi asır Balkanlar’da hüküm sürdüğümüz hâlde orada bizim onlara imanı öğretmememiz ilahî bir suçtur, bir kabahattir; onun cezasını çekiyoruz. Onun cezasını çekmişizdir.
İslâm, Müslümanlık için çalışmayı emreder. Müslümanın ana mesleği İslâm’ı yaymaktır.
Nitekim o günün gazetelerinde ben hatırlıyorum; Sırp da "bu Müslümanlığı ne kadar engellemeye çalışsanda, yayılıyor" diye ayağa kalkmıştı.
Avusturalya’ya bir şeyi anlattılar:
Sırp, müslüman olmuş. Ailesi ilk önce muhalefet etmiş, bağırmış çağırmış… Bizim kardeşler çalışmışlar, müslüman etmişler. Allah da nasip etmiş, müslüman olmuş. Babası anası Sırp’a çok kızmış. Şimdi babası da müslüman olmuş; kızmış kızmış, müslüman olmuş. Şimdi anası da yumuşamış, müslüman olma yolundaymış…
İslâm sınır tanımıyor. İslâm için çalışmak lazım.
Osmanlı şaraba, aşka gazel yazdığı için yıkılmıştır! Osmanlı’nın işi şarap değildi. Osmanlı’nın işi, Fatih’in bıraktığı yerden devam edilmeliydi.
Fatih bizim için çok önemli bir kişidir. İcraatı, çalışması, zihniyeti, hayatı, faaliyetleri, başarıları bakımından çok önemli bir kişidir. Fatih; kendisine çok yabancı olan diyarlarda faaliyette bulunmuş, bu diyarlarda bilmem kaç tane ülkeyi, beyliği, devleti yıkmış, kendi ülkesine katmış bir insandır. Teslim aldığı zamandan ruhunu teslim ettiği zamana kadar ülkesini bilmem kaç misli büyütmüş insandır. Rakamları unuttum ama muhteşem rakamlardır.
Fatih Trabzon Pontus hükümetine sefer yaptığı zaman Trabzon’da dağa tırmanırken akrabası bir yaşlı kadın;
“Sultanım! Küçük bir kale için bu zahmeti çekmek niye?” demiş.
Çünkü atın çıkamayacağı kadar dik bir yokuşa gelince Fatih inmiş, yürüyüşünü engellemeyecek şekilde kaftanı da beline dolamış. O şahin burnundan terler damlamaya başlamış. Sultan ama terliyor, yokuş çıkıyor.
“A sultanım, bir küçük kale için bu zahmeti çekmek niye?” deyince diyor ki:
“Valide Hanım, Cenâb-ı Hak İslâm’ın cihat kılıcını bu asırda bize emanet etmiştir. Biz bu vazifeyi yapmazsak Cenâb-ı Hak bize bunu sorar!”
Önce Amasra Kalesi’ni aldı, sonra Trabzon’a doğru gitti. Amasra, Karadeniz’in çok güzel bir kasabasıdır. Tabiatı çok güzeldir. Kartpostal manzarası olacak kadar çok güzel güzel bir yerdir. Orada bir durup dinlenmemiştir, bir zevk ü sefâ yapmamıştır, bir kuzu çevirip kır sefası yapmamıştır. Sorumluluk duygusuyla hareket etmiştir. Onun başarılarının hayatının içine nasıl sığdığını anlamak mümkün değildir. Onun başarıları akla sığmaz!
Çünkü hakiki müslüman bir cevherdir. Hakiki müslüman sorumluluk duygusu taşır. Hakiki müslüman, İslâm için öyle çalışır. Cenâb-ı Hak insan günah işlediği zaman ceza verilir. Günah işlediği zaman bir kötü icraat yaptı diye günah yazılır. Bazen ceza iyi bir icraat yapılmadığı, bir ödevin yapılmadığı zaman da verilir. Osmanlı ödevini yapmadığı için torunları ceza çekiyor.
Bizim Balkanlar’dan çekilmemiz çok feci bir şekilde çekilmedir. Çok korkunç, çok büyük bir faciadır; hâlâ devam etmektedir. Gözümüzün önünde devam etmektedir. Orası bizim Konya’mız gibidir. Yozgat’ımız, Kütahya’mız gibidir. Kütahya’dan, Konya’dan, Bursa’dan daha fazla oralara hizmet etmişizdir, eser bırakmışızdır. Bosna; Bursa gibidir, o kadar müslümandır. Bizim oralardan çekilmemiz, Ankara’yı Konya’yı bırakmamız gibidir. Bunu idrak etmemişizdir. “Trakya’dan, Edirne’den ötesi bizim değildir.” diye yetişmişizdir. Yanlıştır! Estergon’u yitirmiş kara bahtlılarız biz! Onu bilmek, o şuurda olmak lazım.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i numune-i imtisal, örnek almamız lazım. Peygamber Efendimiz de rahat bir döşekte yatmamıştır. Rahat döşeği bulamadığı için değil!
Bir hanımefendi Peygamber Efendimiz’e “Yâ Resûlallah yattığın yer çok haşin, sert, çok katı…” diye rahat bir döşek getirmiştir.
Peygamber Efendimiz o gece rahat döşekte yatmıştı. Sabahleyin;
“Alın bu döşeği. O kadar rahat ki gece teheccüde kalkamadım, uyumuşum kalmışım. Bunu götürün…” dedi.
Doyunca yemek yememiştir. Peygamber Efendimiz’in icraatı binlerce, milyonlarca Fatihler’e değer. Onun hayatı, insanlık tarihinin en büyük başarılarının örneğidir, tarihidir. Onun icraatı, peygamberliği, sorumluluğu, onun çalışması dünyayı değiştirmiştir, milletleri değiştirmiştir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem teheccüde kalkardı; gece, uykusunu bölerdi. Sabah namazını camide kılardı. Uyku fedakârlıkla bırakılır, sabah namazını camide kılardı. Sabah namazını kıldıktan sonra oturup zikirle meşgul olmayı severdi. Çünkü Allah’ı unutmamak kolay bir iş değildir. İnsan unutuverir. Çünkü aldatıcı, unutturucu olaylar ve aldatıcı güzellikler çoktur. Fâni dünyanın aldatıcı güzellikleri, meşguliyetleri insanı sarıverir, çekiverir, oyalayıverir, aldatıverir, Allah’ı unutan insan durumuna getiriverir. Allah’ı hep hatırlayan insan durumuna gelmek için özel gayret göstermek lazım. Eğitim lazımdır, zikir lazımdır!
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Bir kimse sabah namazından sonra camide oturur, zikirle meşgul olur, sonra kalkar, iki rekât namaz kılarsa; o gün hac ve umre yapmış gibi sevap kazanır!” [2]
Din ilimlerinin hatırlatılması da zikirdir. O da hatırlama ve hatırlamadır. O da zikirdir, bizim bu sözlerimiz de zikirdir.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada ve ahirette iyiliklere mazhar eylesin. Yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle; kahrına, gazabına uğramadan büyük musibetlere, fitnelere, belalara düçar kalmadan lütfuyla keremiyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Tevfîkini her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde şükredilecek şeylere şükretmeyi nasip eylesin. Sabredilecek hususlarda da edebimizi muhafaza edip takdire rıza gösterip, çünkü rıza en yüksek makamdır Sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ. Ve Habîbihi’l-müctebâ. Ve-bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.
[1] اَلْعِلْمُ حَيَاةُ الْاِسْلَامِ وَعِمَادُ الْاِيمَانِ وَمَنْ عَلَّمَ عِلْمًا أَنْمَى اللّٰهُ لَهُ أَجْرَهُ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَمَنْ تَعَلَّمَ عِلْمًا فَعَمِلَ بِهِ كَانَ حَقًّا عَلَى اللّٰهِ أَنْ يُعَلِّمَهُ مَا لَمْ يَكُنْ يَعْلَمُهُ .
Suyûtî, el-Cami'u's-Sağîr, s. 352, r. 5711; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, IV, 388, r. 5711; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, X, 181, r. 28944; Râmuz, I, 223. Bk. Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, X, 132, r. 28661.
[2] مَنْ صَلَّى الغَدَاةَ فِي جَمَاعَةٍ ثُمَّ قَعَدَ يَذْكُرُ اللَّهَ حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ ثُمَّ صَلَّى رَكْعَتَيْنِ كَانَتْ لَهُ كَأَجْرِ حَجَّةٍ وَعُمْرَةٍ ...تَامَّةٍ تَامَّةٍ تَامَّةٍ
Tirmizî, “Salât”, 412, r. 586.