Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Küllü müddeın mahcûbün bi-da'vâhü an-şühûdi'l-hakki li-enne'l-hakka şâhidün li-ehli'l-hakkı li-enna'l-lâhe hüve'l-hakku ve-kavlühü'l-hakku; ve lâ-yahtâcü en-yüddeâ izâ kâne'l-hakku şâhiden lehû fe-emmâ izâ kâne ğâiben fe-hiyneizin yeddeî ve innemâ tekaa'd-da'vâ li'l-mahcûbîne.
Burada bu sözleriyle bir ince mânayı ifade etmiş.
Zünnûn hazretleri diyor ki;
Küllü müddeın mahcûbun bi-da'vâhu an-şuhûdi'l-hakki. "Her palavracı, iddiacı, övünücü, böbürlenici, hakkı müşâhededen bu palavracılığı, iddiacılığı, övünmesi, böbürlenmesi dolayısıyla perdelenmiştir."
Her böbürlenici, müddei deniliyor. Böbürlenip "Ben şöyleyim, ben böyleyim." diye mâneviyattan yana kendisinde olmayan bir şeyi var gösterip sadece kuru bir iddiada bulunanlara müddei derler. Biz buna Türkçe böbürlenici diyebiliriz. Her böbürlenici hakkı müşahededen bu böbürlenmesi dolayısıyla perdelenmiştir.
Sen misin böbürlenen? Allah ona perdeleri kapatmıştır; gözleri hakkı hakikati müşâhede edemez.
Neden?
İddiacı, gösterişçi, böbürlenici, kendisinde olmayan hâli varmış gibi etrafa satmaya çalışıyor; onun için bu edepsizliğinden dolayı perdeler iner, hakkın müşâhedesi ona nasip olmaz.
Li-enne'l-hakka şâhidün li-ehli'l-hakkı. "Çünkü hak hakikat ehli, hakka kendisi şâhittir."
Hakikatin kendisi, ehl-i hakka şâhittir.
Ehl-i hakkın şâhidi kimdir?
Hakkın kendisidir. Buradaki hak sözü hem Cenâb-ı Hak mânasına hem de o olaydaki gerçek mânasına gelir. Onun şahidi o haktır. Hak ehli olduğu için hak onun şahididir.
Li-enna'l-lâhe hüve'l-hakku arkasından açıklayarak devam ediyor; "Allah hakkın ta kendisidir."
Cenâb-ı Hak diyoruz.
Niye Allah'ın ismi Haktır?
Çok ismi var, Gaffâr ismi var, Settâr, Rahmân, Rahîm ismi var. Bir ismi de Hak. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri vehim ve hayal değildir; Haktır.
Kuru bir söz ya da bir anlayış, bir sezgi veya insanların zihninden uydurduğu tahayyül ettiği bir zihinsel varlık değildir. Komünistlerin iddia ettikleri gibi burjuvazinin ortaya çıkardığı bir şey değildir; haktır, gerçektir. Bir gerçekliği vardır, zihinsel uydurma değildir. O bakımdan Allah'ın isimlerinden birisi de el-Melikü'l-Hakku'l-Mübîn bir ismi de Hak'tır. Cenâb-ı Hak, Allahu Teâlâ Hak'tır.
Fe-kavlühü'l-Hakku, "sözü de haktır, gerçektir." Ve lâ yehtâcü en-yüddeâ izâ kâne'l-hakku şâhiden lehû. "Ve Hak O'nun şahidi iken böbürlenmeye, iddia ile ortaya atılmaya muhtaç değildir."
Allah haktır, sözü haktır; hak O'na şahit olduğu için dâva, iddia, palavra ile, böbürlenmekle teyide ihtiyacı yoktur.
Fe-emmâ izâ kâne gâiben "ama kişi şahit değil de, müşâhit değil, perdeler açılıp gerçekleri gören kimse değil de, gâib, perdeli, uzak ise" fe-hiyneizin yeddeî "o zaman iddia eder, böbürlenir, o zaman olmayan şeyi var gibi gösterir." Ve innemâ takau'd-da'vâ li'l-mahcûbîn. "Böylece iddiacılık, böbürlenme ancak perdeli insanlarda olur."
Hakkı müşâhede eden insan, dâvaya lüzum görmez. Birisi "Havada uçtum, denizleri geçtim, öyle yaptım, böyle yaptım, ben şuyum, ben buyum." diye iddia ediyor mu, tamam. Bir şey yok ki iddia ortaya koyuyor. Bu işleri hakikaten yapan insan, kenarda kıs kıs güler. Sesini çıkarmaz, başını eğer. Hiçbir şey yapmayan böbürlenir, atar tutar. Hakikaten olan lüzum görmez; Allahu a'lem bunu anlatıyor.
Onun için bir başka büyüğümüz diyor ki; "Bu mâneviyat yolunda, tasavvuf yolunda, mârifetullah yolunda, Allah'ın rızasına erme yolunda, insan bir iddiacı oldu mu yani müddeî oldu mu, dâvacı, palavracı, böbürlenici oldu mu, o iddia ettiği hal ve makam ona ebediyen haram olur. Bir daha o makama ulaşamaz. Çünkü yalan yere, olmadığı halde o makama sahipmiş gibi söyledi, iddia etti, palavracılık yaptı, onun için ona ebediyen haram olur."
Onun için kişinin susması lazım. Hele hele sahip olmadığı makamlardan, hallerden hiç dem vurmaması lazım, kendisini öyle imiş gibi göstermeye kalkıp da milleti aldatmaması lazım. Milleti aldatmıyor kendisi aldanıyor çünkü Allah böylelerini ebediyen mahrum bırakıyor.
Ve bihî kâle Zünnûn. "Yine aynı râvî yoluyla Zünnûn hazretlerinin bir başka sözü de nakledilmiş: " Men enise bi'l-halkı fe-kadi'stemkene min bisâti'l-ferâineti ve men ğuyyibe an mülâhazati nefsihî fe-kadi'stemkene mine'l-ihlâs ve men kâne hazzuhû fi'l-eşyâi hüve lâ-yübâlî mâ- fâtehû mimmâ hüve dûnehû.
Zünnûn hazretleri diyor ki: Men enise bi'l-halkı "insanlarla, halk ile, mâsivâ ile, Allah'tan gayrı şeylerle ünsiyet eden, düşen kalkan, ona gönül bağlayan, onunla beraber olan, " fe-kadi'stemkene min bisâti'l-ferâineti "firavunlar yaygısına oturmuş demektir."
Bir insan otursun diye çölde, dağda, ovada, çimende, bahçede, bağda bir örtü yayarlar; hasırsa hasır, şilteyse şilte bir şeyin üstüne oturur. Mahlûkat ile, insanlar ile, mâsivâ ile ünsiyet eden firavunların bisâtına, yaygısına oturmuş demektir.
"Halk ile ünsiyet eden firavun gibidir." demektir.
Ve men ğuyyibe an-mülâhazati nefsihî fe-kadi'stemkene mine'l-ihlâs. "Nefsini mülâhazadan geçen, onu hiç zihnine takmayan kimse ihlâs makamına ulaşmış, oraya yerleşmiş demektir."
Demek ki insan halkla düşüp kalkmaktan kaçınacak, mâneviyat yolunda nefsini mülâhazadan uzak duracak. Kendi nefsini görmeyecek, kendisinde bir varlık ve benlik görmeyecek; "Ben şöyleyim, böyleyim, galiba ilerliyorum, yükseliyorum, yakında uçacağım." diyerek nefsine bir pay çıkarma durumu içinde olmayacak. Bundan geçerse o zaman ihlâs makamına oturur.
Ve men kâne hazzuhû fi'l-eşyâi hüve. "Etrafındaki varlıklar içinde, nasibi ‘hüve' olan,
‘O' olan yani ‘Allah' olan kimse," lâ yübâlî mâ fâtehû mimmâ hüve dûnehû, "Allah'tan gayrı olan şeylerden neyi kaybetse aldırmaz."
Kaybettiği şeyler ona mühim gelmez, önemsemez. Çünkü gayesi hüvedir, gayesi Allah'tır.
Gayesi Allah olan bir kimse, Allah'tan başka bir şeyi kaybetmekten üzülmez.
Mal gitmiş; giderse gitsin, gayesi o değil ki. Çoluk çocuk şöyle olmuş, böyle olmuş; olursa olsun, gayesi o değil ki. Karadeniz'de gemileri batmış; batarsa batsın, gayesi Karadeniz'in gemileri değil ki. Gayesi hüve yani Allah; gayesi Allah olan, hüve olan kimse hüveden gayri, O'ndan başka bir şeyi kaybedince üzülmez. Hüveyi kaybederse üzülür, gayesi o, ötekiler değil.
"Mâsivâya müptela olmayan, bütün himmetini Allah'ın bilgisine, Allah'ın rızasını kazanmaya, Allah'ı tanımaya, bilmeye sevk etmiş olan bir kimse başka bir şeye aldırmaz, başka kimse onu yıkamaz, başka bir olay onu üzemez."
Üzülüyorsa, yıkılıyorsa, morali bozuluyorsa olmaz.
Bazıları geliyor;
"Hocam moralim bozuldu."
Müslümanın morali bozulmaz; Allah'a kul olan, Allah'a dost olan bir kimseye, hiç kimse bir şey yapamaz. Allah yaptırmaz, hem yapsa da o aldırmaz. Yaşatırsa, "Allah yaşatıyor" diye yaşar, ölüm vakti gelirse "Demek ki vâdem yetmiş, ecelim gelmiş, öleceğim." der, razı olur. Her halde, Allah'ı düşünür.
İnsanlarla ünsiyet etmemek meselesini herhalde biraz açıklamamız lazım.
Derviş olduk o zaman cemiyetten kaçacak mıyız?
Bir müddet, bir zaman, bir şeyi elde edinceye kadar, kaçmak da gerekiyor. "Kişi refîkinden azar." diyoruz, bu herkesin bildiği bir hakikat.
Bir öğrenci Anadolu'dan geldi, yüksek tahsil yapacak, burada bir yurda girdi. Kötü arkadaşlar edindi mi ne olur?
Sapar, kişi refîkinden azar. Kötü arkadaşsa, "Gel bu akşam bara gidelim, gazinoya gidelim, sinemada çok güzel film varmış, arkadaşlarla futbol oynayacağız sen de santrfor ol."
Derken ne olur?
O arkadaşın hevâ ve hevesi bunu da saptırır. İnsan böylece Allah ehli olmayan, Allah dostu olmayan başka insanlarla ünsiyet ettiği zaman kötülüğe bir kapı açmış olur.
Akşam bey eve geldi, yemek yedi, sonra almış paltoyu gidiyor. Hanım soruyor;
"Efendi nereye gidiyorsun?"
"Kahveye gideceğim."
"Gel biraz evde otur, çoluk çocuğun işi, gücü var; biraz onlarla ilgilen."
"Canım sıkılıyor, dayanamıyorum, duramıyorum, patladım."
Cumartesi-pazar oldu mu evde duramıyor. İnsanlarla düşüp kalkmaya, kahveye, arkadaşa alışmış, avcılar kulübüne vesaireye alışmış, onsuz yapamıyor.
Bu alışkanlıklar, bağlılıklar insanı helâk eder. İnsanlar ile ünsiyeti kendisine âdet edinmiş olan kimse, firavunlar yaygısına oturmuş demektir. Yani firavunlar gibi hata edecek, hakkı bulamayacak demektir.
İbrahim Hakkı-i Erzurûmî hazretleri kâmil bir insan olmak için yapılacak şeyleri sıralarken diyor ki, bir; taklîl-i taâm, yemeği azaltacak.
"Oturuyor, yarım ekmek yiyor, bir ekmek yiyor, kebap yiyor. Çocuk güçlü kuvvetli, karnı doydu mu zaptı zor olur. Nefsi azdı mı sakinleştirmesi zor olur."
Onun için taklîl-i taâm yemeği azaltacak, bir.
İki, taklîl-i menâm, uykuyu azaltacak. Sekiz saat, on saat, on iki saat uyuyor. Uyuyunca nefis kuvvetleniyor. Yemeği yedi yattı uyudu, yemeği yedi yattı uyudu, bostan kavunu gibi büyür. Onun için onu da azaltmak lazım.
Sonra taklîl-i kelâm, lambur lumbur, ileri geri, çok da konuşmaması gerekiyor. Çok konuşmak da zarar veriyor.
Az yemek yiyecek, az uyuyacak, az konuşacak.
Az konuşmak çok tefekkürü getirir. İnsan az konuşunca içine dönük zenginleştirme çalışmasına devam eder.
Taklîl-i taâm, taklîl-i menâm, taklîl-i kelâm, uzlet-i enâm. Uzlet-i enâm, halktan ayrılmak demek.
Her gün kahveye alışmış bir insan ilim adamı olamaz, her gün sinemaya, her gün arkadaşlarla bir programa alışmış insan, Kur'an'ı öğrenemez, ilim öğrenemez, ibadet yapamaz. Çünkü her anında eğlendirecek, oyalayacak bir şey bulur, bu böyle devam eder durur. Onun için kâmil bir insan veyahut bir derviş , bir şeyhe teslim olmuş, eğitimini tamamlamak istiyorsa, şeyhi ona; "Az yemek ye, az uyu, çok tefekkür eyle ama çok konuşma. Arkadaşlarından, bozuk çevreden sıyrıl; tenha bir yere gir, Rabbin ile baş başa kal, günahlarını hatırla, gözyaşı dök, dua et, münâcât eyle, yalvar yakar." diyecek. Kâmil insan olmanın yolu böylece açılacak. Onun için bu prensipleri koymuşlar. Birisi de, insanlarla olan ünsiyetini, ülfetini azaltmak. Tabii kâmil insan olma çalışmalarını yapmaya vakit bulabilmek için. Bu çalışmaları yaptıktan sonra insan tekrar halkın arasına dönebilir. Eğitimini tamamlamış bir insan halkın arasına tekrar dönebilir.
Ne sebeple?
Onları irşat etmek, doğru yola çağırmak, onlara hakkı söylemek, i'lây-ı kelimetullah için yine o çalışmalar olabilir ama artık kendisinin gönül gözü açılmıştır, Allahu Teâlâ hazretlerine bağlılığı tamamdır. O zaman olabilir.
Dükkân sahibinin, bakkalın "Müşteri velinimetimdir." dediği gibi müslümanın da, mürşidin de, çalışacak insanın da muhatabı öteki insanlardır. Onlar üzerinde çalışacak, onları doğru yola çekecek de sevap kazanacak. İslâm ümmeti böyle gelişecek. Peygamber Efendimiz'in etrafındaki insanlar küçük bir grupken, kırk kişi kadarken, gittikçe çoğaldılar, binleri, yüz binleri buldular, sonra o yüz binler Suudi Arabistan'ın şu anda hâkim olduğu topraklarda küçük bir bölgedeyken, Arap yarımadasının her tarafına dağıldılar, Suriye'ye, Irak'a yayıldılar, İran'a, Mısır'a geçtiler, Afrika'ya dağıldılar, dünyaya yayıldılar.
Neden?
İnsanları hak yola çekmek için. İslâm ümmetinin sayısı yüz milyonlara geldi, milyarlara geldi.
Biz de bu çalışmaları iyi yapmalıyız.
Nasıl sahabe-i kirâmın her birisi "Asıl vazifem Allah'ın dinine hizmet etmektir." diyerek, İslâm'ın selameti için, fütühât için, i'lây-ı kelimetullâh için, cihad için, gaza için, yerlerinde durmayıp dağıldılarsa, Medine-i Münevvere gibi bir yerden; Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallahu anh hazretleri İstanbul'a Eyüb'e geldiğine göre, Türkistan'a, Afrika'ya gittiklerine göre, biz de aynı şekilde çalışma yapmak zorundayız. Hepiniz bulunduğunuz muhitte bu çalışmaları yapmalısınız ki İslâm ümmeti bir milyarken bunu katlasın, rakamı büyüsün. Hakiki has müslümanlar şu kadarken, günden güne onların adedi artsın diye bir çalışma yapmak gerekiyor.
Yusuf b.Hüseyin rivayet etmiş. Yekûlü: Semi'tü Zennûne yekûlü.Zünnûn hazretlerinin şöyle söylediğini işittim;
es-Sıdku seyfullâhi fî ardıhî, mâ vüdıa alâ şey'in illâ kata'ahû. Sıdk, doğruluk demek. "Doğruluk huyu, ahlâkı, doğruluk vasfı," seyfullâhi fî ardıhî "yeryüzünde Allah'ın bir kılıcıdır." Mâ vüdıa alâ şey'in illâ kata'ahû. "Doğruluk Allah'ın bir kılıcıdır ki neye vurursa keser koparır."
"Doğruluk her müşkülü halleder." gibi bir mâna. İnsan doğru sözlü oldu mu, her müşkül iş hallolur veyahut insan dosdoğru oldu mu meseleyi hall ü fasletmesi kolay olur. Doğru dürüst insandır; bir o tarafı bir bu tarafı dinler, şıp keser atar.
"Sen haklısın, sen haksızsın, sen şuna şu kadar ver, sen tevbe et, sen özür dile."
Biri bir kırba süt getirmiş, ötekisi bir oğlak getirmiş. Hani rüşvetçi hâkim, oğlak getirenin lehine hükmetmiş. Ötekisi diyor ki;
"Hâkim bey süt ne oldu?"
"Oğlak içti." diyor.
Öyle olmaz; gelen hediyenin cinsine göre hüküm oldu mu, o zaman hiç bir şey hallolmaz, her şey mahvolur.
Adalet; hâkimiyetin, hüküm sürmenin, devlet olmanın temelidir. O oldu mu her şey temelli ve sağlam olur, olmadığı zaman da her şey mahv u perîşan olur.
Doğruluk bir kaç şeydedir:
Bir, sözde doğruluk. İnsanın sözünün sadık olmasıdır.
İkincisi, kalpte doğruluk. Düşüncelerinin, niyetinin sadık olması...Buna "sözü sadık olmak" diyoruz. İkincisine "özü sadık olmak" "içi, nefsi, kalbi doğru olmak" diyoruz. Kimsenin aleyhinde bir şey düşünmemek…
Bir zât-ı muhterem at almaya gitmiş ama atları çok iyi tanıyan bir süvari. Sormuş;
"Bu at kaça?"
Demiş ki;
"500 dinar."
Atı incelemiş, adalelerine, yaşına, dişine, cinsine bakmış. Demiş ki;
"Senin bu atın sekizyüz dinar eder. Ama ben 600 verebilirim."
Sonra biraz daha incelemiş "Hatta 900 eder ben sana eğer uygun görürsen 800 verebilirim." demiş. Adam;
"Peki, al senin."
800 dinar vermiş. Adam hâlâ inanamıyor, hâlâ şaşkın, demiş ki;
"Yahu! Ben kendi rızam ile bu atı sana 500'e satacakken alıcı olduğun halde niye kendin fiyatını arttırdın?"
Demiş ki;
"Resûlullah ile biz ahd etmiştik; hiçbir kimseyi kandırmamak, hiçbir kimseye haksızlık etmemek üzere sözleşmiştik. Ben atlardan anlarım; sen bunun hakiki kıymetini bilmiyorsun, bu at rahat rahat 900 dinar ederdi, onun için söyledim."
İşte bu, özde doğruluk. Hakiki, içte olan doğruluk. Zaten sözde olan doğruluk da o içte olan doğruluktan sonra olur.
İnsanın içi yamuk oldu mu, sözü de, gözü de yamuk olmaya başlar. Gözü de, dili de sağa sola kaymaya, bulaşmaya başlar. Allah bizi özde, sözde, her yolda ve her işte doğruluktan ayırmasın.
en-Necâtü fi's-sıdki. "Kurtuluş doğruluktadır."
İnsan doğru oldu mu, dünyada da âhirette de halâs olur, necat bulur. Yalancı yanlışçı oldu mu, hain zalim oldu mu, haksızlık ve gadr, yanıltma yapan kişi oldu mu o zaman dünyada da âhirette de pişman olur, perişan olur.
Ve bi-isnâdihî kâle Zünnûn. "Aynı râvî, aynı rivayet zinciriyle nakletmiş. Zünnûn hazretleri şöyle buyurmuş;" men tezeyyene bi-amelihî kânet hasenâtühû seyyiât.
Kısa bir söz, tabii doğru. Belki doğru demek bile edebe uygun olmaz çünkü bir işin doğruluğunu da anlamak için bir seviye lazım. Mücevherin kıymetini kuyumcu bilir. Buyurmuş ki;
"Yaptığı hasenâtını süs edinen, onunla süslenen veya süsleyen kimsenin hasenâtı seyyiât haline gelir."
İşlediği ameli süsleyen, beğendirmeye çalışan bir kimse.
Süslemek niçin yapılır?
Beğendirmek için yapılır.
Namaz kılıyor beğendirmek için. "Allahu Ekber" diyor, duruşuna dikkat ediyor, rükûsuna dikkat ediyor. Camide böyle yapıyor da evde yapmıyor.
Neden?
Camide başka insanlar var, ayıplarlar diye korkuyor. Evde iki dakikada dört rekât kılarken, camide dört rekâtı dört dakikada ancak tamamlıyor. İnsanlara karşı süslü, gösterişli ve özenerek yapıyor.
Amelini böyle süsleyen ve ameliyle süslenen bir kimsenin yaptığı iş iyi bir iş bile olsa kötülük olmuş olur, kötülük haline dönüşür.
Neden?
Riya ile yapılan işleri Allah kabul etmez de ondan. Namaz kılıyordu, tekbirine, kıraatine, rükûuna, secdesine dikkat etti ama bunu âdeti olduğundan yapmadı, gösteriş için yaptı, süslemek için yaptı. O zaman o namazdan sevap alamaz çünkü riya ile yapılan ibadeti Allah kabul etmiyor. Hatta riya ile yaptığından günah olur. Onun için amelimizi başkasına süslemeye, süslü göstermeye ihtiyacımız yok. Allah'ın beğeneceği tarzda yapmaya gayret edelim. Yalnızken de, birileriyle beraberken de, her halükârda Allah görüyor diye, Allah'a beğendirmeye çalışalım. İnsan, kullara beğendirmeye çalıştı mı, iyi işleri bile kötü iş haline gelir.
Neden?
Riya ile yapılmış olur, onun için Allah sevmez.
Semi'tu Ahmede'bne Aliyyi'bni Ca'fer yekûl. "Bu râvîden rivayet edilmiş ki;" semi'tü Fârisen yekûl. "Fâris'i duydum ki şöyle diyordu." Semi'tü Yûsufi'bni Hüseyin yekûl. "O da Yusuf b. Hüseyin'in şöyle dediğini duydum demiş;" yekûlü semi'tü Zennûne yekûl. "Son râvî de Zünnûn hazretlerinin şöyle söylediğini işitmiş."
Ne söylemiş Zünnun hazretleri kaddesallahu sırrahû?
Bi-evveli kademin tatlubühû tüdrikühû ve tecidühû.
Bu çok büyük bir müjde...
"O'nu isteyerek O'nu ister bir haldeyken attığın ilk adımda tüdrikühû ona ulaşırsın ve tecidühû ve O'nu bulursun."
O dediği Allah; Allah celle celalühu
Sen gerçekten Allah'ı mı istiyorsun, niyetin samimi mi?
"Daha çok adım atacağım da ulaşacağım." diye bir şey yok, attığın birinci adımda ulaşırsın. "İlk adımda ulaşır, ilk adımda O'nu bulur ve O'na erersin." diyor.
Çok mühim bir söz…
Demek ki insanın niyeti hâlis, isteği samimi, katıksız oldu mu; evet tasavvufun bir yolu vardır, eğitimin bir zamanı vardır, ama niyeti hâlis kişi daha ilk adımında O'nu bulmuştur, cennetlik olmuştur. Tabii zamanla tecrübesi artacak, bilgisi artacak.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine bir bedevî geldi, dedi ki;
"Yâ Resûlallah! İslâm nedir, bana bir anlat. Onu yapayım başka bir şey yapmayayım."
Dedi ki;
"Namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, zekât vereceksin vesaire."
"Tamam, bunları yaparım başka bir şey yapmam. Hadi es-selâmü aleyküm." dedi, ayrıldı. Peygamber Efendimiz buyurdu ki;
"Cennetlik bir kimse görmek isteyen baksın."
Neden?
Çünkü isteği samimi. O yüzden ilk adımda maksat hâsıl oldu. Bu bize büyük bir müjdedir.
Biz bu yola adım atmış mıyız?
Allah'ın yolunda ilk adımı ihlâsla atmışsak ki O'na ermiş, O'nu bulmuş gibi oluyoruz, elhamdülillah! Şimdi artık O'nu kaybetme tehlikesi başlıyor. Bulunca elden kaçırma tehlikesi başlıyor. O halde bizim düşüneceğimiz husus;
"Aman kaybetmeyeyim, kaçırmayayım, düşmeyeyim."
Her halde dikkat etmek gerekiyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.