Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tüEbâ Bekrin ebneAffânekâle: Semi'tüBişrebne'l-Hârisiyekûl. İnnî le-eştehi'ş-şevâ' münzüerbaîneseneten fe-mâsafâlîdirhemuhû.
Ebu Bekir b. Affan, Bişr-i Hâfî'nin şöyle bir söz söylediğini rivayet etmiş.
Bu kısımda Ebu Bekir b. Affan hakkında geniş bir bilgi yok. Bişr-i Hâfî şöyle dermiş:
İnnî le-eştehi'ş-şevâ'. "Ben kızartmayı, kebabı canım çekiyordu, istiyordum. " Münzüerbaîneseneten. "40 seneden beri." Fe-mâsafâlîdirhemuhû. "Fakat onun parası bir türlü bana gelmedi."
40 yıl kebap istemiş ama bir kebabın parası kendisine denk gelmemiş, eline nasip olup da geçmemiş. Zamanlarını böyle geçirmişler.
Biz günde üç defa yiyoruz. Bazen aralarda misafirliğe vesaireye gidersek, oralarda da çayın yanında pasta, pastanın yanında börek, böreğin yanında çörek, yatsıdan sonra şu, bilmem nereden sonra bu. Onları da hesaba katmıyoruz, onlar ekstra sayılıyor. Ne kadar farklı!
Haddesene'bnüEbi'd-Dünya kâle: Kâleraculün li-Bişrin.
İbnEbi'd-Dünya ki meşhur bir alimdir, -hadisçidir, hadis kitabı yazmıştır- nakletmiş. Bir adam Bişr-i Hâfî hazretlerine dedi ki:
Lâ edrîbi-eyyişey'inâkülühubzî? "Bilmiyorum ki elimdeki yalın ekmeği neyle yiyeceğim?"
"Katığım yok." demek istiyor. "Elimdeki sade ekmeği bilmem ki ne ile yiyeyim?"
Belki böyle sorarak, "Varsa bir katığın ver." demek istedi. Veyahut "Hangi katık sevaplıdır?" diye ondan da sormuş olabilir.
Fe-kâle. Bişr-i Hâfî de ona şöyle demiş: Üzkürü'l-âfiyete. "Afiyeti hatırına getir." Vec'alhâidâmeke. "Onu kendine katık yap."
"Afiyeti zihninden düşün, sonra ekmeğe katık yap ye." demiş. Tavsiyesi böyle olmuş.
Rahmetli bir doktor tanıdığımız vardı. "Çay üç türlü içilir. Bir, içine şeker koyarsın, şeker katılarak içilir. Bir, şekeri ağzına alır yudumlarsın, kırtlama içilir. Bir de gözleme vardır." derdi.
"O nedir?" diye soranlara;
"Şekeri karşıya koyarsın, bir ona bakarsın bir içersin." derdi.
Bunun dediği de biraz ona benziyor. "Afiyeti düşün, basit katıksız ekmeğe onu katık yap, onu öyle ye." demiş.
Katık bulamamış çoğu, yoksulluğun derecesini gösteren bir tablo. Bir kısmı da, olsa da fazla katığa iltifat etmemiş; sade bir yaşamı tercih etmiş. Nefsi kabarmasın, şımarmasın diye iltifat etmemiş.
Kâle'l-Kâsımü'bnü'l-Münebbih semi'tü Bişranyekûl. Kasım b. Münebbih isimli şahıs, Bişr-i Hâfî'nin şu sözünü duymuş, naklediyor.
İn lemtuti' felâta'si. "Allah'a itaat etmiyorsan, hiç olmazsa âsî de olma."
Tam kulluk yapamıyorsun, ibadet taat yapamıyorsun, bari günaha girme, günah işleme.
Diğer rivayet aynı isnatla, aynı kanaldan gelmiş.
Ve bi-isnâdihî, kâle: Semi'tüBişranyekûl. Aynı şahıs "Bişr-i Hâfî'nin şöyle dediğini işittim." diyor.
Ene ekrahü'l-mevte ve lâ yekrehü'l-mevte illâ murîbun. "Ben ölümden korkuyorum, hâlbuki ölümden ancak şüphesi olan korkar." demiş.
Kendisi itiraf ediyor. "Ölümden korkuyorum, ama benim bu korkmam iyi değil. Demek ki benim durumum iyi değil, kötü insanmışım, tereddüdüm varmış ki ölümden korkuyorum. Çünkü ancak ölümden sonra başına ne geleceğinden şüphesi, tereddüdü olan insan korkar. İyi şey gelecek diye bilen insan korkmaz. Veya cennete imanı olan insan, mü'min cennete gidecek diyen insan korkmaz. Madem korkuyorum, demek ki kendimde kusur var." diye kendisini kötülüyor. Kendisinin halini söylüyor.
Bu hususta âyet-i kerîmeler de var. İnsanoğlunun tabiatında var. İnsanoğlu yaşamayı seviyor. Bütün mücadelesi ve sevk-i tabiileri yaşamak, yaşamını korumak üzerine kurulmuş. Yemesi, mücadelesi, savunması, hücumu ondan. Arslanın saldırması, geğiyin kaçması ondan. Arslan yemek yiyip de hayatını devam ettirmek istiyor. Geyik de pençesine düşmeyip kurtulmak istiyor. Bütün mücadele bunun üzerine kurulmuş.
Tabi insanın yaşama arzusundan sıyrılıp da ölümü sevecek bir hale gelmesi, yüksek bir durum. İnsanın ölümü sevebilmesi kolay bir şey değil.
Mesela Mevlânâ ölümü için "Şeb-i Arûs", "Düğün-bayram gecesi, düğün-dernek gecesi" diyebiliyor. "Ben öldüğüm zaman benim için ağlamayın." diyebiliyor. "‘Elveda elveda!' demeyin, ayrılığa gitmiyorum, kavuşmaya gidiyorum. ‘Yazık yazık!' demeyin, güzel bir şeye kavuşan insana niçin yazık densin?" diye sözler söyleyebiliyor.
Bazı insan her gece yatarken -okuduk kitaplardan ki- "Yâ Rabbi, bu gece bari canımı al ki Muhammed-i Mustafâ'ya kavuşayım." diye dua edermiş. Böyleleri var. Biliyor ki ahrette Resûlullah'a, dostlara kavuşacak, o zaman ölümü istiyor.
"Ben ölümden korkuyorum."
Demek ki ölümden, şüphesi olan insandan başkası korkmadığına göre, "Vay, benim vaziyetim fena!" demiş oluyor, Bişr-i Hâfî. Bizim artık kendi kendimizi ölçmemiz, değerlendirmemiz gerekiyor. Büyükler böyle derse, onlara göre bizim ölçmemizi nasıl yapmamız gerektiğini siz düşünün.
Ve bihîkâleBişrun. Yine aynı rivayet kanalıyla, yine aynı şahıstan nakledilmiş ki; Bişr-i Hâfî şöyle buyurmuş:
Hubbuke li-mâ'rifeti'n-nâsire'sümahabbeti'd-dünyâ. "İnsanların seni bilmesini istemen, insanlar arasında tanınmak, bilinmek, meşhur olmak isteği; işte bu dünya sevgisinin ta kendisidir, başıdır."
İnsanlar tarafından beğenilmek, sevilmek, bilinmek istemek, işte bu hubb-u dünyanın başıdır.
Hubbu'd-dünya nedir?
Dünyayı sevmek, tasavvufta dervişin en büyük imtihanıdır.
Hubbu'd-dünya re'sü külli hatîetin.
Her hatanın başı dünya sevgisi olduğundan, derviş onunla mücadele eder.
"Ben dünyayı sevmiyorum." diyebilirsin ama insanların seni bilmesini, sevmesini, alkışlamasını istiyor musun? Hoşuna gidiyor mu böyle bir şey olduğu zaman?
"Hoşuma gidiyor."
Demek ki sen dünya sevgisinin içindesin, kurtulamamışsın demektir. Bu onun delili ve emaresi oluyor.
İyi müslüman nasıl olacak?
Ve lâ yehâfûnelevmetelâim.
İyi müslüman, kınayanın kınamasından korkmayacak.
Birisi beğenmiş ötekisi beğenmemiş, alkışlamış, kızmış, tenkit etmiş vesaire; onlara aldırmayacak. Allah seviyor mu sevmiyor mu, ona bakacak. Kınayanın kınamasına aldırmadan yapması gereken işi yapacak. Kılık kıyafeti İslâmî olacak, isterse başkaları beğenmesin. Sözü İslâmî olacak, isterse bazıları hoşlanmasın. Davranışı İslâmî olacak, yaptığı işler İslâmî olacak, isterse bazı kimseler darılsın, gücensin. Her şeyi Allah rızası için İslâmî olarak yapmaya gayret edecek.
Kâle İbrahimü'l-Harbiyyu. İbrahim-i Harbî isimli râvi demiş ki;
Semi'tü Bişre'bne'l-Hâriseyekûl. "Bişr-i Hâfî'yi şöyle duydum, şöyle söylüyordu."
Rivayet eden şahsı aşağıda uzun anlatmış. İbrahim-i Harbî isimli şahıs 298 senesinde doğdu. İlimde önder idi. Zühtte başkan idi. Fıkhı çok iyi bilen bir kimse idi. Ahkâmı çok iyi bilirdi, hadisi çok ezberlemişti. Kusurları, hataları çok iyi teşhis edebilirdi . Edebe sahip bir kimseydi. Çok güzel vasıflarla methediyor. Allah şefaatine erdirsin.
Cemmaanli'l-lugati. Çok da diller bilirmiş veya Arapça'nın çok kelimelerini, nadir kelimelerini bilirmiş mânasında. Çok kitaplar yazmış, kıymetli eserler yazmış. Annesi Beni Talum kabilesindenmiş. Dayıları Ensarî'ymiş. 22 tane evi varmış, bunların hepsini satmış ve hadis öğrenmek için sarf etmiş. Öteki adamın hiç evi yoktu, caminin süpürgeliğinde yatıyordu, bu alimin de 22 tane evi varmış. Bu da hadis ilmini elde edeceğim diye 22 evi satmış harcamış. 285 senesinde, Zilhicce ayında Bağdat'ta ölmüş. İbrahim-i Harbî, bu anlattığımız kimse rivayet ediyor ki, Bişr-i Hâfî şöyle demiş:
Bi-hasbike enne kavmen mevtâtahye'l-kulûbubi-zikrihim ve enne kavmen ahyâetaksu'l-kulûbubi-rü'yetihim.
Güzel bir edebî cümle söyledi.
"Sana ibret almak için kâfidir, yeter ki; bazı ölmüş insanlar var, onların anılmasıyla gönüller canlanıyor."
Biz şimdi vefat etmiş bazı kimseleri anıyoruz, zevk duyuyoruz, mest oluyoruz, ibretler alıyoruz. Bizim işimize geliyor. Uygun oluyor bu söz. Bu sana ibret almak için yeter ki; bazı ölmüş insanlar var, onlar anıldığı zaman anıldığı yerde ananların kalpleri canlanıyor, ihyâ oluyor. Buna mukabil;
Ve enne kavmen ahyâe… "Bir de diri bazı insanlar var, görüldüğü zaman kalpler kasvetleniyor."
Öyle insanlar da var baktığın zaman, yanında olduğu zaman kalbine kasvet çöküyor. Subhanallah! Bunlar ölüler, ölü olmasına rağmen anıldığı zaman kalpler diriliyor. Bunlar diri, diri olmalarına rağmen görüldüğü zaman insanı kasvet bağlıyor. Ne ibretli bir şey! Tabi salih insanlar anıldığı zaman kalpler dirilir, fasıkfacir insanlar da görüldüğü zaman hakikaten insana kasvet gelir. Güzel, edebî bir cümle.
Ve bihîkâle. Yine İbrahim-i Harbî'den gelen rivayetle, kanalla şöyle buyurmuş Bişr-i Hâfî:
el-Halâlu lâ yahtemilu's-serafe. "Helal mal israfa gelmez, israf olmaz, boşa gitmez."
Bizim memlekette bir söz var; "Helal mal yabanda kalmaz." derler.
Koyun, keçi, sığır, sürü döndü, senin koyunun, keçin nerede?
Yok. Kurt yedi, gelmedi.
"Helal mal yabanda kalmaz." derler. Bu söz onu andırıyor.
el-Halâlu lâ yahtemilu's-serafe. "Helal, israfa mütehammil değildir."
Helalde israf olmaz. Her şey yerli yerince gider, israf olmaz. Haram oldu mu hop oraya gider, hop buraya gider; para elde kalmadı, bir işe de yaramadı, oluverir. Nereye gittiği belli olmaz.
el-Hasanü'bnüÂmrini's-Sübey'i -veya Sebi'i- yekûlu: Semi'tüBişranyekûl. "Bişr-i Hâfî'nin şöyle dediğini duydum." demiş.
Bîdâunmâlemuâlic nefsî lâ etefarrağu li-ğayrî, fe-izââlectünefsîtefarrağtu li-gayrîmâabsaranîbi-mevdıi'd-dâi ve mevdıi'd-devâi in eânenîminhubi-maûne. Sümmekâle: Entümed-dâu! Erâvücûhe kavmin lâ yehâfûnemütehâvinînebi-umûrihi'l-âhireti.
Bişr-i Hâfî bir sohbetinde, konuşmasında demiş ki;
Bîdâun. "Benim hastalığım var. Hastayım ben. " Mâlemuâlicnefsî. "Nefsimi bu hastalıktan tedavi etmedikçe." Lâ etefarrağu li-ğayrî. "Başkasına faydam olmaz, başkasına vakit ayıramam, meşgul olamam." Fe-izââlectünefsî. "Bu hastalığı tedavi ettiğim zaman." Tefarrağtu li-gayrî. "O zaman başkasına yardım edecek bir imkâna sahip olurum. Başkasına faydam olacak zamanı, imkânı o zaman bulurum."
Tasavvufta da böyledir. Derviş tasavvufî terbiyeyi görür, halvetlere girer. Nefsi ıslah olduktan, terbiye aldıktan sonra hocası onu irşat için bir başka yere gönderir. "Sen de kalk falan yere git. Oranın halkına Allah'ın emirlerini anlat."
Neden?
Kendini terbiye etti, ıslah etti; ondan sonra başkasına faydalı hizmetler yapar. Ama kendisinde hastalık varken başkasına faydası olmaz.
Mâabsaranîbi-mevdıi'd-dâi ve mevdıi'd-devâi in eânenîminhubi-maûne. "Eğer bana bir yardım gelir de yardımcı olmazsa, ben hastalık nerede deva nerede, göremem."
"Yardım gelirse hastalığın, devanın nerede olduğunu o zaman anlayabilirim." dedi.
Sümmekâle: Entümed-dâu! "Sizsiniz hastalık!" "Hastalık dediğim, hastalıktan kastım sizlersiniz. " Erâvücûhe kavmin lâ yehâfûn. "Bakıyorum bazı insanların yüzlerine ki Allah'tan korkmuyorlar. " Mütehâvinînebi-umûrihi'l-âhireti. "Âhiret işlerini hiç ciddiye almıyorlar, gevşek gevşek davranıyorlar."
İşte hastalık bu. Hastalığın, muhatapları olduğunu söylemiş oluyor.
Semi'tüAbbase'bneDihkanyekûl: Küntü inde Bişrin. Abbas b. Dihkan isimli şahıstan rivayet edilmiş ki şöyle söylemiş.
Küntü inde Bişrin. "Ben Bişr-i Hâfî'nin yanında meclisindeydim." Ve hüve yetekellemüfi'r-rıdâve't-teslim. "O, tasavvuftaki rıza ve teslimiyet makamını anlatıyordu ihvana."
Rıza nedir?
Allah'ın kaza ve kaderine razı olmak.
Teslim nedir?
Allah'ın hükmüne teslim olup itiraz etmemek. "Ne yapalım, Hakk'tan böyle nasipmiş." deyip teslimiyet göstermek demek. Bu konuda konuşup duruyormuş.
Fe-iza hüve bi-raculünmine'l-mutasavvıfa. "Birden mutasavvıflardan bir adam belirdi, peyda oldu. " Fe-kâlelehü: YâEbâNasr! Bişr-i Hâfî'ye hitap edip demiş ki; "Ey EbûNasr!" İn kabadta an ahzi'l-birriminyedi'l-halkı li-ikâmeti'l-câhi. Fe-in küntemütahakkıkenbi'z-zühdimunsarifenani'd-dünyâ fe-huzmineydîhim li-yemtehiyecâhukeindehüm; ve ahricmâyu'tûnekeile'l-fukarâi; ve künbi-akdi tevekkül te'huzukuvvetekemine'l-ğayb.
Bişr-i Hâfî büyük bir zât, vaaz ediyor; ashabını toplamış, rıza ve teslimiyet makamından bahsediyor. Bir başka mutasavvıf kalkmış ona söz söylüyor. Nasihat yollu bir şeyler söylemiş.
Bakalım ne demiş?
"Ey EbûNasr!" demiş.
Bişr-i Hâfî'nin künyesi EbûNasr. Biliyorsunuz Araplarda isim kullanılmaz. Asaletli kimselerle konuşurken künyesiyle hitap edilir. "YâBişr!" dese ismiyle hitap etmiş olacak, "YâE s'ad" demiş gibi. Ama öyle demiyor, "Ey EbâNasr!" diyor. "Ey Nasr'ın babası." demek. Nasr diye bir oğlu var, o isimle hitap ediyor.
İn kabadta an ahzi'l-birriminyedi'l-halkı li-ikâmeti'l-câh. "Halk sana sadaka, hediye gibi bir şey getirip vermek istediği zaman kendini tuttun."
Kendi makamını ayakta tutmak için o verilen iyiliği almıyorsun.
İn küntemütahakkıkenbi'z-zühdi. "Eğer sen dünyaya metelik vermeyen, hakiki zühd sahibi bir kimse olsaydın böyle yapmazdın."
Ya nasıl yapardın?
Munsarifenani'd-dünyâ. "Mevkiyi de gözüne almazdın."
Mevkini makamını, itibarını korumak için verilen şeyi almama durumuna düşmezdin, alırdın.
Fe-huzmineydîhim. "Al onların verdiği sadakayı veya hediyeyi." Li-yemtehiyecâhukeindehüm. "Onların nazarında mevkin silinsin."
"Aa, bizden bir şeyler alıyor işte canım." filan diye yani gözlerinden düş onların.
Ve ehricmâyu'tûnekeile'l-fukarâ. "Sonra da o aldığını götür fakirlere ver."
Böylece mevki makam da silinmiş olur, gene de hayrını yapmış olursun.
Ve künbi-akdi tevekkül. "Tevekkül bağına bağlan." Te'huzukuvvetekemine'l-ğayb. "Rızkını gaybdan alırsın." diye böyle bir nasihat etmiş.
Kesik kesik söyledim, bilmiyorum anlaşıldı mı?
Rıza ve teslimiyet makamından bahsederken kalkmış; yâEbûNasr, sen sana birşey verildiği zaman almıyorsun. Ama yanlış yapıyorsun. Bence, bunu kendi mevkiini, itibarını korumak için yapıyorsun. Bu gerçek mutasavvıfın hali değil. Sen gerçek zahid isen, hakikaten dünyaya metelik vermeyen bir kimse idiysen öyle yapmamam lazımdı. Sana verileni al. Halkın nazarında itibarın silinsin. Mutasavvıfa, zühde daha uygundur. Ondan sonra aldığını da gene istiyorsan yeme. Zahidsen fakirlere ver. Böyle yapman daha iyidir, gibi bir nasihat vermiş. O zaman gaybdan sana Allah rızıklar verir diye de söylemiş.
Fe'şteddezâlike âlâ ashâbiBişr.
Bişr-i Hâfî büyük bir mutasavvıf. Onun da etrafında toplanan insanlara, müritlerine, onlara çok ağır gelmiş. Birisinin kalkıp da böyle, bu yolda bazı nasihatte bulunması o ashabına ağır gelmiş.
Fe-kâleBişrün. O adam böyle söyleyince Bişr-i Hâfî de ona cevap olarak demiş ki; İsma' eyyühe'r-racülü'l-cevâb. "Ey adam, senin teklifine karşı benim cevabımı benden dinle. " el-Fukarâuselâsetun. "Fakirler üç zümre halindedir, üç cinstir."
Fukarâ, yani mutasavvıf fukarâ, zahid, âbid. Bu derviş olan fukarâ üç çeşittir
1. Fakîrün lâ yes'el. "Bir kısmı fukarâdır, fakirdir, derviştir, istemez." Ve in ûtiye lâ ye'huz. "Verilse de almaz."
Tam biz şeytanı taşladık. Mina'da yanımıza Pakistanlı birisi geldi. Bizimle tatlı, yumuşak yüzle konuştu. Fukarâ tavırlı. Bizim arkadaş cebinden para çıkarttı, ona sadaka vermek istedi. "Yok, ben para filan istemem, bende daha çok para. İsterseniz ben size vereyim." dedi. Parada pulda gözü yok. Bazı fakir vardır dilenmez, istemez, verilirse de almaz.
Fe-zâkemine'r-rûhaniyyîn. "Bu, ruhânîler zümresindendir." İzâseelellâhua'tâhu. "Allah böylesine istediği zaman verir." Gökten sofra indirir böylesine. Ve in kaseme alellâhi le-eberrakasemehû. "Bir şey için Allah'a yemin etse, Allah yemini doğru çıksın diye o işi öyle yapar."
"Vallahi yarın yağmur yağacak, yarın kar yağacak." dese mesela; Allah yemini doğru çıksın diye yarın kar yağdırır. Çünkü ruhâniyyîn zümresinden, mertebesi yüksek, Allah'ın sevgili kulu.
Temmuz'da, Ağustos'ta kar yağar mı?
Yağdırır mesela.
Bu birinci sınıf; istemiyor, verilirse de almıyor.
2. Ve fakîrün lâ yes'el. "Fakirdir, derviştir, yani mutasavvıftır; istemez, dilenmez." Ve in ûtiye kabile. "Ama istemeden verilirse o kabul eder." Fe-zâkeminevsatı'l-kavm. "Bu, kavmin, yani mutasavvıflar, dervişler zümresinin, en mutedil, ortasında olandır. " Akdühü't-tevekkül. "Tevekküle bağlanmıştır. " Ve's-sükûnüilellâhiteâlâ. "Allahu Teâlâ hazretlerine tevekkül sükuna yapışmıştır. " Ve hüve min men tudaulehü'l-mavâidü fî hazîrati'l-kudsü. " Böylesine Allahu Teâlâ hazretlerinin nezd-i ilâhîsindeki hazire-i kudste sofralar kurulur. Yani istemiyor, verilirse alıyor.
Neden alıyor verilirse?
Çünkü Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfi var. Abdullah b. Ömer'e bir keresinde bir şey vermiş. "Al onu." demiş.
"Yâ Resûlallah, benim ihtiyacım yok, daha muhtaçlara ver."
"Bana bak delikanlı." demiş Peygamber Efendimiz, "Sen istemediğin halde sana bir şey verilirse al." demiş. İşte dervişlerin ikinci kısmı budur. Onu da anlatmış, onun da mükâfatını söylemiş.
3. Ve fakîrün. "Yine derviştir, fakirdir." İ'tekade's-sabr. "Sabra sarılmıştır. " Müdâfeate'l-vakt. "Yok, aç susuz vaktini geçirmek için sabra sarılmıştır. " Fe-izâtarakathu'l-hâce. "Artık ihtiyaç gelir de küt diye çarparsa, iyice bıçak kemiğe dayanırsa. " Harace ilâ abîdillâh. "Çıkar Allah'ın kullarının bulunduğu tarafa, yani halka. " Ve kalbühûilellâhibi's-suâli. "Ama kalbi Allah'a bağlıdır."
Gerçi insanlara doğru gidiyor, bir şey isteyecek ama kalbi Allah'a bağlı.
Fe-keffâretümes'eletihîsıdkuhûfi's-sual. Onun istemesi günah aslında. "Ama istemesine kefaret, isteğindeki sadıklığıdır."
Allah'tan istiyor aslında. Beklediği Allah'tan. İşte o sıdk-ı sadâkatinden dolayı onun istemesi günah değildir. İşte bu da bir çeşit.
Üç çeşit derviş var:
Birincisi; istemez, verilince de almaz. O, ruhânîler zümresindendir.
İkincisi; istemez, verilirse de alır. Bu da kavmin mutedil, yani en uygun tipidir. Tevekküle sarılmıştır. Ona Allahu Teâlâ hazretlerinin huzurunda ikram sofraları kurulacak.
Üçüncüsü de; aslında yokluğa, açlığa, sıkıntıya, fakirliğe, acıya, hastalığa sabreder ama iyice bıçak kemiğe dayanınca çıkar. Ama yine kalbi Allah'ta, Allah'tan istiyor. İnsanların yanlarına gidiyor ama kalbi Allah'ta. Bunun istemesi günah değildir. Bunu istemesine kalbindeki niyetinin halisliği, sıdk-ı sadâkati kefaret olur.
Üç çeşit olduğunu böyle söyleyince, o kalkıp da Bişr-i Hâfî'ye nasihat eden kimse;
Fe-kâle'r-racülüradiyturadıyallâhuanke. "Tamam, razı oldum cevabından. Allah senden razı olsun." demiş.
Allahu Teâlâ hazretleri bu büyüklerimizin o mârifetinden, o ahvâlinden, o makamâtından, o ârifliklerinden, o güzel huylarından istifade edip Cenâb-ı Hakk'ın razı olacağı hale gelmeyi, sevdiği kul olmayı cümlemize nasip eylesin. Yolunda dâim, zikrinde kâim eylesin. Cümlemizi cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.
Çıkmışız ortaya veya düşmüşüz bir yola, biz de dervişiz diye. Ama bu iş, dervişlik denilen şey, görüldüğü gibi -okuyoruz kitaptan, mahsustan, özellikle okuyoruz- basit bir iş değil, ince bir işmiş. Bu dervişliğin köklü bir an'anesi, mâzisi varmış. Çok büyük zâtlar gelmiş geçmiş; ne derin düşüncelerle, tefekkürlerle ne ince ince hayatlarını sürmüşler. Görmüş oluyorsunuz.
Allah bizi de mârifetullaha, muhabbetullaha, aşkullaha erdirsin. Cennetiyle cemaliyle cümlemizi cümlenizi müşerref eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.