Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve kâle'l-Hârisü; yani daha önce geçmiş olan rivayet zinciriyle; Abdullah b. Aliyyin et-Tûsiyyi'den Huldî'ye, Huldî'den Ebû Osman el-Beledî'ye, ondan Hâris-i Muhâsibî'ye uzanan zincir ile aynı senetle Hâris b. Esed el-Muhâsibî hazretleri buyurmuş ki:
et-Teslîmü hüve's-sübûtü inde nüzûli'l-belâi min-gayri tegayyürin minhu fi'z-zâhiri ve'l-bâtıni.
Tarikatte ''teslimiyet'' diye bir makam var. Onun tarifiyle ilgili.
et-Teslîmü. ''Teslimiyet'' Allah'ın hükmüne, kaza ve kaderin tecellisine rıza göstermek; ceza' ve feza' göstermemek, itiraz etmemek, taşkınlık yapmamak, ağzını açıp gözünü yumup da ileri geri edepsizce konuşmamaya dikkat etmek. Tarifinde diyor ki;
et-Teslîmü. ''Teslimiyet'' Hüve's-sübûtü inde nüzûli'l-belâi. ''Kendisinin başına bela geldiği zaman sapa sağlam durmasıdır, sabit olmasıdır, sebat etmesidir.''
Min-gayri tegayyürin minhu. ''Kendisinden hiçbir değişiklik meydana gelmeden, olduğu yerde sapa sağlam durmasıdır.''
Fi'z-zâhiri ve'l-bâtıni. ''Zâhirinde de, bâtınında da değişiklik olmayacak.'' Yani şeklen de, dışarıdan da bir itiraz emaresi, alâmeti görülmeyecek; kalbinde de bir itiraz duygusu mevcut olmayacak.
Herkesin bildiği klasik bir misali söyleyelim. Yakını ölüyor. Annesi, babası veya evladı ölüyor. Kadın veya adam saçını başını yoluyor, feryâd u figânlar ediyor, ileri geri konuşuyor, bağırıyor, çağırıyor. Morali bozuluyor, gönlü çöküyor, kararıyor, feleğini şaşırıyor...
Ne oluyorsun? Ne var yani? Bu olayı takdir eden kim?
Allah celle celâlühû.
Sana ne düşer?
Abdülkâdir-i Geylânî Efendimiz'in söylediği gibi;
''Kula düşen iki şey var: Bir; kazâ ve kadere, Allah'ın hükmüne rıza. İki; dua.''
Rıza ve dua. Başka bir şey yok. Kadere rıza, Allah'a dua. Kulluk çok kolay. İtiraz ederse, bağırır çağırırsa imtihanı kaybeder.
Hadîs-i şerîfte şöyle geçer:
Peygamber sallallahu aleyhi ve selem bangır bangır bağıran, yaka bağır yırtan, feryâd u figân eden bir kadının yanından geçiyordu. Başına bir bela, musibet gelmiş, bağırıyor. Ona;
''Ey filanca! Sabretmen, Allah'ın hükmüne razı olman lazım.'' gibi konuşmak isteyince kadın dedi ki;
''Sen benim başıma gelen belanın ne kadar fazla olduğunu biliyor musun? Bir bilsen…''
Efendimiz baktı ki ağzı kalabalık, yürüdü gitti. Yanında durmadı. Onun üzerine arkadan gelenler dediler ki;
''Sana gelip sözleri söyleyen bu şahıs kimdi, biliyor musun?''
Kadın; ''Bilmiyorum.''
''Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem idi.''
Kadın; ''Ya, öyle mi!'' dedi. Arkasından koştu, yetişti. ''Yâ Resûlallah! Kusura bakma. Ben seni tanıyamadım, ondan edepsizlik ettim. İleri geri konuşmam seni tanımadığım için, seni bilemediğim için oldu. Benim kusuruma bakma.'' Tabi bir kere olan oldu. Efendimiz buyurdu ki;
es-Sabru inde's-sadmeti'l-ûlâ. ''Darbe ilk geldiği zaman sabır gösterirsen işin kıymeti olur.'' Aksi takdirde iş işten geçmiş olur. Sonra herkes alışıyor, yani insan günler geçince, zaman geçince alışıyor.
Alman ordusunda bir kaide varmış. Kavga edenlerin birbirlerinden 24 saat içinde üst makamlara şikayette bulunmaları yasakmış. 24 saat geçecek. Neden? Bir heyecanı yatışsın, bir uyusun, uyansın. Duygularını kendi kendine normal olarak tahlil edecek hale gelsin. Bakalım kendi mi haklı, karşı taraf mı haklı? Şikayete mahal var mı, yok mu?
Bir seyyah, İslâm tarihinde bizim dedelerimizin halini anlatıyor. Diyor ki;
''Bunların mahkemelerine iş düşmez, mahkemelerinde davacı, davalı göremezsin. Çünkü çok terbiyeli, edepli insanlardır. Zaten haksızlık edip de mahkemeye kadının huzuruna gelme durumları olmaz. Bir ihtilaf olsa bile mahallenin eşrâfı, büyükleri, hatırı sayılır kimseler halleder. Yani kadıya, mahkemeye çok nadir iş düşer.''
Osmanlı devrinde kadılar ekseriyetle şâir oluyor. Neden? Zamanı boş, oturuyor; şu vezinden, bu vezinden şiir yazıyor. Önüne dava gelmiyor ki. Ya okuyacak, ya yazacak, bir şeyler yapacak. İşte o da şiir yazıyor. Ekseri divan şairleri, mesleğini incelerseniz kadıdır. Parası var, keyfi yerinde, konağı var, zamanı da var. İlim için, irfan için, hele şiir için, edebiyat için zaman lazım. Oturacak da şiiri tanzim edecek.
Demek ki teslimiyet, bela indiği zaman zâhirde ve bâtında herhangi bir değişme müşahede edilmeden sapa sağlam durmaktır. Kale gibi duracak. Ne kaşı kıpırdayacak, ne yüzünde çizgiler belirecek, ne alnı kırışacak, ne ah vah edecek, ne saç baş yolacak, ne diz dövecek, ne bağırıp çağıracak, ne kalbinden kırgınlık, küskünlük, darılma hissedecek, ne de ileri geri konuşacak. Böyle şeyler olamayacak. Gayet sakin, kale gibi sağlam duracak.
Tabi zâhirde bir şey olmaması bir edeptir. Bâtında bir şey olmaması yani insanın gönlünde fırtına kopmaması, duygularının sapa sağlam olması daha büyük bir şey. Bu gibi haller de eğitimle elde edilir. Birden elde edilmez. Onun için müslümanın her zaman söylediğimiz gibi yılda bir sabır eğitimi var. Bir ay süren Ramazan. Bunu neden yapıyor? Alışsın diye. İnsanın içindeki duygularına da hâkim olması kolay bir şey değildir. Hâkim olmaya küçüklükten itibaren alışacak da öyle hâkim olacak. Yoksa istese de hâkim olamaz.
''Ne yapayım elimden gelmiyor, yapamıyorum, edemiyorum.'' diyorlar. İşte alışmadığı için İslâm her şeyin çaresini bildirmiş. Yalnız reçeteyi doktorun söylediği gibi uygulamak lazım. Uygulanırsa tedavi olur. Uygulanmadığı zaman olmuyor.
Zâhirde ve bâtında hiçbir değişiklik olmaması için ,insanın bâtınının eğitim görmesi lazım. Burada bir misali anlatalım.
Eski dervişlerden olgun bir kimse bir şehre gitmiş.
İslâm âlemi geniş. Şu yukarıdaki Şeyh Murad hazretleri Buharalı, Peygamber Efendimiz'in sülalesinden. Hindistan'ın kuzeyine Keşmir'e gitmiş. İmâm-ı Rabbânî Efendimiz'in oğlu Şeyh Muhammed-i Mâsum Efendimiz hazretlerinden icazet almış. Ondan sonra Şam'da oturmuş, dört-beş defa hacca gitmiş.
Buraya gelmiş. Burada vazife görmüş. İrşad hizmeti yapmış, medrese açmış. Burada vefat etmiş.
İslâm âleminde hudut yok, pasaport yok, mecburiyet yok. Hadis öğrenmek için oraya gidiyor, fıkıh öğrenmek için buraya geliyor, irşat etmek için şuraya görevlenip gidiyor, her taraf İslâm âlemi. Tabi özel yönetimler, valilikler, beylikler var ama kimse kimseye dur demiyor. Müslümansa geliyor, geçiyor. Yani güzel bir şeymiş. Müslümanlar her tarafa gidip gelebiliyorlarmış.
Şimdi hacca gitmek için bile pasaport alıyorsun, vize alıyorsun da bir aydan fazla adam bırakmıyor, istediği zaman, istemediği kimseye izin vermiyor. Ölürse ölsün, haccı yaparsa yapsın, yapamazsa yapamasın. Eskiden güzelmiş.
Bir adam bir şehre gelmiş. Fakat muhafızlar yakalamışlar. ''Sen casussun.'' demişler.
Umumiyetle dervişler, mâlum, seyahati eğitim için de yapıyorlar. Seyahatin meşakkati içinde cevr u cefa çekerek pişsinler diye de bir seyahat var. Ama bizim Nakşî tarikati demiş ki:
Sefer der vatan. ''Vatanında bu seyahat kemâlâtını sağlasın.''
Ama seyahat eden seyyah dervişler de var. İnsan seyahat ederken üstü başı tozlanır, saçı başı uzar, parası pulu azsa derbeder bir hal alır ama gönlü güzeldir. Kafası ilim doludur; onu herkes bilemez. Dış görünüşü itibariyle hırpani görünümde olabilir. Buna da bakmışlar hırpani bir adam. Bunu yakalamışlar.
''Sen casussun, düşman devletten buraya geldin. Bunun kafasını kesin!''
Yolda ite kaka cellada götürmeye başlamışlar. Kafası kesilecek. Halbuki bir casusluğu, kötü bir niyeti yok. Allah'ın derviş bir kulu. O haldeyken kendi kendine soruyor, diyor ki;
''Söyle bakalım nefsim, bak haksız yere sana iftira ettiler, ''casus'' dediler, ölümüne karar verdiler, cellada doğru götürüyorlar. Bu ne biçim iş? Ne biçim kader? Nasıl bir haksızlık? Söyle bakalım! Her zaman sen dervişim diye Allah'ın hükmüne razı olmaktan, kadere teslim olmaktan bahsederdin. Bu işe de razı mısın? Teslimiyetin var mı? Rızan var mı? Bak burada bir aksilik var, bir haksızlık var. Buna da razı mısın?''
Şöyle içine bakmış;
''Ölürsem öleyim. Allah'a gideceğim. Demek ki hayatım bu kadarmış.''
Mübareğin nefsi öyle ıslah olmuş ki hiç itirazı yok. İçinden; ''Ya bu da olur mu, haksız yere güme gidiyoruz, boşa gidiyoruz.'' gibi bir duygu da gelmemiş. Gayet rahat, teslimiyeti var.
Hükmümüz, ömrümüz bu kadarmış.
el-Hükmü lillâh. ''Ferman Allah'ındır.'' Boynunu kestirmeye gidiyor. Fakat tam celladın yanına gelince seslenmişler:
''Durun, bir yanlışlık oldu. Bu adam casus değil. İyi insan olduğu anlaşıldı. Serbest bırakın.'' demişler. Bu sefer kesilmekten kurtulmuş, salıverilmiş, gene kendisine soruyor, ölecekti ölmedi. Diyor ki;
''Vallahi, ölümden kurtulduğuma, ölümden halasıma değil; o andaki ihlâsıma seviniyorum.'' Yani ölecekken rıza ve teslimiyeti vardı ya, kalbinde itirazı yoktu ya! Bâtınından bir tagayyür, bir itiraz yok.
''O ölecek gibi olduğu zamandaki ihlâsıma hâlâ seviniyorum. İyi ki o imtihanda içimde feryâd u figân bir itiraz olmadı Ölümden halasıma, kafamın kesilmesinden halasıma değil, o andaki ihlâsıma hâlâ seviniyorum.'' diyor.
Benim çok hoşuma gider de bu fıkrayı zaman zaman anlatırım.
Düşünüyorum da, kendimi onun yerine koyuyorum, ölüme giderken böyle düşünebilmek de kolay bir şey değil. İyi bir terbiye, tam bir teslimiyet. Burada da yeri geldi. İnsanın Allah'ın kazasına, kaderine, hükmüne böyle teslimiyeti olmalı.
Bazı üzücü olaylar olabilir. Millet dayanamıyor. Hemen bakıyorsun; köprüden, kuleden kendisini atıyor, intihara kalkışıyor vesaire. Halbuki Allah'ın nimetleri de var, belalar da, musibetler de var;onlar da imtihan. İnsana ekseriyetle nimet gelir. Sayısız nimetler… Bir, iki, üç, dört, beş… Sayamazsın.
Ve in te'uddû ni'metallâhi lâ tuhsûhâ. Nimetler sayılmaz, belalar sayılır.
İnsanın ömründe gördüğü ölüm kaç tanedir? İki tane, üç tane, beş tane… Yani ne olacak? Ama nimetler! Her gün yiyor, her gün içiyor, her gün baklava, börek, kaymak, tatlı, üzüm, elma, armut, muz, kavun, karpuz… Bunların hepsine bir şükür lazım değil mi?
Onların şükürlerini eda etmiyor, duruyor. Ama başına ömründe kırk yılın başı bir defa musibet, belâ, imtihan geldiği zaman hop oturuyor, hop kalkıyor. Olmadı! İmtihanı kaybediyor. Teslimiyet gösterecek.
Hâris-i Muhâsibî hazretlerinin güzel bir sözünü öğrenmiş olduk. ''Teslimiyet, bela indiği zaman çinde ve dışında, zâhirinde ve bâtınında hiçbir değişme olmadan sapa sağlam durmaktır, sübuttur, sebattır.'' diyor. Böyle tarif etmiş.
Ve kâle: Süile'l-Hârisü ani'r-recâi
''Yine aynı rivayetle râvî dedi ki. Hâris-i Muhâsibî'ye ‘Recâ nedir?' diye soruldu. Recâdan soruldu.''
Bunlar hep tasavvufî tabirler, tasavvuf terminolojisi. Tasavvufta havf ve recâ var. İslâm'da var da, tasavvufun konusuna girdiği için tasavvuf ilmi içinde bahis konusu ediliyor.
Havf korkmak, recâ ummak demek. Havf u recâ, korku ümit demek. Müslüman iyi bir müslüman olduğu zaman ne yapacak?
Allah'tan korkup titreyecek mi, Allah'a çok ümit besleyip efe efe dolaşacak mı? Hangisi iyi? Allah'tan korkmayı emreden âyetler de var, Allah'ın rahmetinden ümitlenmeye dair âyetler de var, hangisini yapalım? Şen mi olalım, gamlı mı olalım? Üzüntülü mü olalım, sevinçli mi olalım?
Alimlerimiz meseleyi incelemişler, vardıkları sonucu ben kısaca söyleyeyim. Beyne'l havfu ve'r-recâ olacak. Korku ile ümidin arasında duracak.
Yani birisine tam dalmayacak. Adama bakıyorsun boyuna titriyor. Yemek ye, titriyor; uyu, titriyor; çalış, titriyor. Bu adam mahvolmuş. Korkudan normal bir insan olmaktan çıkmış. Eli, ayağı korkudan titriyor. Allah korkusundan oturamıyor, kalkamıyor, konuşamıyor. Bu aşırı, dozajı fazla.
Öteki adama bakıyorsun; ''Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Evelallah cennete gireriz. Boş ver, aldırma.'' falan. O da fazla şen şakrak. Vur patlasın, öyle gidiyor. Mübarek biraz da tedbir al, dikkatli ol, ibadetini yap. ''Canım Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir, affeder. Allah beni mi yakacak?'' O da fazla gevşek olduğu için makbul değil.
Evliyâullahtan bir zâta sormuşlar;
''İnsan nasıl olmalı, hangi duygulara sahip olmalı?'' diyor ki;
''Bağlı iki aslanın arasındaki tilki gibi olmalı.''
Niye bağlı diyoruz? Aslan bağlı olmadı mı atlar, tilkiyi parçalar, yer. Yani karşımızda iki aslan var ama tilki de var. Ama hepsi bağlı, hepsinin ipi ölçülü. ''İki aslanın arasında tilki gibi olmalı.'' diyor. Ne demek istiyor?
Tilki, aslanla baş edemez. Aslanın yanına yanaşırsa aslan, bir pençe vurup hart hurt, çatur çutur yiyecek. O zaman bu aslanın yanına yanaşamaz. Kazara, yanlışlıkla o tarafa biraz yanaşsa, aslan buradan gırlayacak, üstüne saldıracak. Ama bağlı. Fazla gelemeyecek ama yakalamaya bir saldıracak, tilki korkusundan çok kaçsa ne olur? Öbür aslanın yanına gelince o da gır diye üstüne atlayacak.
Bu sefer çok güzel tarif etmiş. Yani ne onun yanına yanaşabilecek, ne onun yanına yanaşabilecek. Orta çizgide iki aslana da parçalanmamak için korksa da, titrese de ikisinin ortasında duracak. İki aslanın arasında bağlı tilki gibi olacak. İki bağlı aslanın arasındaki tilki gibi olacak. O tarafa da, bu tarafa da yanaşamaz. O zaman insanın dengesi bozuluyor. Normal kulluğu yapamıyor, demişler.
Recâdan sormuşlar. Recâ ummak, ümitli olmak. Korku tarafı değil de ümit tarafını sormuşlar;
''Bu nedir? Nasıl tarif edersin? Ne dersin?'' Buyurmuş ki;
Ve kâle: ''et-Tama'u fî fazlillâhi te'âlâ ve rahmetihî ve sıdku husni'z-zanni inde nüzûli'l-mevti.''
et-Tama'u fî fazlillâhi te'âlâ ve rahmetihî. ''Allahu Teâlâ'nın fazlına ve rahmetine tamah etmek, ümit tutmak, heveslenmek.''
Ve sıdku husni'z-zanni. ''Ve hüsn-i zannını sapasağlam, dosdoğru yapmak.''
Ne zaman?
İnde nüzûli'l-mevti. ''Ölüm kendisine geldiği zaman.''
''Recâ budur.'' diyor. Recâyı biraz ölüme yakın zamana itmiş. O zaman söylüyor. Allah'ın fazlına ve rahmetine heveslenmek ve Allah'a karşı hüsn-i zannında sadıkâne, sağlam duygulara sahip olmak. Ama ne zaman? Ölümüne yakın. Ölmesine yakın sırada, ölüm geldiği sırada;
''Umarım ki Allah bana rahmeti ile, fazlı ile muamele eder, onu isterim.'' diyecek ve Allah'a hüsn-i zan besleyecek.
Allah'a hüsn-i zan beslemek ne demek?
Allah'ın kendisine iyi muamele edeceğini zannetmek, sanmak demek. Bunu da sıdk ile yapacak. Yani Allah'ın kendisine iyi muamele yapacağına dair sıdk ile sapasağlam bir duyguya sahip olması demek. Ama ne zaman?
İnde nüzûli'l-mevti. ''Ölüm geldiği zaman.'' Hayatın içinde değil de sonunda.
Hakikaten bu hususta bir hadîs-i şerîf vardır. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor;
''Ömrünüzün âhirine doğru Allah'a ümidinizin artması tarafına meyledeceksiniz.''
Gençlikte korku tarafına yakın olacak, Allah'tan korkacak, günahtan korkacak, cezasından korkacak, cehennemden korkacak. Belli bir yaştan sonra zaten günahlara meyil duygusu kalmaz. O zaman korku, insanı günahlardan koruyordu. Bu sefer onun önemi azalıyor. Bu taraftan Allah'a hüsn-i zan edecek: ''İnşaallah bana güzel muamele eder, öyle ümit ediyorum.'' diye hüsn-i zan edecek ve Allahu Teâlâ'nın fazlına, rahmetine tamah edecek.
''Tamah'' kelimesini kullanması güzel. Bir insan bir şeye uzaktan yutkunur, tamah eder, ister. Hakkı olmadığı halde ''şunu alayım'' der. Tamah kelimesini kullanıyor. Biz Allah'ın fazlına, rahmetine aciz, nâçiz, zalûm, cehûl kullar olarak nereden layık olalım! Ama tamah edecek. Yani o tamahı besleyecek. O isteği beslemek diye söylemiş.
Burada bir tevazu var. ''Biz aslında Allah'ın fazlına ve rahmetine layık değiliz. Ama tamah etmek, ümit tutmak, ona heveslenmek'' demek istiyor. Bu sözü hadîs-i şerîfe uygundur. Yaşı belli bir yaştan sonra olanlar Allah'a hüsn-i zanlarını artırsınlar ve rahmetinden ümidi kesmesinler. Ümidi fazlalaştırsınlar.
Kâle ve kâle'l-Hârisü: ''Ve yine aynı râvî dedi ki; Hâris-i Muhâsibî şöyle buyurdu:''
el-Huznü alâ vücûhin: ''Huznün alâ fakti emrin yühibbü vücûduhû ve huznün mehâfete emrin müstakbelin ve huznün limâ ehabbe mine'z-zaferi bi-emrin fe-yeteahharu an murâdihî ve huznün yetezekkeru min nefsihî muhâlefâti'l-hakki fe-yahzenü lehû''
Hüzün duygusu; mahzun olmak, üzülmek, üzgün olmak duygusu. Tasavvuf ilmi, duyguları tahlil eden bir ilimdir. İnsanın kalbiyle, gönlüyle ilgilendiği için çeşitli duygular görüyorsunuz. Konusu olarak soruluyor ve cevabı alınıyor, düşünülüyor. Tasavvuf kalbin duygularını, düşüncelerini, niyetlerini, hallerini konu aldığı için orada böyle duyguların tahlilleri var. ''Ümit nedir?'' diye, ''Teslim nedir?'' diye soruluyor. Konular hep kalple ve insanın iç âleminin duygularıyla ilgili.
''Hüzün çeşitli şekillerdedir diyor.'' el-Huznü alâ vücûhin “Çeşit çeşittir demek.
''Hüzünler, üzüntüler, mahzunluk duygusu çeşit çeşittir.'' Kimde?
''Mutasavvıfta.''
Mutasavvıf esas itibariyle nasıl olacak?
Mahzun halli olacak. Mutasavvıfın genel hali böyle. Kah kah, kih kih, koca göbekli, çok gülen, çok rahat bir insan tipi değil. Boynu bükük, gözü yaşlı, mahzun tiplidir. Onun için Yunus Emre ne diyor?
Derviş bağrı baş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek.
Bağrı baş gerek, bağrı yara olması gerekir. Şurası yaralı, şurada bir yara var. Ne demek? Allah sevgisi var, çeşitli dinî duyguları var. ''Acaba Allah'a güzel kulluk edemedim mi?'' diye üzüntüsü var, ''Cehenneme düşer miyim?'' diye korkusu var, ''Ah cenneti kaçırmasam.'' diye hevesleri, tamahları var, filan…
Şurası yaralı, dertli, içi dertli, sorma! Hani ağzını bir açsa ne dertleri var sıralayacak. Dertli, yaralı. Derviş bağrı baş gerek. Bağrı yaralı gerek. Baş, yara demek.
Gözü dolu yaş gerek. Gözü yaşlı olacak. Neden? O da güzel bir duygu. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
''İki göze cehennem ateşi gelmeyecek. Temas etmeyecek.''
O iki gözün sahibi cehenneme düşmeyecek.
Kim?
Bir; Aynün bâtet tahrusü fî-sebîlillâh. ''Hudutlarda düşmana karşı İslâm âlemini bekleyen kişinin gözü.'' Allah için nöbet tuttuğundan, baktığı için, beklediği için cehenneme girmeyecek, gözünü cehennem yakmayacak, cehennemin ateşi gözüne temas etmeyecek. Ötekisi de;
Ve aynün beket min-haşyetillâh. ''Allah korkusuyla ağlayan göz.''
İnsan geceleyin seccadesine oturuyor, tesbih ini çekiyor,ışıklar kapalı, herkes yatmış. Ondan sonra bir hüzün çöküyor. Günahlarını, hatalarını düşünüyor, Allah'ı düşünüyor, hasretlik kabarıyor, ağlamaya başlıyor. Gözyaşı döküyor. İşte bu, Allah için gözyaşı dökmek. Gözü dolu yaş gerek dervişin. Böyle duygulu olması gerekiyor. İşte onun için hüzün de dervişin duygularından bir duygudur. ''Çeşitli sebeplerden olabilir, çeşitleri vardır.'' diyor, sayıyor.
Huznün alâ fakti emrin yühıbbü vücûduhû. ''İnsanın olsaydı iyi olurdu diye varlığı istenilen, temenni edilen bir şeyin olmamasına karşı hüznü.''
''Ah genç olsaydım! Ah param olsaydı da hayır yapsaydım! Ah şu günahları işlemeden kulluk yapsaydım! Ah zamanım olsaydı da zamanında ilim öğrenseydim. Ah çok ibadet edebilseydim!'' Olsaydı ama olmamış. Olması temenni edilip de olmayan şeye onun olmayışından dolayı bir hüzün olabilir, bu bir.
Ve huznün mehâfete emrin müstakbelin. ''İleride başına gelecek bir şeyden dolayı korktuğu için mahzun olmak.''
''Ya cehenneme düşersem! Ya sû-i hâtimeye uğrarsam, ya imanla göçemezsem, ya âhir ömrümde bir fitneye, bir musibete uğrayıp da imansız göçersem, ya başıma şu gelirse, ya çoluk çocuğum hak yolda yürümezse…''
İnsan bir de ileride olacak şeylerden mahzun olur. Hakikaten de bizim büyüklerimiz öyle derdi. Biraz gülen birisini gördüklerinde;
''Hayrola ne böyle kah kah gülüyorsun, sırat köprüsünü geçtin de mi gülüyorsun!'' derlerdi. Yani her türlü tehlikeleri atlattın da, başka bir şey kalmadı da, gülecek hale geldin de mi gülüyorsun? Evet, o zaman gülecekmiş. Hem de çok güzel bir gülüşle gülecek. Sıratı geçti, cehennemden kurtuldu, cennetlik oldu. O zaman gülmek var. Ama şimdi ne var? Önün karanlık. İstikbali biliyor musun? Başına neler geleceğini biliyor musun?
Üç sene önce Bosna'dakiler başlarına böyle hallerin geleceğini biliyorlar mıydı? Bak neler geldi. İki yüz kişiyi getirmiş, ''Takır takır tabanca seslerini duyduk.'' diye kaçan esir anlatıyor. ''Hepsini kurşunladılar, öldürdüler.'' diyor. Düşmanın eline düşmek, ezâ cefâ çekmek, öldürülmek, namusuna tecavüz edilmesi, vesaire… Neler gelebiliyor…
Allah kötü şeyleri insanın başına getirmesin. Hem dünyevî bakımdan kötü şeyleri getirmesin, düşmanın, zalimin eline düşürmesin. Hem de uhrevî bakımından nefsin eline düşürmesin, şeytana maskara ettirmesin, günahlara saptırmasın.
İnsanın aç kalması, açık kalması, zengin olması, fakir olması, bunlar önemli değil. İmandan fakirlik çok fena. İmanın gitmesi, Allah'ın sevmediği bir duruma düşmek fena.
Demek ki; ''Olsaydı iyi olurdu.'' dediğimiz şeylerin olmamasına üzülmek, yokluğa üzülmek, bir. İleride gelecek şeye, kötülüklere üzülmek, iki.
Ve huznün limâ ehabbe mine'z-zaferi bi-emrin fe-yeteahharu an-murâdihî. ''Bir şeyin olmasını, ele geçirilmesini, sevdiği halde o muradının ele geçmesinin gecikmesinden dolayı bir üzüntü.'' Yani heves ediyor.
''Şunu da yapsaydım, şu elime geçseydi, şu hasıl olsaydı.'' diyor.
Ama o istediği, murad ettiği şey bir türlü olmuyor. Olmayışına üzülüyor. Yalvarıyor, yalvarıyor, yalvarıyor bir türlü olmuyor. Geceleri dua ediyor.
''Aman yâ Rabbi, şunu isterim, şunu isterim.'' Bir tecelli olmuyor. Bekliyor, bekliyor olmuyor, üzülüyor. Yani temenni ettiği bir şeyi elde etmeyi istediği halde bir şey elde edememenin hüznü.
Ve huznün yetezekkeru min nefsihî muhâlefâti'l-hakki fe-yahzenü lehû. Dördüncü hüzün de eskileri, mâzîyi, hatıraları düşünüyor. Cenâb-ı Hakk'a kullukta iyi işler yapmamış, muhalefetlerde bulunmuş, Hakk'a karşı gelmiş, âsî olmuş, günahlara dalmış, nefsinin bu muhalefetlerini, günahlarını düşünüyor da ona üzülüyor. Yani günaha üzülme.
Sıralayacak olursak dervişin hüznü dört çeşittir:
Olmasını istediği bir şey olmadı diye üzülmek. Olsaydı diye temenni ettiği şey yok diye üzülmek.
İleride başına gelecek bir işi düşünüp ondan korkup üzülmek.
Bir şeyi elde etmek istiyor ama bir türlü o muradı hasıl olmuyor diye üzülmek. Beklediği bir şeye kavuşamamanın üzüntüsü.
Mâzîdeki hatıralarına üzülmek. Yani ''vah vah, tüh tüh, ah ah neler yapmışım, şöyle etmişim, böyle etmişim.'' diye günahlarına üzülmek. Bunların hepsi insanın içinde olur ve olması lazım. İnsanın eski günahlarını unutmaması lazım. Onlara ağlaması lazım. Hakikaten mahzun olması lazım. Çünkü bir insan günahına pişmanlık duyup mahzun olursa daha; ''Tevbe yâ Rabbi!'' demeden Allah affedermiş. Onları düşünüp kendi muhasebesini yapıp da pişmanlık duymaya çalışmak lazım.
Hâsibû enfüseküm kable en tuhâsebû. ''Âhirette hesaba çekilmeden önce siz bu dünyadayken kendi nefsinizi bir hesaba çekin.'' Muhasebenizi yapın, zararlarınızı görün, telafiye çalışın diye buyurmuş, onun gibi yani.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.